Güzel Hikayeler Rengi Neden Sana Benzemez ki Güllerin, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

*NiSaN*

EMEKLİ ADMİN
Nisan Forum
Katılım
6 Şub 2010
Mesajlar
1,000
Tepkime puanı
1,024
Puanları
166
Konum
Manisa/Akhisar
Web sitesi
www.nisanforum.com
Rengi Neden Sana Benzemez ki Güllerin


0_4dfd2_c3feda4b_L



Uyanmak nedametinden nefsin… Çıkarmak tene değen lekeyi… İki damla gözyaşı senin için akıtılmışsa neleri temizlemez ki? Muzır hesaplaşmaların bayağı sulara gömülmesi ve halisane bir tövbenin değmesi lisanımıza… Ve kurtulmak avunmalardan, avutmalardan çoğu zaman. Yenildiğimizi sandığımız zamanlarda aşklardan, senin yanına yürümek cesurca. Ruhumuzda yaylım ateşi, kilit vurulmuş yüzler etrafımızda. Sesinin geldiği yöne doğru koşmak yeniden…
Hatırlamak seni incitenleri. Ve onları hâlâ sevmediğimizi… Topraksız kalışını gülistanımızın… Bülbüllerin gamını… Bu topraklarda gül yetiştirmenin artık zor olduğunu… Rengi neden sana benzemez ki şimdi güllerin? Neden Yusuf gülümsemez ki, Züleyha’ya? Ahengini kim bozar bu eşref saatinin? Çözmek zamanın esrarını… Sabretmek Eyyub gibi… Neden paylaşılmaz ki sabrın lokması şimdilerde? Beklemeye üşenen sabahlarımız var bizim. Gecelerimizi hastalık hastası eden yalnızlığımız var. Kim dağıtır bu sabırsız uykuyu senden başka? Esrarını Hud Suresi’nin kim anlatır bize? Seni neden kocattığını? “Ey arz yut suyunu ve ey sema açıl.” Şimdi tufan sonrası… Tufan yeri bu yürek… Nuh peygamberin duası bu yüreğe derman. “Bilmediğimi istemekten sana sığınırım. Sen bana mağfiretini reva görmez, rahmetini vermezsen ben hüsrana düşenlerden olurum.” Ve sen Efendim, senin sözün gönlümüze ferman. “Allah’a ibadet ve tevekkül edin."
 
  
 

AYYAŞI ALIKOYMA

Mansur'un emriyle, Beytülmalın kasasını açmışlardı ve herkese oradan, bir miktar veriyorlardı. Şakrani de Beytülmaldan payını almak için gelenlerden biriydi. Fakat kimse onu tanıyamadığı için, kendisine bir pay almaya, vesilesi yoktu. Cedlerinden birinin köle olup Resul-i Ekrem (s.a.a)'in onu azat etmiş olması itibariyle bu azatlık unvanı ister istemez Şakrani'ye de, oradan miras kalmıştı ve onun için kendisine, 'Mevla Resulallah' yani Resulullah'ın azatlısı diyorlardı. Kendisine gelen bu unvan, Şakrani için, bir nevi intisab ve iftihar sayılıyordu. Bu yüzden o da kendisini, risalet hanedanına mensup sayıyordu.

Bu arada, Şakrani'nin meraklı ve endişeli gözleri, Beytülmaldan kendisi için payını alacak bir, vesile aramaktaydı ki, İmam Sadık (a.s) 'ı gördü. Yanına giderek hacetini söyledi. İmam gitti uzun sürmedi. Şakrani için bir pay alıp bizzat getirdi onu Şakrani'nin eline verdiği zaman yumuşak bir dille ona, şu cümleyi söyledi:
- İyi bir iş kimin tarafından yapılırsa yapılsın, iyidir fakat senin tarafından ve risalet hanedanına bağlı olduğun için daha iyi ve daha güzeldir. Kötü bir işe gelince, oda her kimse tarafından yapılırsa yapılsın, kötüdür fakat aynı intisabından dolayı, senin tarafından yapılırsa, daha çok kötü ve daha çok çirkindir.

İmam Sadık (a.s) bu cümleyi buyurunca, İmamdın onun sırrından yani, ayyaşlığından haberdar olduğunu anladı. İmam onun, ayyaş olduğunu bildiği halde, kendisine sevgi gösterdi ve sevgisinin arasında, kusurunu da söyledi. Şakrani bundan çok utandı ve kendisini kınadı.
 
    
Ağızdaki Taşın Hikmeti

Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken;
Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
 
    
H Z . Süleyman A.s.


Tarih, yaklaşık olarak İ.Ö. 970-931 yılları arasında yaşadığı düşünülen Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman'ın kurduğu muhteşem krallığa şahitlik eder. Öyle ki Hz. Süleyman, babasından sınırları Mısır'dan Fırat'a kadar uzanan bir krallık devralmış ve kısa sürede hakimiyetini güçlendirmişti. Ve kendi yaşadığı dönemde öylesine büyük bir hakimiyet kurmuştu ki, Allah'a olan imanının ve üstün aklının kendisine kazandırdığı bu ihtişam, yüzyıllar sonra bile insanların hayranligini ve dikkatini üzerine çekmeye devam etmektedir.Hz. Süleyman'ın hayati, Allah'a gönülden iman eden bir müslümanın aklının ne kadar fazla, ufkunun ne kadar geniş olduğunu bütün insanlığa gösteren çok çarpıcı bir delildir. Hz. Süleyman (a.s.) cinlerden ve insanlardan oluşan ordusu ile kurduğu hakimiyeti, muhteşem bir saraydan yönetiyordu. Ve bu saray döneminin en ileri tekniği kullanılarak üstün bir estetik anlayışı ile inşa edilmişti. Sarayında göz alıcı sanat eserleri ve görenleri hayran bırakıp etkileyen değerli eşyalar, benzersiz bir estetik anlayışı ile yerleştirilmişti. Elbette Hz. Süleyman'ın bu mekâni, görenlerde büyük hayranlık uyandırıyordu.

İnsanların bu saraydan bu kadar etkilenmelerinin nedeni ise, insan fıtratına en uygun olan estetik anlayışını ve ortamı birden karşılarında görmeleri olmuştur. Zira Hz. Süleyman, yaptırdığı bu görkemli sarayı, imanın nuru ve onun getirdiği üstün bir akıl ile yaptırmıştı. Ve bir Müslümanın hangi çağda veya hangi şartlarda yaşarsa yaşasın Allah'ın kendisine verdiği imkânları en güzel şekilde kullanarak eşsiz bir mekân oluşturabileceğinin en güzel örneğini sergilemişti. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in Neml Sûresi'nin bir çok ayeti, onunla aynı dönemde yaşayan bir kavmin yöneticisi olan Sebe Melikesi'nin Hz. Süleyman'ın ihtişamlı sarayını gördükten sonra ona biat ettiğinden bahseder. Hz. Süleyman, Sebe Melikesi Belkıs'ın varlığını kendisine haber getiren Hüdhüd sayesinde öğrenmişti:"Derken uzun zaman geçmeden (Hüdhüd) geldi ve dedi ki: "Senin kuşatamadığın (öğrenemediğin) şeyi, ben kuşattım ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim. Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona her şeyden (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var. Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken buldum, şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar." (Neml Sûresi 22-24)

Bu bilginin üzerine Hz. Süleyman, Allah'ı ilâh olarak kabul etmeyip güneşe secde eden ve şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bir sistemi kabul eden Sebe halkını, imana davet etmek için onlara "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" başlayan bir mektup göndermişti. Ve tüm kavmi kendisine teslim olmaya çağırmıştı. "Gerçek şu ki, bu, Süleyman'dandır ve 'şüphesiz Rahman ve Rahim Olan Allah'in Adıyla' (başlamakta)dır. (İçinde de
smile.gif
"Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin" diye (yazılmaktadır). (Neml Sûresi 30-31)

Sebe Melikesi o ana kadar hiç karşılaşmadığı kadar kesin bir üslupla tüm hükümdarlığını kendisine katmasını isteyen Hz. Süleyman'ın, bu mektubu karşısında çok şaşırmıştı. Ve kendisini kesin olarak bozguna ugratacağından emin olduğu bu hükümdarı, kararından vazgeçirmek için ona yüklü hediyeler göndermek yolunu seçmişti. Ne var ki Allah'ın rızasını ve rahmetini hiç bir zaman maddî bir menfaate tercih etmeyen tüm peygamberler gibi Hz. Süleyman da, Sebe Melikesi Belkıs'ın hediyelerini geri çevirmiş ve elçileri vasıtasıyla ona ne kadar kararlı, onurlu ve Allah'a bağlı olduğunu gösteren şöyle bir haber göndermişti:"(Elçi hediyelerle) Süleyman'a geldiği zaman: "Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz" dedi. Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları oradan horlanmış aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız." (Neml Sûresi 36-37)

Hz. Süleyman Sebe Melikesi Belkıs'a Allah'ın adı ile başladığı mektubunda kendi gücünün Yüce Rabbinden geldiğini ve asla yenilmeyecek bir kuvvete sahip olduğunu hissettirmişti. Nitekim Hz. Süleyman cinlerden, insanlardan oluşan, ona büyük bir teslimiyetle ve şevkle bağlı bir orduya sahipti. Öyle ki bu ordunun her üyesi Süleyman Aleyhisselam ın bütün sözlerini büyük bir hoşnutlukla ve tam bir itaatle yerine getirmekteydi. Elbette Hz. Süleyman'ın ordusunun tüm gücü Allah'tan gelmekteydi ve Allah'ın ordusu adetullaha uygun olarak her zaman üstün gelecekti.

Sebe Melikesi Belkıs, onun (Hz. Süleyman'ın) sarayına gittiğinde o güne kadar hiç görmediği büyük bir mülk ve zenginlikle karşılaşmıştı:

"Ona: "Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman Dedi ki: "Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk zemindir." Dedi ki: "Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum." (Neml Sûresi 44)

Kendisi de bir zenginlik ve hâkimiyete sahip olan Sebe Melikesi Belkıs, Hz. Süleyman'ın sarayına girince o güne kadar gördüğünden çok farklı bir estetik ve bir zenginlikle karşılaşmış ve ruhuna hitap eden büyük bir akla şahit olmuştur. Aslında Sebe Melikesi Belkıs'ın duyduğu hayranlık ve şaşkınlık içine girdiği saraya değil, Hz. Süleyman'ın aklınadır. Çünkü Belkıs'ın karşılaştığı manzara, o dönemin şartlarında yapılabilecek en mükemmel eser olarak tarif edilebilecek en güzel yerdir.

Âyette de ifade edildiği gibi camdan olan köşk zemini öylesine gerçekti ki, Sebe Melikesi Belkıs, ıslanmaması için eteklerini toplayarak ilerlemesi gerektiğini düşünmüştü. Sarayın muhteşemliği ve görkemi, Müslümanların ruhlarında yaşadığı zenginliği yansıtıyordu.

Belkısın başka bir ülkenin hükümdarı olmasına ve bu ülkenin en büyük servetine sahip olmasına rağmen Hz. Süleyman'ın yaşadığı mekândan ve onun zenginliğinden etkilenme sebebi de budur. Teknik anlamda büyük servetler harcanan mekânlarda yaşamasına rağmen, pek çok kişi insan fitratının hoşlanacağı estetiği sağlayamayabilir. Oysa Hz. Süleyman'ın sarayının her köşesinde görülen zevk, akıl ve mükemmellik sadece servetle elde edilebilecek bir görünüm değildir. İşte aradaki bu farkı daha sarayın girişini görür görmez anlayan Belkıs, böyle bir yeri meydana getiren akla ve o aklın üstünlüğüne hemen teslim olmuştur. Sebe melikesi Süleyman Âleyhisselamın aklının sahibi olan Cenâb-ı Allah'a iman ettiğini söylemiş ve müslümanlardan olmayı kabul etmiştir.

Hz. Süleyman ve onunla birlikte yasayan mü'minler, Allah'ın kendilerine verdiği bu büyük mülkü taşımaya lâyık ve ehil kimselerdi. Rabbine karşı son derece güzel ahlâklı, teslimiyetli ve mütevazi bir peygamber olan Hz. Süleyman, kendisine nimet olarak bahsedilen bu büyük zenginliği yine yalnızca Allah'ı razı etmek ve onların kalbini Islâm'a ısındırmak için kullanıyordu. Pek çok peygamber de aynı Hz. Süleyman gibi insanlara dini tebliğ ederken halkın karşısına büyük bir zenginlikle çıkarak, onları etkileme yoluna gitmişti. Hazinenin başına getirilen Hz. Yusuf, kendisine büyük bir mülk verilen Hz. İbrahim, görenleri hayrete düşürecek kadar ihtisamlı bir hâkimiyete sahip olan Hz. Süleyman ve fakirken zengin kılınan Peygamberimiz Hz. Muhammed, yaşadıkları hayat boyunca bunun en güzel örneklerini sergilemişlerdir.

Peygamberlerin bu zenginliği ve yaşadıkları üstün ahlâki gören insanlar, hiç bir sistemin ya da ideolojinin kendilerine sunmadığı böyle bir maneviyatı ve maddî ihtişamı elde edebilmenin yolunu merak ediyorlardı. Bu nedenle Islâmı henüz tanımayan insanlar, ilk basta bu zenginliğin sebebine ve gördükleri ahlâkî yapısına karşı duydukları merakla Islâma yaklasmışlardır. Ahlâkî üstünlükleri ve tümüyle Allah yolunda kullandıkları zenginlikleriyle halkın kalbini Islâma ısındıran peygamberler, böylece kısa sürede Allah'ın izniyle büyük kitlelere dini yaymayı başarmışlardır.
 
    
Arkadaşini Al, Beraberce Cennete Girin

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:

'Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
'Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler. Birisi,
-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der. Allah Teâlâ da ötekine,
-Hakkını ver, buyurur. Adam,
-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der. Cenâb-ı Hakk,
-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur. Adamcağız,
- O halde benim günahlarımdan alsın, der. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,
-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur. Adamcağız,
- Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten apartmanlar ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der. Allah Teâlâ,
-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur. Adamcağız,
-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der. Hz. Allah,
-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur. Adam,
-Nasıl olur, yâ Rab? deyince, Cenâb-ı Hakk,
-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur. Adam,
-O halde ben bunu affettim, der. Allahü zû'l-Celâl hazretleri de,
-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.

Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz,
'Allah'tan korkun, Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır.

 
    
Geç kaldığın yerde bir Yûsuf sözlü bekler seni

O gül yüzlünün yüzünden kovulduğu andan sonra, hiç kimse ona bakmadı, hiç kimse onunla konuşmadı. Mekke'ye doğru yürüyen koca ordunun içinde, Ebu Süfyan ve oğlu yapayalnızdı. Geç kalmıştı... Geç kalmaya dair lügatlerde, meydanlarda, köşelerde, şiirlerde ne kadar acı söz söylenmiş ya da yazılmışsa, hepsi birden amansız arı vızıltıları gibi doluştu kulaklarına. Kaçırılmış şeylerin hepsi, ama hepsi, bir gülücük belki, bir güzel kucaklaşma, bir tatlı bakış, kardeşçe bir dokunuş omuzlarına indi.

Geç kalmışlıkların cümle pişmanlıkları alev alev cehennem olup yakasına yapıştı. Dudakları kurudu. Sesi iç çekişlerine söz olamadı utancından. Geç kalmışların, gafillerin, haksız yere unutanların, kadir kıymet bilmeyenlerin yanı başında, eşsiz bir kadirşinaslıkla suskunca bekleyen o “Ah!” sesi bile, korkup geri çekildi dudaklarından. “Ah ki, ah çekemediğime ah!” Çöllerin bile birbirine eklenerek anlatamayacağı, dağların omuz omuza verseler de güç yetiremeyeceği uğursuz bir uzaklığın beri ucunda kalakalmıştı Görmek istediğine görünmemek için saklandı önce. Saklanmak zorundaydı. Çünkü dostluğuna geciktiğine göstereceği yüzü bir “düşman” yüzüydü. Kimliğini taşıyan yüzü “sevilmeyesi” bir yüzdü, bakışını besleyen gözü “bakılmayası” bir gözdü, umutlarını besteleyen sözü “güvenilmeyesi” bir sözdü. Saklanması o yüzdendi, o gözdendi, o sözdendi. Huzuruna vardı. Yüzünü mahçup gölgelerden çıkarıp usulca onun gözlerine bıraktı. Gül yüzünün coğrafyasında başını sokabilecek daracık bir kuytuya da razıydı ama....

Gülleri güldüren o yüz çevrildi yüzünden. Yüz bulamadı. “Kardeşim!” deyip de sarılması ne büyük cennetti ona. Cennete alınmadı. Eskiden olduğu gibi aynı memeden aynı ılık sütü içer gibi mesafesiz bir yakınlıktı umduğu. “Süt kardeşi”nin dudağındaki tek bir kıpırtı dağ gibi pişmanlıkları yıkabilirdi. Kirpiklerinin ucundan yol bulacak tek bir müşfik bakış, yüreğinin bütün yangınlarına su olabilirdi. “Benden yüzünü çevirince, yüzünü çevirdiği tarafa geçtim. Yine yüzüme bakmadı, öbür tarafa çevirdi yüzünü. Utandım. Yakın uzak her şey beni sıkmaya başladı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ona çok sıkıntı vermiş, çok kırmıştım. O benden yüz çevirince, dostları da yüz çevirdi.” Gülücüklerimizin hepsini borçlu olduğumuz o yüz, o sabah, Ebu Süfyan bin Hâris'e dönmedi. O gül yüzlünün yüzünden dostluk görmeyi en çok istediği, en çok hak ettiği kişiydi. Amca oğluydu. Süt kardeşiydi. Çocukluk arkadaşıydı. Ne yazık ki O'nun müjdeli çağrısını ilk reddedenler arasında oldu. Bu çağrıyı O'nu dostlarını aç ve susuz bırakarak susturmak isteyen zorbaların yanında yer aldı amcasının oğlu. Daha da ileri gidip O'nu aşağılayan şiirler yazdı. O gül yüzlünün yüzünden kovulduğu andan sonra, hiç kimse ona bakmadı, hiç kimse onunla konuşmadı. Mekke'ye doğru yürüyen koca ordunun içinde, Ebu Süfyan ve oğlu yapayalnızdı. Ebubekir'e [ra] koştu önce.. Sonra Ömer'e [ra]... Cevapları aynı oldu: “Allah'ın elçisinin yüz çevirdiği kişiye ben dost olamam...” Olmadı.

Amcası Abbas'a [ra] yalvardı. “Sana yakınlık gösterirsem, onu üzmekten ve kırmaktan korkarım...” cevabı umutlarının kanatlarını kırdı. Ali'ye [ra] gitti en sonunda. Sızlandı. Sızlandı. Ali'den [ra] de çare yoktu. Utancı kaldı sadece yanında. Neden sonra, Ali [ra] yaklaştı. Çareyi fısıldadı. Çöllerin hepsini kurutan, dağları yerinden oynatan bir umuttu dudağından dökülen: “O'na arkasından yaklaş ve Yusuf'a [as] kendisini kuyuya atan kardeşlerinin en sonunda pişmanlıkla söylediğini söyle....” Geç kalan adam, yüzünden yüzünü sakınan Gül Yüzlü'ye yaklaştı. Fısıldadı. Bir ayetti nefesine sımsıcak dolanan, sesine terü taze umutlar saran: “Vallahi, Allah seni bize üstün kıldı; biz sana yaptıklarımızla hata ettik, suçluyuz.” [Yusuf, 91] Gül yüzlü ilk defa çevirdi yüzünü süt kardeşine. Geç kalan adam ilk defa sevindi. Ama utancı daha ağırdı. Yüzü yerdeydi. Yûsuf'un [as] kardeşlerine söylediği söz yeniden ete kemiğe büründü Muhammed [asm] diye göründü, utançla kanayan kardeş yüzüne serin bir gül tesellisi olup dokundu: “Bugüne kadar yaptıklarınızdan kınanmayacaksınız. Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir.” [Yusuf, 92] Geç kaldığın yerde bin Yûsuf tecellisidir; umutlarını kuyuya attığın demde bin Yûsuf tesellisidir o Gülsîma...
 
    
İslam'a geri dönmek isteyen Türk genci Davut'un feryadı?

Ben Avrupa'daki gençlerin arasında maruz kaldığım yoğun telkinlerle Hıristiyan olan bahtsız bir Türk genciyim.


Benim içine düştüğüm durumumu gören Müslüman arkadaşlarım çok üzüldüler, bilgilendirmek için kitaplar, gazeteler getirdiler. Bazıları da sizin, misyonerlerle ilgili yazılarınızı getirip okuttular. İtiraf etmeliyim ki, yazılarınızda işaret ettiğiniz noktalar beni çok etkiledi. Halen de etkisini sürdürmektedir. Bu yazıları okuduktan sonra ne büyük bir yanılgıya düştüğümü acı şekilde anladım. Okuya okuya ezberlediğim şu satırlarınız zihnimde yankılanmaya halen devam etmektedir. Diyorsunuz ki:

-Müslüman'ın Hıristiyan olması aklen, ilmen, mantıken mümkün değildir. Çünkü, diyorsunuz, Müslümanlığın içinde gerçek manada Hıristiyanlık vardır. Ama Hıristiyanlığın içinde Müslümanlık yoktur. Öyle ise Müslüman neden Hıristiyan olacak? Müslümanlıkta hangi sorusunun cevabını bulamamış, hangi kutsalın inkar edildiğini görmüş ki, Hıristiyan olsun da onu kazansın? Biz Hz. İsa'yı da Hz. Musa'yı da, Allah'ın gönderdiği yüce peygamberler olarak bilir, İncil'i de Tevrat'ı da yine Rabb'imizin gönderdiği İlahi kitaplar olarak kabul ederiz. Böyle inanan Müslüman neden Hıristiyan olma gereği duysun? İnkar etmiyor ki, tasdik etmek için Hıristiyan olsun. Hatta biz Müslümanlar daha ilerisine gidiyor, ta baştan Hazret-i Adem'den başlayarak gelip geçmiş tüm peygamberleri hem de hiç ayırım yapamadan (Bakara, âyet 285) muhabbetle bağrımıza basıyor, sevgiyle selamlıyoruz. İslam'ın tüm kutsalları kucaklayıcı bu evrenselliğini inceleyen Hıristiyanlar kendi kutsallarının da burada yer aldığını görünce benim yerim burasıdır, diyerek mutlu şekilde İslam'a girmekteler. Gerçek bu iken, Müslüman neden tüm kutsalları kucaklayan dinini bırakıp da sadece bir tanesini kabul eden eksik dine geri dönsün? Bunu ne ilim, ne akıl, ne de mantık kabul eder... Allah'ın (haşa) baba, İsa'nın da Allah'ın oğlu olduğu şeklindeki iddia ise bugün artık ilim erbabı Hıristiyanların birçoğu tarafından da kabul görmemektedir. Nerede kaldı her inancını akla, mantığa tasdik ettiren Müslüman tarafından makul kabul edilsin!.."

Sayın hocam, ezberlediğim bu gibi ikaz dolu yazılarınızdan sonra beni derin bir pişmanlıktır aldı. Konuyu bu yanlarıyla hiç düşünmediğimi acı şekilde anladım. Şimdilerde geceleri uyku uyuyamıyor, kıvranıyorum. Bir an evvel tüm İlahi dinleri saygıyla kucaklayan yüce İslam'a dönmek istiyorum. Ama çok da korkuyorum, İslam beni kabul etmez diye! Lütfen bana, "İslam seni kabul eder." diye müjdeli bir cevap verin. Verin de ben de bu kâbustan bir an evvel kurtulayım, aynı kâbusu yaşayan arkadaş ve ailemin arasına tekrar döneyim.

Avrupa'dan feryat eden Davut adındaki Türk genci Davit!.."

Aklını, mantığını kullanma kabiliyetini kaybetmemiş olan sevgili Davut! Senin İslam'a geri gelmen için hiçbir engel ve zorluk yoktur. Bu satırları okuyunca dakika kaybetmeden şahadet kelimesini olanca içtenliğinle seslendir ve de ki:

-Eşhedü en lâilahe illellah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Rasûlüh. Şahitlik ederim ki Allah birdir (oğul baba gibi beşeri iddialardan uzaktır) Hazret-i Muhammed de O tek olan Allah'ın kulu ve son peygamberidir. Ben Müslüman olarak doğdum, Müslüman olarak yaşayacak, yine Müslüman olarak öleceğim.

Ruhlar aleminde Rabbime verdiğim sözüme sadık kalarak imanla yaşamaya, imanla ölmeye Rabbime bir daha söz veriyorum!..

Böylece bir an evvel inkardan kurtulup imana kavuş. Meşhur sözdür: Hatadan dönmek fazilettir. Zararın neresinden dönersen orası kârdır. "İslam kendine dönen hiçbir mensubunu bırakmaz, mensubu İslam'ı bırakmadıkça" gerçeğini hep hatırla, ümitsizliğe kapılma. Senin doğruyu bulmana sebep olan arkadaş ve yazıları da ihmal etme
 
    
İpin hesabı...

Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum" diye vasiyet etmiş. Öldüğünde "Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal, "Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş. Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar. "O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.
- Tamam, servetin yarısı senin, demişler.
- Aman,demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?
 
    
Hadis-i $erif

1. Kiyamet gununde bile olsaniz, eger elinizde bir fidan varsa onu dikiniz.
2. Kisi kendi icin istedigini kardesi icin istemedikce gercek mumin olamaz.
3. Kalbinde zerre miktari iman bulunan kimse atesten cikacaktir.
4. Kim Rab olarak Allah'i, Din olarak Islami, Resul olarak Hz Muhammed'i sectim derse cennet ona vacib olur.
5. Besikten mezara kadar ilim tahsil edin.
6. Insanlar uzerine oyle bir zaman gelecek ki, onlar arasinda dini konusunda (yapilan saldirilara) sabirla karsi koyan, kor parcasini avuclayan gibi olacak.
7. Allah'a isyan olan bir hususta kimseye hic bir itaat yoktur. Itaat ancak (ser'i olculer icerisinde) dir.
8. Allah kadin kiyafeti giyen erkege ve erkek kiligina giren kadina lanet etsin.
9. Ya ogrenen, ya ogreten , ya dinleyen, ya da seven ol! Bunlarin disinda bir besincisi olma; helak olursun. Besincisi ise, ilme ve ilim ehline bugzetmendir.
10. Kalbinde tam bir sadakatle Allah'tan baska ilah olmadigina ve Muhammed'in de Allah resulu olduguna sehadet eden bir kimseyi Allah, cehennem atesine haram kilar.
11. Irkciliga cagiran bizden degildir. Irkcilik icin savasan bizden degildir. Irkcilik uzere olende bizden (muslumanlardan) degildir.
12. Kisi arkadasinin dini uzeredir. O halde sizden birisi kiminle arkadaslik yaptigina dikkat etsin. Kisi sevdigi ile beraber (hasrolunacaktir) dir.
13. Ummetim dinar ve deremi (parayi, maddi varliklari) yucelttigi zaman onlardan Islam'in heybeti kaldirilir. Iyilikle emretmeyi terkettikleri zaman da vahyin bereketinden mahrum kilinirlar.
14. Islam cemaatinden bir karis da olsa ayrilan, boynundan Islam bagini cozmus demektir.
15. Is ehil olmayana verildiginde kiyameti bekle.
16. Akilli kisi nefsine hakim olup olumden sonrasi icin is yapandir.
17. Kendimden sonra erkekler icin kadinlardan daha zararli bir fitne birakmadim.
18. Fitne doneminde ibadete sarilmak, bana hicret etmek gibidir.
19. Cihad, kiyamet gunune kadar gecerli bir emirdir.
20. Kim gaz yapmadan ve icinde gaa yapma istegini konusturmadan olurse, munafikliktan bir cesit uzere olur.
21. Cihadin en faziletlisi zalim sultan katinda hakki soylemektir.
22. Rabbini gazablandiracak bir meselede sultani hosnud eden (etmeye calisan) Allah'in dininden cikmis olur.
23. Cennet (nefse agir geldigi icin) hoslanilmayan seylerle, cehennemden sehvete hitap eden sylerle kusatilmistir.
24. Islam'in disinda bir millet uzerine yemin eden, soyledigi gibidir.
25. Amellerin en hayirlisi sevdigini Allah icin sevmek bugzettigine de Allah bugzetmektedir.
26. Kim bir kavme benzemeye calisirsa, o onlardandir.
27. Munafigin alameti uctur: Konustugunda yalan soyler, vaad verdiginde yerine getirmez, emanet olundugunda hainlik eder.
28. Kisi din kardesine kafirlik isnad ederse, bu isnad ikisinden birine doner.
29. Kim bir hayirli isi yapmaya yonelise, onu yapan kadar mukafat alir.
30. Arzusu ve hedefi Allah'dan baska sey olarak sabahlayan Allah(in kullarindan) degildir. Muslumanlarin dertleriyle dertlenmeyen de onlardan degildir....

Hadis-i $erif
 
    
Tanrı Misafiri...

Evvel zaman içinde batıda Yotan diye bir köy varmış. Köyde pek
namazı niyazı olmayan Ali Mahmut diye bir köylü yaşarmış. İşin
doğrusu Ali Mahmut dönemin sayılı ateistlerindenmiş.

Köyün imamı da, cemaat de bu durumdan pek hoşnut değillermiş.

Gel zaman git zaman bizim ateist Ali Mahmut bir gün Hakk'ın
rahmetine kavuşmuş.

Köyün imamı:

-"Ben bu adamın cenaze namazını kılmam" diye diretmiş.

Köy halkı da:

-"Allah'a inanmıyordu biz bu herifi gömmeyiz" diye tutturmuşlar.

Durumu gören köyün yaşlılarından Müzeyyen Hanım, köyün dışındaki
tepelerden birinde, tek başına yaşayan, köylülerin "İşdeli
İsmail" diye andıkları köylüye haber vermiş.

İsmail'in de pek namazla ilgisi yokmuş ama yine de o köye gitmiş
cenazeyi almış ve kendi evinin yakınlarında bir yere gömmüş.

O akşam imam Nazmi efendi, müezzin Mustafa efendi ve tüm cemaat
uykularında aynı rüyayı görmüşler. Ali Mahmut cennette çok iyi bir
yer de keyif yapıyormuş.

Sabah herkes birbirine rüyayı anlatmış.

İmam, müezzin yanlarına bekçi Şinasi Efendi'yi de alıp sabah
karanlığında yola çıkıp öğleye doğru İsmail'in yanına gelmişler.

İmam sormuş:

- "Kardeşim sen nasıl bir dua ettin ki bu imansız Allah
katında bu kadar iyi bir yere gitti?"

İsmail Efendi:

- "Vallahi ben bir şey yapmadım, rahmetliyi gömdüm. Sonra da yüzümü
gökyüzüne çevirip;

- Allah'ım bazen soğuk kış gecelerinde, bazen sıcak yaz
günlerinde insanlar kapımı çaldı ve biz "Tanrı misafiriyiz"
dediler. Ben de senin misafirlerini en iyi şekilde ağırladım.
Misafirleri güvenip bana gönderdiğin için onlara da neyim varsa
yoksa yedirdim. Ben sana ilk defa bir misafir yolluyorum, sen de
benim güvenimi boşa çıkarma olur mu?" dedim.

 
    
KONU GÜNCELLENDİ
 
    
Emeğinize sağlık ..
 
    
 
 
Üst Alt