BİLGİ İMAN ESASLARI ve ŞARTLARI NELERDİR?

HANIMAĞA

EMEKLİ ADMİN
Nisan Forum
Katılım
13 May 2012
Mesajlar
35,477
Tepkime puanı
8,887
Puanları
250
İMAN ESASLARI ve ŞARTLARI NELERDİR?



y1ddcf5wwqd.jpg


İMAN ESASLARI ve ŞARTLARI NELERDİR?

İslâm dininin iman esasları ilmihal kitaplarında âmentü terimiyle ifade edilir. Arapça âmene fiilinin birinci tekil şahsı olan âmentü, “inandım” demektir. Terim olarak, iman esaslarını kısa ve öz olarak ihtiva eden metni ifade etmek için kullanılır. Âmentünün metni şudur:

“Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve’l-yevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ ve’l-ba‘sü ba‘de’l-mevti hakkun. Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abduhû ve rasûlüh”

(Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inandım. Öldükten sonra diriliş haktır. Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim).

Âmentüde belirtilen esasların hepsi Kur’an’da çeşitli ifadelerle yer almış tır:

“…Asıl iyi olan kimse, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan…dır” (el-Bakara 2/177)

“Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır” (en-Nisâ 4/136)

meâlindeki âyetlerde iman esasları Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhirete iman olmak üzere beş ilkede toplanmış, kader bunlar arasında zikredilmemiştir. Ancak bazı âyetlerde (er-Ra‘d 13/8; el-Hicr 15/21; el-Furkan 25/2; el-Kamer 54/49) her şeyin Allah’ın takdirine bağlı bulunduğuna dair ifadelerden hareketle âlimler hayrı ve şerri ile birlikte kadere inanmayı bir iman esası olarak zikretmişlerdir. Cibrîl hadisinin Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce rivayetleri de kader konusunu bir iman esası olarak zikreder. Kader konusunun iman esaslarını belirten âyetlerde yer almayışı, Allah’ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarının kapsamı içinde yer almasına bağlanmalıdır. Çünkü Allah’ın anılan sıfatlarına gereğince inanan, kadere de inanmış olmaktadır. Âmentüde yer alan esaslardan Allah’a iman ile kader ve kazâya iman konularında, vahiyle birlikte aklî-mantıkî açıklama ve ispatlar yapılabileceği, his ve tecrübeye dayalı bilgilerden yararlanılabileceği kabul edilmiş ise de, âhirete iman ve meleklere iman konularında bu mümkün görülmemiş, bu hususlarda sadece vahyin verdiği bilgilere güvenilebileceği belirtilmiştir.


ALLAH’A İMAN
Kâinatı yaratan, idare eden, kendisine ibadet edilen tek ve en yüce varlık olan Allah’a iman, iman esaslarının birincisi ve temelidir. Bütün ilâhî dinlerde Allah’ın varlığı ve birliği(tevhid) en önemli inanç esası olmuştur. Çünkü bütün inanç esasları Allah’a imana ve O’nun birliği esasına dayanmaktadır. “Allah” kelimesinin, kendisine ibadet edilen yüce varlığın özel ismi olduğunu kabul eden bütün İslâm âlimleri konu ile ilgili açıklamaları sırasında O’nu şöyle tanımlamışlardır:

“Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere lâyık bulunan yüce varlığın adıdır”.Tanımdaki “varlığı zorunlu olan”kaydı, Allah’ın yokluğunun düşünülemeyeceğini, var olmak için başka bir varlığın O’nu var etmesine ve desteğine muhtaç olmadığını, dolayısıyla O’nun, evrenin yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu ifade etmektedir. “Bütün övgülere lâyık bulunan” kaydı ise, yetkinlik ve aşkınlık ifade eden isim ve sıfatlarla nitelendiğini anlatmaktadır. Allah kelimesi, İslâmî metinlerde, gerçek mâbudun (ibadet edilen varlığın) ve tek yaratıcının özel ismi olarak kullanılagelmiştir. Bu sebeple O’ndan başka bir varlığa ad olarak verilmemiş, gerek Arapça’da, gerekse bu lafzı kullanan diğer Müslüman milletlerin dillerinde herhangi bir çoğul şekli de oluşmamıştır.


Allah’a iman, Allah’ın var ve bir olduğuna, bütün üstünlük sıfatlarıyla nitelenmiş ve noksan sıfatlardan uzak ve yüce bulunduğuna inanmaktır. Bir başka deyişle Allah hakkında vâcip (zorunlu, gerekli), câiz ve imkânsız sıfatları bilip öylece kabul etmektir. Her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Allah’a inanmak, ergenlik çağına gelmiş ve akıllı her insanın ilk ve aslî sorumluluğudur. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşamış olan veya hiçbir dinden haberi olmayan kimseler de bir Allah inancına sahip olmakla yükümlüdürler. Çünkü insan yaratılıştan getirdiği mutlak ve üstün güce inanma duygusu ile evrendeki akıllara durgunluk veren düzeni gördükten sonra bu düzeni sağlayan bir ve eşsiz yaratıcının varlığı inancına kolaylıkla ulaşır.

“…Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi vardır?…” (İbrâhim 13/10)

Mealindeki Âyet bu gerçeği dile getirmektedir.


PEYGAMBERLERE İMAN
Peygamber Kavramı ve Peygamberlere İman
Peygamber
, Farsça’da “haber taşıyan ve elçi” anlamlarına gelir. Dinî terim olarak, “Allah’ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi”ye peygamber denir. Arapça’da, peygamber kelimesinin karşılığı olarak, gönderilmiş ve elçi demek olan resul ve mürsel kelimesi kullanılır. Terim olarak resul ve mürsel, yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla insanlara gönderilen peygambere denilir. Çoğulları “rüsul” ve “mürselûn”dür. Nebî de Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilmeyip, önceki bir peygamberin kitap ve şeriatını ümmetine bildirmeye gö- revli olan peygamberdir. Çoğulu “enbiyâ”dır. Risâlet ve nübüvvet kelimeleri masdar olup, peygamberlik anlamına gelmektedir.

Peygamberlere iman, imanın altı esasından biridir. Peygamberlere iman demek, insanlara doğru yolu göstermek için, Allah tarafından seçkin kimselerin gönderildiğine, bu kimselerin Allah’tan getirdiği bütün bilgilerin gerçek ve doğru olduğuna inanmak demektir. Yüce Allah her Müslümana, aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inanmayı farz kılmıştır:

“Peygamber de kendisine Rabbi tarafından indirilene iman etti, müminler de. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız…” (el-Bakara 2/285).

Bu sebeple peygamberlerin bir kısmına inanıp, diğerlerini tasdik etmemek küfür sayılmıştır:

“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler bunlardır…” (en-Nisâ 4/150-151)

Kur’an’da da belirtildiği gibi yüce Allah, asırlar boyunca peygamberler göndermiş, insanları onlar aracılığıyla gerçeği benimseyip yaşamaya çağırmıştır. Kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmadığı Kur’an’da şöyle dile getirilmektedir:


“(Geçmiş) her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı peygamber bulunagelmiştir” (el-Fâtır 35/24)

“Allah’a andolsun ki biz senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermişizdir…” (enNahl 16/63; ayrıca bk. Yûnus 10/47)

Peygamberlik, Allah vergisidir. Çalışma, ibadet ve taatla elde edilemez. Allah, peygamberlik yükünü taşıyabilecekleri ve lâyık olanları bilir ve dilediğini peygamber olarak seçer:

“Bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir…” (el-Cum‘a 62/4)

Bu seçimde mal, mülk, şan, şöhret ve makam etkili değildir.

Her konuda olduğu gibi peygamberlik konusunda da orta yolu gözeten İslâm, onları ilâh mertebesine çıkartmamış, Allah’ın elçisi ve kulu saymıştır. Biz peygamberlerin vahiyle şereflendirilmiş ve diğer insanlarda bulunmayan niteliklere sahip, seçkin kişiler olduklarını kabul ederiz. Fakat onların hiçbirisinde Tanrılık özelliği olmadığına, Allah’ın müsaadesi dışında fayda sağlama ve zararı giderme güçlerinin bulunmadığına, Allah’ın bildirdikleri dışında gaybı bilmediklerine inanırız (bk. el-Mâide 5/72-73, 75; el-A‘râf 7/188; etTevbe 9/30).

Peygamberler sadece dini tebliğle yetinmemişler, dinî esasları açıklamış- lar, sonra ümmetlerine öğretmişler, onları eğitip kötülüklerden arındırmışlardır. Bu işleri yaparken davalarından tâviz vermemişler, bu uğurda pek çok eza ve sıkıntıya göğüs germişlerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de de bildirildiği gibi, peygamberlik Hz. Muhammed (s.a.v) ile son bulmuştur:

“Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur…” (el-Ahzâb 33/40).

Artık ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun getirdiği mesaj da kıyamete kadar sürecektir. Hz. Muhammed’den sonra yeni bir peygamber geleceği, onun da yeni bir kitap getireceği konusunda ortaya atılan iddialar, Kur’an’ın bu apaçık hükmünü, Hz. Muhammed (s.a.v)’in “hâtemü’nnebiyyîn” (peygamberlerin sonuncusu) olduğu inancını inkârdan başka bir şey değildir.

İLAHİ KİTAP KAVRAMI VE KİTAPLARA İMAN
Kitap, sözlükte “yazmak ve yazılı belge” anlamına gelir. Terim olarak ise, Allah Teâlâ’nın kullarına yol göstermek ve aydınlatmak üzere peygamberine vahyettiği sözlere ve bunun yazıya geçirilmiş şekline denilir. Çoğulu “kütüb”dür. Hıristiyan ve yahudilere ilâhî kitap olarak İncil ve Tevrat verildiğinden onlara “Ehl-i kitap” denilmiştir. İlâhî kitaplara Allah katından indirilmiş olması sebebiyle “kütüb-i münzele” veya “semavî kitaplar” da denilir.

Kitaplara iman, Allah tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğine ve bu kitapların içeriğinin tümüyle doğru ve gerçek olduğuna inanmak demektir. Yüce Allah Hz. Peygamber’e,

“İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum…” (eş-Şûrâ 42/15)

diye hitap etmiş, müminlere de;

“Ey iman edenler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam mânasıyla sapıtmıştır” (en-Nisâ 4/136)

buyurarak, kitaplara inanmanın bir iman esası olduğunu belirtmiştir. İslâm’da iman esasları birbiriyle bağlantılı ve birbirinden ayrılmaz olduğu için kitaplara iman diğer esaslardan ayrılmaz. Allah’a inanmak, bizi O’nun birer yol gösterici olan peygamberler gönderdiğini kabul etme sonucuna götürür. Peygamberlere iman da onların Allah’tan getirip tebliğ ettiklerini tasdik etmeyi gerektirir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeyler de Allah’ın kitaplarıdır. Her ilâhî kitap bir peygamber aracılığıyla gönderilmiştir. Kendisine kitap indirilen peygamber de, ondaki emir ve yasakların uygulanmasını göstermiş ve bunların yaşanabilir olduğunu ortaya koymuştur. İlâhî kitaplar konusu Allah’ın kelâm sıfatı ile ilgilidir, bu sıfatın eseridir. Peygamberlerine vahiy yoluyla bildirildiği mesajının ortaya çıkmış şeklidir. Peygambere indirilen kitaplara ilâhî kitap denilmesinin sebebi, bu kitapların Allah tarafından gönderilmesi, söz ve içerik olarak onlarda hiçbir beşer katkısının bulunmamasıdır.

Bizler bugün kitapların şu andaki şekillerine değil, Allah’tan gelen bozulmamış şekillerine inanmakla yükümlüyüz. Çünkü ilâhî kitaplara inanmadıkça kişinin imanı gerçekleşemez. İlâhî kitaplardan bir kısmı tamamen kaybolmuş, bugün için elimizde ondan hiçbir şey kalmamıştır. Hz. İbrâhim (a.s)’in sahifeleri böyledir. Tevrat, Zebur ve İncil ise zamanla insanların iyi veya kötü niyetli müdahaleleri sonucu değişikliğe ve bozulmaya uğramıştır. Allah’ın vahyettiği şekilde varlığını korumuş, hiçbir bozulma ve değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş ve kıyamete kadar da bu özelliğini sürdürecek olan yegâne kitap Kur’ân-ı Kerîm’dir.

“Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik. Elbette onu yine biz koruyacağız” (el-Hicr 15/9)

Ayetiyle Allah, insanlara Kur’an’ın ilâhî koruma altında bulunduğunu ve kıyamete kadar değişikliğe uğramadan kalacağını bildirmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, kendinden önceki kitapları tasdik etmiş, fakat onların koymuş olduğu bazı hükümleri ortadan kaldırarak yeni hükümler getirmiştir. Mümin olabilmek için, Hz. Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a uymayı ısrarla vurgulamıştır (bk. Âl-i İmrân 3/31; en-Nisâ 4/47; el-Mâide 5/15; el-En‘âm 6/153; el-A‘râf 7/3). Buna göre Ehl-i kitabın mümin diye nitelenebilmesi ve kurtuluşa erişebilmesi için Hz. Peygamber’i ve Kur’an’ın hükümlerini gönülden benimsemesi gerekmektedir.

Peygamber göndermek ve kitap indirmek Allah için bir görev ve zorunluluk değildir. Fakat insanların peygamberlere ve kitaplara ihtiyacı vardır. Gerçi insan yaratılırken birtakım yeteneklerle donatılmıştır. Bu yetenekler sayesinde insan kendi gayretiyle kendisi, çevresi ve diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinebilir, birtakım gerçekleri kavrayabilir. Fakat bütün bunlar sınırlı ve kendi gücü oranındadır. İnsanın gücünü aşan hususlarda, yeterli olmadığı konularda ilâhî yardıma, vahye ve kutsal kitaba olan ihtiyacı ortadadır. İnsanın bu ihtiyacını en iyi bilen Allah, kuluna bir lütuf ve ikram olarak peygamberleri aracılığıyla kitaplar indirmiş ve yol göstermiştir. İlâhî kitaplar indirildiği ümmet için Allah’ın hükümlerinin açıklandığı ilk kaynaktır. Dinin inanç esasları, amelî ve ahlâkî hükümleri, farz ve haramlar kitap ile belirlenir. İlâhî kitaplar doğrudan Allah katından gelir. Bu bakımdan hem söz hem de mâna açısından Allah kelâmıdır. İlâhî kitapların hedefi ise insanlığı sapıklıktan kurtarmak, hidayete, iyiliğe, aydınlığa çıkarmak ve sonunda iki dünyada mutlu kılmaktır.

İlahi Kitaplar şu şekilde sıralayabiliriz;

– Tevrat

– Zebur

– İncil

– Kur’an

MELEK KAVRAMI VE MELEKLERE İMAN
Sözlükte “haberci, elçi, güç ve kuvvet” anlamlarına gelen melek, Allah’ın emriyle çeşitli görevleri yerine getiren, gözle görülmeyen nûrânî ve ruhanî varlıktır.

Kur’an’da meleklere imanın farz olduğunu bildiren birçok âyet vardır:

“Peygamber Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler…” (elBakara 2/285)

“…Asıl iyilik Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman edenlerin iyi amelidir…” (el-Bakara 2/177).

Meleklere inanmayan kişi, bu âyetlerin hükmünü inkâr ettiği için kâfir olur. Ayrıca Cenâb-ı Hak, Kur’an’da meleklere düşman olanları kâfir diye nitelemiş ve böyle kimselerin Allah düşmanı olduğunu vurgulamıştır (elBakara 2/98). Meleklere inanmamak, dolaylı olarak vahyi, peygamberi, peygamberin getirdiği kitabı ve tebliğ ettiği dini de inkâr etmek anlamına gelir. Çünkü dinî hükümler, peygamberlere melek aracılığıyla indirilmiştir.

Meleklerin Görevleri ve Çeşitleri
Âyet ve hadislerde sayıları hakkında herhangi bir bilgi bulunmayan fakat pek çok oldukları anlaşılan meleklerin temel görevleri Allah’a kulluk ve O, neyi emrederse onu yerine getirmektir. Melekler görevleri açısından şu gruplarda incelenebilirler:

Cebrâil (a.s.), dört büyük melekten biridir. Allah tarafından vahiy getirmekle görevlidir. Cebrâil’e (a.s.) güvenilir ruh anlamına gelen “er-Rûhu’l-emîn” de denilmiştir:

“O (Kur’an’ı) korkutuculardan olasın diye Rûhulemîn senin kalbine indirmiştir” (eş-Şuarâ 26/193-194). Bir başka âyette de ona Rûhulkudüs adı verilmiştir:

“…Kur’an’ı Rabbinden hak olarak Rûhulkudüs indirmiştir” (en-Nahl 16/102).

Cebrâil, meleklerin en üstünü ve en büyüğü, Allah’a en yakını olduğu için kendisine “meleklerin efendisi” anlamında“seyyidü’l-melâike” denilmiştir.

Mîkâîl (a.s.) , dört büyük melekten biri olup, kâinattaki tabii olayları ve yaratıkların rızıklarını idare etmekle görevlidir.

İsrâfîl (a.s.), sûra üflemekle görevli melektir. İsrâfil, sûra iki kez üfleyecek, ilkinde kıyamet kopacak, ikincisinde ise tekrar diriliş meydana gelecektir.

Azrâil (a.s.) ise, görevi ölüm sırasında canlıların ruhunu almak olduğu için “melekü’l-mevt” (ölüm meleği) adıyla anılmıştır:

“De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz” (es-Secde 32/11).

Kirâmen Kâtibîn, insanın sağında ve solunda bulunan iki meleğin adıdır. Sağdaki melek iyi iş ve davranışları, soldaki ise kötü iş ve davranışları tesbit etmekle görevlidir. Hafaza melekleri adı da verilen bu melekler kıyamet günü hesap sırasında yapılan işlere şahitlik de edeceklerdir. Kur’an’da bu melekler hakkında şöyle buyurulmuştur:

“İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarınızı yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın”(Kaf 50/17-18),

“Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler” (el-İnfitâr 82/10-12; ayrıca bk. ez-Zuhruf 43/80).

Münker ve Nekir, ölümden sonra kabirde sorgu ile görevli iki melektir. “Bilinmeyen, tanınmayan, yadırganan”anlamındaki münker ve nekir, mezardaki ölüye, hiç görmediği bir şekilde görünecekleri için bu ismi almışlardır. Bu iki melek kabirde ölülere, “Rabbin kim? Peygamberin kim? Kitabın ne?” diye sorular yöneltecekler, alacakları cevaplara göre ölüye iyi veya kötü davranacaklardır.

Hamele-i Arş, arşı taşıyan meleklerin adıdır. Kur’an’da haklarında şöyle buyurulur:

“Arşı yüklenen, bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler. O’na iman ederler…” (el-Mü’min 40/7; ayrıca bk. el-Hâkka 69/17).

Mukarrebûn ve İlliyyûn adıyla anılan melekler, Allah’ı tesbih ve anmakla görevli olup, Allah’a çok yakın ve O’nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerdir (en-Nisâ 4/172). Cennet ve cehennemdeki işleri yürütmekle görevli melekler de vardır (bk. er-Ra‘d 13/23-24; et-Tahrîm 66/6; elMüddessir 74/29-31).

Bunlardan başka;

İnsanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham etmekle (Tirmizî, “Tefsîr”, 3)

Namaz kılanlarla birlikte Fâtiha sûresinin bitiminde “âmin” demekle (Buhârî, “Ezân”, 111, 112; “Da‘avât”, 63; Müslim, “Salât”, 18),

hergün sabah ve ikindi namazlarında müminlerle birlikte olmakla (Buhârî, “Mevâkýt”, 16; Müslim, “Mesâcid”, 37),

Kur’an okurken yeryüzüne inmekle (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 15; Müslim, “Müsâfirîn”, 36),

Sokakları ve yolları dolaşıp zikir, Kur’an ve ilim meclislerini arayıp bulmakla (Buhârî, “Da‘avât”, 66; Müslim, “Zikr”, 8),

Müminlere (Ahzâb 33/43) özellikle bilgin olan müminlere rahmet okumakla (Tirmizî, “İlim”, 19),

Sadece Allah’a hamd ve secde etmekle (A‘râf 7/206) görevli melekler de vardır.

KAZA ve KADERE İMAN
Kaza ve Kaderin Anlamları

Kader
sözlükte “ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek” anlamlarına gelir. Terim olarak “yüce Allah’ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” demektir. Allah’ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder.

Sözlükte “emir, hüküm, bitirme ve yaratma” anlamlarına gelen kaza, Cenâb-ı Hakk’ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ Allah’ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.

Kaza ve Kadere İman
Kader ve kazâya iman yüce Allah’ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına inanmak demektir. Bir başka deyişle bu sıfatlara inanan kimse, kader ve kazâya da inanmış olur. Bu durumda kader ve kazâya inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız her ne varsa hepsinin Allah’ın bilmesi, dilemesi, kudreti, takdiri ve yaratması ile olduğuna, Allah’tan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.

Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey, Allah’ın ilmi, dilemesi, takdiri ve yaratması ile olur. Her şeyin bir kaderi vardır. Bunun anlamı ise şudur: Yüce Allah, insanları hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini ezelî yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu bilgisine göre diler, yine Allah bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı gelince kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah’ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, Allah’ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur. Aslında insanlar, Allah’ın kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik hayatta bu bilginin etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle davranmaktadırlar.

Bir başka ifadeyle söylersek biz, yüce Allah bildiği için belli işleri yapmıyoruz. Bizim bu işleri yapacağımız, O’nun tarafından ezelî ve mutlak anlamda bilinmektedir. Allah, kulu seçen ve seçtiklerinden sorumlu olan bir varlık olarak yaratmış, onu emir ve yasaklarla sorumlu ve yükümlü tutmuştur. Ayrıca Allah Teâlâ, kulun seçimine göre fiilin yaratılacağı noktasında bir ilâhî kanun da belirlemiştir.

Kader konusunda bilinmesi gereken bir başka husus da şudur: Kader iç yüzünü ancak Allah’ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan bir ilâhî sırdır. Zaman ve mekân kavramlarıyla yoğrulmuş bulunan insan aklı, zaman ve mekân boyutlarının söz konusu olmadığı bir ilâhî ilmi, irade ve kudreti kavrayabilme güç ve yeteneğinde değildir. Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkânsıza tâlip olması demektir.

Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan “Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım?” diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak Allah tarafından yaratılmışlardır. Ayrıca sır olan kaderin iç yüzü Allah’tan başkası tarafından bilinemez. O halde kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî kanundur ve bir kaderdir.

Kader ve Kaza ile İlgili Ayet ve Hadisler
Kader ve kazâya iman, her şeyin Allah’ın takdirine bağlı bulunduğuna işaret eden ayetlerin yanı sıra ilâhî ilmin, olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları kuşattığını belirten ayetlerde ısrarla vurgulanmıştır. Hz. Peygamber de bazı meşhur hadislerinde kadere imanı bir iman esası olarak açıklamıştır. Kader konusu ile ilgili bazı ayetlerin meâli şöyledir:

“…O’nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir” (er-Ra‘d 13/8)

“…Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir” (el-Furkan 25/2)

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez…” (etTevbe 9/51)

Bu âyetlerden başka Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, dilediğini sapıklığa sevkedip, dilediğini hidayete erdirdiğini, insanlar arasında ölümü O’nun takdir ettiğini bildiren âyetler de (bk. ez-Zümer 39/62; es-Sâffât 37/96; el-A‘râf 7/178; el-Vâkıa 56/60 vb.) kapsam açısından kâinatta her şeyin belli bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da Allah Teâlâ tarafından belirlendiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır.

Hz. Peygamber de Cibrîl hadisi diye bilinen hadiste açıklandığı gibi, kadere imanı iman esasları arasında saymıştır. Bu hadiste geçtiğine göre Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v)’e:

“İman nedir?” diye sormuş, o da:

“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır”cevabını vermiştir (bk. Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9)

Kaderin bir ilâhî sır oluşunu ve insanlar tarafından gerçek anlamda çözülmesinin imkânsızlığını göz önünde bulunduran Peygamber Efendimiz (s.a.v) kader konusunu tartışan ashabını uyararak şöyle buyurmuştur:

“Siz bununla mı emrolundunuz? Veya ben bunun için mi peygamber olarak gönderildim? Şunu biliniz ki sizden önceki ümmetler bu tür tartışmalara başladıkları zaman helâk olmuşlardır. Böyle tartışmalara girmemelisiniz”(Tirmizî, “Kader”, 1)

AHİRETE İMAN
Âhiret, sözlükte “son, sonra olan ve son gün” anlamlarına gelir.

Terim olarak âhiret, İsrâfil’in (a.s.) Allah’ın emriyle, kıyametin kopması için sûra ilk defa üflemesiyle başlayacak olan ebedî hayata denilir. İsrâfil (a.s.) sûra ikinci defa üfleyince insanlar diriltilip hesaba çekilecek, sonra dünyadaki iman ve amellerine göre ceza ve mükâfat görecek, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girecek ve orada kalacaklardır.

Ahirete iman, iman esaslarından olup genellikle Kur’an’da “el-yevmü’l- âhir” (son gün)şeklinde, Allah’a imanla yan yana zikredilmiştir. Bu da âhiret inancının iman esasları arasında çok önemli olduğunu göstermektedir. Allah’a ve O’nun birer yol gösterici olarak peygamberler gönderdiğine inanmak, insanların sorumlu olduğuna inanmayı da gerekli kılar. İnsandaki sorumluluk duygusu da kişiyi, yaptıklarının karşılığını göreceği âhiret hayatına inanmaya götürür.

Âhirete inanmayan kimse Kur’an âyetlerini inkâr ettiği için kâfir olur:

“…Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse o tam mânasıyla sapıtmıştır” (en-Nisâ 4/136)

meâlindeki âyet bunu açıkça belirtmektedir.


Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde dünya hayatının geçici, âhiretin ise ebedî olduğu, insanların dünyanın geçici zevklerine ve aldatmacalarına kanmamaları, daha hayırlı ve kalıcı olan âhiret mutluluğunu yakalamaları gerektiği vurgulanmaktadır. Bununla birlikte Kur’an, dünya hayatının da ihmal edilmemesi gerektiğini, çünkü âhiretin dünyada kazanılacağını, âhirette mutlu olmanın, dünyadaki yaşayışa bağlı bulunduğunu ifade etmektedir:

“Fakat siz (ey insanlar) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz” (el-A‘lâ 87/16-17)

“…Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir. Ama âhiret, gerçekten kalınacak bir yurttur” (el-Mü’min 40/39)

“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu da iste; ama dünyadan da nasibini unutma…” (el-Kasas 28/77).

Kur’an’da âhiret ve âhiret hayatı ile ilgili verilmiş olan pek çok isim vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır:

el-yevmü’l-âhir (son gün, âhiret günü), yevmü’l-ba‘s (diriliş günü), yevmü’l-kıyâme(kıyamet günü), yevmü’d-dîn (ceza ve mükâfat günü), yevmü’l-hisâb (hesap günü), yevmü’t-telâk (kavuşma günü), yevmü’l-hasre (hasret ve pişmanlık günü).

Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in de âhiret ve halleri ile ilgili pek çok hadisi vardır. Özellikle kıyamet alâmetleri, kabir hayatı, mahşer, hesap, mîzan, sırat, şefaat, cennet ve cehennemle ilgili çok sayıda hadis bulunmaktadır.
 
  
 
Emeklerin için çok teşekkür ederim...
 
    
Konu Güncellendi..
 
    
 
 

Similar threads


Üst Alt