Anlamlı Sözler Mevlananın yedi Öğüdü ve açıklaması - Liderlik açısından yedi öğüt

PARGALI

Well-Known Member
Nisan Forum Üyesi
Katılım
4 Ağu 2013
Mesajlar
881
Tepkime puanı
52
Puanları
48
[h=2]Mevlana'nın yedi öğüdü:
[/h] Hz. Mevlana’nın çağlar ötesinden, günümüze ulaşan önemli miraslarından biri, yedi öğüt'üdür. Gerek ferdi, gerekse toplumsal, pek çok problemin reçetesi olan bu yedi altın öğüt şöyledir:

1- Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
2- Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
3- Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
4- Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
5- Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol
6- Hoşgörürlükte deniz gibi ol
7- Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol


beigeline2.jpg


[h=2]Yedi öğüt'ün açıklaması:[/h] [h=3]Cömertlik ve yardım etmede akar su gibi ol[/h] Laurance Bold şöyle demiştir; Para bize yaşamımızdaki bazı şeyleri daha dolu olarak değerlendirecek zamanı verebilir. Ancak bunu yapmak için gereken saf ruhu ve merakı vermez. Para, bize yeteneklerimizi geliştirecek zamanı verebilir, ancak bunu yapacak cesareti ve disiplini veremez. Para bize ilişkilerimizi geliştirecek zamanı verebilir; ancak bunu yapmak için gerekli sevgi ve özeni veremez. Kısacası para, kendisini ne için istediğimize ve onunla ne yapacağımıza bağlı olarak, bize özgürleşmemizde, yada köleleşmemizde yardım edebilir. Bu açıdan Harge’in şu sözü manidardır: “Zenginlik, kendisine sahip olana ya hizmet eder, ya da hükmeder.”

Bu anlamda cömertlik, insanın sahip olduğu imkânlardan, muhtaç olanlara ölçüler dahilinde, Allah rızasından başka bir gaye gütmeden, yardımda bulunmasını sağlayan, üstün bir ahlak kuralıdır. Bu duyguya sahip olan kişi, hem mutluluğa ulaşır, hem de toplumsal alanda, ihtiyaç sahiplerine yardım edebilme hasletine sahip olur.

Dayanışma, yaşamın bütünlüğünden kaynaklanır. Hiçbir öğe, kendi başına yalıtılmış bir varoluş gösteremez. Yaşamın her öğesi, anlamını diğer öğelerle kurmuş olduğu ilişkiden alır. Bu ilişkileri umursamamak, görmemezlikten gelmek yaşamı tıkar. Bu nedenle herhangi bir biçimde ödüllendirilme beklentisi (iyi bir şey yapmış olmanın verdiği duygu dışında) olmaksızın, bir başkasına yardım etmek, olan özgeci davranış, evrensel değer ilkelerinden biridir.

Cömertliğin zıttı ise cimriliktir, tutum içgüdüsünün bozulmasıdır!
Sözlükte cimrilik şöyle ifade edilir; “Elindeki parayı harcamaya kıyamayan, bitli, eli sıkı, ekti, hasis, kısmık, kibritçi, mıhsıçtı, nekes, pinti, sıkı, varyemez.” Cömertliğin zıttına cimrilik, katiyyen istenmeyen bir kişilik özelliğidir. Ünlü psikolog Alfred Adler, cimrilik konusunda şöyle der: “Hasetle yakın bir akrabalığı bulunan ve buna bağlı olarak görülen bir karakter özelliği cimriliktir. Cimrilik deyince, yalnız para toplayıp biriktirmekten oluşan dar anlamda bir cimriliği değil, genel anlamda bir cimriliği anlıyoruz. Böyle bir cimriliğin başlıca dışavurum biçimi, cimri kimsenin başka birini sevindirmeye bir türlü yanaşmaması, yani tümüyle topluma ya da toplumun bireylerine karşı yakınlık göstermekte cimriliğe kaçması, kendisine ait değerli hazinelerini güven altına almasıdır. Buradan da cimriliğin, bir yandan aç gözlülük ve kendini beğenmişlik, öte yandan hasetle yakından ilişkili olduğu kolaylıkla görülür.

Cömertlik ferdin kendisiyle barışık olmasını, kendisine güven duymasını ve topluma güven telkin ettiği için hoşgörülürken, cimrilik hem ferde, hem de topluma pek çok zararı dokunduğu, kişinin kendisine ve topluma olan güvenini zedelediği için, bu şekilde çeşitli kültürlerde yerilmiş, hatta çeşitli roman ve tiyatrolara konu olmuştur. Olumsuz bir kişilik özelliği olan cimrilik, aslında kişinin topluma karşı duyduğu güvensizliğin bir yansımasıdır. Kişi başına bir hal geldiğinde, kimsenin kendisine yardım etmeyeceğini, kendisinin tek dostunun yine kendisi olduğuna inanarak, parasına kıyamamakta ve onu biriktirmektedir.


[h=3]Şefkat ve merhamette güneş gibi ol[/h] Birçok psikolog, şefkat itkisinin, bebeklerin doğdukları andan itibaren, kucağa alınmaya karşılık vermeleri nedeniyle, doğuştan geldiğini kabul etmektedir. Soğuk ve mekanik davranışa maruz kalan çocuklar, genellikle mutsuzluk, hatta acı çekme belirtileri gösterirler.

Son zamanda yapılan araştırmalarda, sarılacak bir annesi veya anneye benzer yumuşak bir anne ikamesi (yapay anne) bulamayan maymun, yavrularında ağır depresyon belirtileri gözlenmiştir. Ayrıca sevgi yetersizliği ile büyüyen çocuk aşağılık duygusuna sahip olur, kendine güveni olmaz, başkalarının yönlendirmesiyle hareket eder. Arkadaşlarının ve çevresindeki kişilerin sevgisini kazanabilmek için suç da olsa, her davranışı yapmaya hazırdır. İçedönüklük ve saldırganlık gibi olumsuz davranışlar gösterir.

Şefkat ve merhamet, insanlara karşı sevgi beslemekten geçer, sevgi ise Mevlana düşüncesinin merkezidir, Mevlana'nın sevgisi evrenseldir. Irk, din, dil ayrımı yapmadan, tüm insanları kapsar. Mevlana’nın sevgisi, O’ndan yüzyıllar sonra
sevgisidir.

Mevlana’nın düşüncesinin hala güncelliğini koruyor olmasının bir sebebi de, boyutları gezegenler ötesine ulaşan bir insanlık sevgisini ortaya koymuş olmasıdır.

Toplumda sevgi tek başına yeterli değildir. Sevginin yanında insanlar birbirine saygı da göstermelidir. Saygı ve sevginin bir arada bulunduğu toplumlar uzun ömürlü olur, kargaşa içine düşmez. O toplumda saygı ve sevgi ne zaman kaybolur ise, o zaman o toplum çöker.

Saygıyı ve sevgiyi insanlar çocuk yaşta öğrenir. Büyüdükçe de geliştirir bu yüzden çocukların eğitimi ailede başlar. Ailede bir çocuğa, insanlara karşı sevgi duyması öğretildiyse, bu çocuk hayatı boyunca insanlara sevgiyle ve saygılı davranır. Fakat ailede çocuğa iyi bir eğitim verilmediyse, bu çocuk insanlara karşı sevgi duyamaz.

Gerek günümüz psikologları, gerekse Mevlana, insanın mutlu olabilmesi için sevgi dolu mutlu bir ortamda yetişmesini öngörmektedir. Nitekim aile içinde sevgi gören bir çocuk, topluma da sevgi verir. Toplumda sevgi insanlar arasında barışı sağlar. İnsanlar birbirlerine sevgi ve saygı duyarsa, birbirlerinin hakkını da gözetir. Bu da insanların birbirleriyle uyum içinde yaşamasını sağlar. O toplum gelişir ve ilerler. Diğer toplumlarda daha üstün bir durum kazanır.


[h=3]Başkalarının kusurlarını örtmekte gece gibi ol[/h] Mevlana’nın günümüze ulaşan çok değerli öğütlerinden bir diğeri ise, başkalarının kusurlarını araştırmamaktır. Başkalarının kusurlarını araştıran, kimse, kendi hata ve kusurlarını göremez. Kusurların örtülmesi, çeşitli açılardan olmakta. Kötülük yapmış olan insanın, davranışı karşısında, ona yinede iyi davranmak suretiyle veya bir kişinin yanlışını ifşa ederek, onu toplum içinde küçük düşürmekten sakınmak, şeklinde olabilir.

Gerçekte haksızlık etmiş, yanlış yapmış, bizi üzmüş, ezmiş bir insanı affetmek, onun hata ve kusurlarını görmemezlikten gelmek, insana çok ağır gelen bir meziyettir. Ama güzel huyların en asaletli olanlarındandır. Çünkü iyilikle, kötülük bir olmaz. Kötülüğü iyilikle karşılayacağız ki, aramızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost olsun.

Lincoln’e: “Düşmanlarına niçin bu kadar iyilikte bulunuyor, elinde güç ve imkan varken onları yok etmiyorsun?” dediklerinde, “Ben onlara iyi davranarak, onlarla güzel geçinerek, zaten onları yok etmiş olmuyor muyum?” der. İnsanların kusurlarını yüzlerine vurduğumuz zaman, kendilerini savunmaya geçecekleri için, onların hatalarını görmelerini de engellemiş oluruz. Fakat bize karşı göstermiş olduğu kötülük karşısında, iyilikle karşılık verdiğimizde Lincoln’in de ifade ettiği gibi, onun bu kötü davranışını fark etmesine ve kendisini düzeltmesine daha çok katkı sağlamış, böylece hem kendisine hem de başkalarına zarar vermesini önlemiş oluruz.

Kusur örtmenin bir başka türü ise, başkalarının yanında ifade edildiğinde, rahatsız olacağı bir yönünü gizleyerek, o kişiyi toplum içinde mahcup etmemek şeklinde olabilir. Herkesin zaafları, hoş olmayan yönleri olabilir, fakat bazı kimseler, kendilerini bırakıp, başkalarının kusurlarını, zaaflarını, eksiklerini araştırıp, onların dedikodusunu yapmayı çok severler.

Dedikodu, gerçek olup olmadığı bilinmeden, başkalarına kara çalmak, insanları kötülemek, kınamak, suçlamak amacıyla yapılan konuşmalar olup, sözlü saldırının günlük yaşantıda yer alan en etkin ve yaygın biçimidir. Genellikle kadınların ev toplantılarında ve işyerlerinde çalışanların birbirlerini çekiştirmesi, dedikodunun toplumsal yaşantıdaki yerini gösterir.

Başkalarının kusurlarını ortaya koymanın bir nedeni, bir kimsenin iyi durumda olmasını çekememektir, kıskançlıktır. Diğer bir neden de, kusurlarını ortaya attığı kişiden intikam almak istemesi olabilir.


[h=3]Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol[/h] Öfkeyi ihtiyaçlarımız veya arzularımız engellendiğinde, incinme, tehdit vb durumlarda gösterdiğimiz kızgınlık veya saldırganlık olarak tanımlayabiliriz. İnsan öfke ile yapılacak işin yarar yerine, zarar getireceğini düşünerek, öfkeden uzaklaşmalıdır.

Dr. Akil Muhtar Özden, Ahlâk isimli eserinde, hiddetle ilgili olarak şunları söylemektedir: “İnsanlar için hiddet, geçici bir delilik gibidir. Kızgın insan kendine sahip olamaz, düşünce kabiliyeti bozulur, söz söylemesi güçleşir. Bütün ahlâki hisler ve terbiye kaideleri karanlıkta kalır. Bir çok fizyolojik değişiklikler olur. Çoğu defa yüz kızarır, gözler parlar, kan basıncı artar. Tabii halde iken, akıldan geçmeyecek kadar, fena sözler söyler, kavga edebilir, manasız şeyler yapabilirler.

Kızgınlıkla yapılan iş ve hareketler, umumiyetle her açıdan zararlıdır. Hiddette yatkın insanı, muhtelif hadiseler etkiler. Genelde maddi yaralardan ziyade, izzetinefislerine dokunan hareketler, gizli alay gibi muameleler hiddetlendirir.

Hiddetlenme, kin, düşmanlık ve intikam hisleri doğurur. Dostların muhabbetlerini azaltır, görenlerin alayını celbeder ve nihayet insanda dert keder gibi ızdıraplar bırakır.

Hiddet farklılıklar içerir. Bazı hiddet biçimi, tecavüze sevketmez, çabuk geçer. Diğeri ise az veya çok devamlılık gösterir, kin uyandırır. Üçüncüsü ise, hemen mücadeleye sevkeder.

Neticeye uzun vade içersinde bakılacak olursa, felç, kalp krizleri, kanamalar, hazım bozuklukları, hastalıklara karşı vücudun mukavemetinin azalması gibi, organik zararları vardır.

Hiddete yatkın insan, bu olumsuz halini yenmeye alışmalıdır. İzzeti nefsi ile ilgili yüksek hisleri kuvvetlendirmek suretiyle bu yapılabilir. Hakaret gören, faziletini çoğaltarak benliğini memnun etmeyi öğrenmelidir. Haksız tenkitlere ehemmiyet vermek manasızdır. İyi bir terbiye, doğru düşünme, bu zihni kazancı kolaylaştırır. İnsan her hissini mukabil hissi kuvvetlendirerek alt edebilir.” İnsan kendi hiddetini yenmeye çalışır ve bunu itiyat haline getirebilir ise, bir çok beyhude hadiseleri görmezden gelir. Asabiyet karşısında sabretmek ayrıca kişiyi “affetmeye” yöneltir ki bu da yaşam sanatının bir başka becerisidir ve mutluluğun anahtarlarından biridir.


[h=3]Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol [/h] İnsandaki benlik duygusu, irade ve aklın kontrolünden kurtularak azgınlaşırsa, büyüklük hastalığı başlar. Fakat bu duygu gelişmezde şahsiyeti tamamen öldürülürse, o zaman da, aşağılık duygusu baş gösterir. Aşağılık duygusuna kapılan kimsede irade zayıflar, korkak, beceriksiz ve çekingen olur.

Tevazu, bir bakıma aşağılık duygusuna benzese'de ondan çok farklıdır. Tevazuda, irade ve akıl vardır. Mütevazi insan düşünerek ve kendi şuuruyla, bencil arzularını, isteklerini yener. Hayatın türlü aşamalarını düşünerek, kendi acizliğini unutmaz. Bütün hareketlerinde aklını kullanır. Basit duygularına esir olmaz. Sık sık kendini kontrol ederek, hatalarını bulmaya ve bunları düzeltmeğe çalışır. Makam, servet, şöhret gibi gelip geçici şeylere fazla önem vermeksizin, insanlara hizmet eder.

Ancak tevazuun da bir sınırı vardır. Mütevazi olmak demek, hakaretlere katlanmak, haysiyet ve şereften yoksun olmak değildir. İnsan mütevazi olmakla beraber, ağırbaşlı ve şahsiyetli olmasını bilmelidir.”

Mevlana’ya göre büyüklenmemek, gururlanmamak, kibri bir tarafa bırakıp, alçak gönüllü olmak, gönül kırmamak, edepli olmanın işaretleridir, tüm irfan sahiplerine göre, her şey ancak edep ile güzelleşir, düzenlenir.


[h=3]Hoşgörülülükte deniz gibi ol[/h] Çocuğun bencilliğinden başlayarak, yetişkin insanların kendilerini beğenmişliklerine ve gururlu tavırlarına ülkemizde çok sık rastlanır. Olgun sanılan insanlarda bile, kendini beğenmek, kendi düşüncelerini beğenmek, kendisininkinden farklı düşünce ve inançlara şüphe ve küçümseme ile bakmak adeti çok yaygındır. Bu insanlar ruhunu o kadar daraltmıştır ki, ilersini göremeyen manevi körlük yaşarlar. Nefret, kin tutma, bağışlayamama tutumu, kendi kendini bozguna uğratan duygulardır.

Çağımızda hoşgörüye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Zira dünyamızda bir taraftan kültürel değişim ve küreselleşme yaşanırken, diğer taraftan milliyetçilik, radikalizm, şiddet, yabancılara karşı ayrımcılık ve nefret duyguları kendini göstermektedir. Bu nedenle çağdaş insanda gelişmesi gereken en değerli yeteneklerden birisi hoşgörü'dür.

Ruhbilim açısından hoşgörü, insanın kendisini başkalarının yerine koyması, onu anlamaya çalışması demek olan, duygu sezgisiyle kazanılır.

Hoşgörü, ailede kazandırılması gereken bir haslettir. Fakat çocuklar yaptıkları ufak tefek hatalardan dolayı bile çoğu kez cezalandırılırlar. Bağışlanmayan çocuklar, yetişkin olduklarında “bağışlayamayan”, katı ve “hoşgörüsüz” insanlar olurlar. İç dünyalarında rahatsızlığını bir ömür boyu çekerler. Oysa sabırsızlık, dayanamamak, kıskanmak, kavrayamamak, affedememek, gibi duygular, ruhun pek zayıf düşmüş olmasının sonucu olan hoşgörmezliğin (taassup) ürünüdür! Bu sebeple çocuklara, davranışlarına göre, onları şımartmayacak biçimde hoşgörü yaklaşımı sergilemek gerekir.

Mevlana’dan bize miras kalan, fakat şu anda varlığını neredeyse unutmuş olduğumuz hoşgörü, çağdaş ve geçerli bir iletişim biçimi olması gerekmektedir. İnsanları anlamak, bilmek, onlara saygı duymaktır. İnsanların birbirinden farklı duygu, düşünce, davranış, tutum, eylem biçimleri olduğunu kabul etmektir.

Hoşgörü, sınırsız bir zekanın, aydın ve üstün tutkuların eseridir. Bağışlamasını bilir, insanlığı sever, karşısındakini dinler, irade ve inancına maliktir; kendi düşüncelerini başkalarınınki ile mukayese eder, bencilliğinden hiç olmazsa, karşısındakilerin fark edemeyecekleri bir manevra ile vazgeçebilir. Doğruyu ve iyiyi, tereddütsüzce benimser, beğenir, hiç olmazsa onları dinlemek ve suçlandırmamak büyüklüğünü gösterir.

Mevlana hoşgörüsü, sevgi anlayışının bir uzantısı olarak, dil, din ve ırk farkı gözetmeyen bir hoşgörüdür. Çünkü o yaşamın, insanlığın olmazsa olmazı olarak gördüğü hoşgörünün, her insanda bulunması gerektiğine inanmaktadır. Bu niteliği tüm dinlere, inançlara, düşüncelere, görüşlere de açık tutar. Çünkü Mevlana’ya göre, ilk yaratılan aşktır. Her yaratık bir aşk kıvılcımı taşımaktadır, bütün varlıklar, yüceler yücesi olan Allah'a doğru bir vuslat özlemi içindedir.

Hoşgörü yüceltilmiş davranış biçiminin bir vazgeçilmezidir. Hoşgörülü insanda saygı, sevgi, aşk vardır, kendine güvenir, bilgilerine emin olur. Karşıt hissedenler, bencil gibi değerlendirsede, onlar verimlilikleri ile karakterlerini gösterir. İnsan uygarlığını bu ruhlara borçluyuzdur.

Vaktiyle
bir yazısında, “Senin fikirlerini beğenmiyorum, fakat onları savunmana engel olacak kimselerle, ölesiye savaşmaya hazırım.” demiştir ki, bu hoşgörünün pek yüce ve asil bir ifadesidir.

Kaynağını Kur’an ve Hz. Peygamber’in uygulamalarından alan, Mevlana’nın hoşgörüsünü en güzel ifade eden, adeta hoşgörünün sembolü haline gelmiş olan beyiti:
-Gel yine gel, her ne olursan ol yine gel
-Eğer kafir, Mecusi veya Putperest isen yine gel.
-Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir
-Yüz defa tövbeni bozmuş olsan yine gel.


[h=3]Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol[/h] Genel anlamıyla, kişinin başkalarından ayrı bir insan olarak kendi sosyal kimliğinin farkında olması, psikolojide öz-bilinç kavramıyla ifade edilmektedir. Psikolojide, sağlıklı insanlar ne olduklarının ve ne olmadıklarının farkındadırlar.

Mevlana’nın yaşadığı dönemde, yönetici konumundaki insanların, etraflarında onlara gerçek yüzlerini göstermeden, dalkavukluk yapan insanlar olduğu gibi, Mevlana’nın kendi çevresinde de, o’na başka türlü, etrafa başka türlü davranan insanlar olmuştur. Mevlana’nın burada ifade etmek istediği husus, insanın özüyle, sözüyle bir olması, yanar döner, bir öyle bir böyle davranmamasıdır. Bu durumun hoş olmadığını bu veciz sözleriyle ifade etmişlerdir.

Tarihin her döneminde ve dünyanın her tarafında, birçok insanların alışkın olduğu, birçoğunun hoşlandığı, dalkavukluk belki diğer bazı insancıl kusurlar gibi suç eğilimli bir davranış değildir, fakat bazı hallerde, zarar yaratabilen bir karakter bozukluğudur. Dalkavukluk, açık yürekliliğin ve samimiliğin tamamıyla tersi olan bir davranıştır. Samimilik kendine olduğu kadar, başkalarını da aldatmamak, medeni cesurlukla konuşmak, doğru bildiği şeyi sakınmadan söyleyebilmektir.

Dalkavukluk çoğu kez bir aşağılık duygusunun, kişiliklerini kabul ettirme zorunluluğunun baskısı altında olarak ancak başkasının koltuğu ve korunması altında yaşamak ihtiyacından ortaya çıkabilmektedir.

Özellikle evlilik öncesi tarafların birbirlerini, olduklarından daha olumlu kişilermiş gibi göstermeleri, olumsuz yönlerini gizleyerek, hep olumlu yönlerini ortaya çıkarmaları, yaşanan bir realitedir. Bu ise daha sonra mutsuz evliliklerin yaşanmasına sebep vermektedir. Çünkü taraflar birbirlerine karşı ne oldukları gibi davranmış, ne de davrandıkları gibi olabilmektedirler.

Olduğu gibi davranmayan insanlar, çevreleri tarafından, bu yapmacık tavırlarından dolayı, güvensiz kişiler olarak görülür ve kendilerine ona göre tavır alınır. Çevreden dışlandığını hisseden bu kişiler ise, mutsuzluğa ve yalnızlığa mahkum olurlar.


[h=3]Sonuç[/h] Mevlana’nın yedi öğüdü, hemen hemen herkesin bildiği, fakat farkına varamadığı hususlardır. Yani herkes cömertliğin, merhametin, vs. iyi bir şey olduğunu, başkalarının kusurlarını araştırmanın, hiddetin de insana zararı dokunan özellikler olduğunu bilir, ama çoğu zaman bir kişilik özelliği olarak, bunları içselleştirmeyi başaramaz.

Bu durum sigaranın pek çok kanser türünde büyük bir rolü olduğunun bilinmesine rağmen, başta sağlık personeli olmak üzere, hala pek çok kişi tarafından içiliyor olması gibidir.

Yedi öğütte ortaya konan hususlarla Mevlana, mesnevi ve diğer eserlerinde ortaya koymaya çalıştığı ideal insan modelinin bir parçasını sunmaktadır. Onun niyet-aksiyon perspektifinden yani ahlak felsefesi açısından ele aldığı ideal insan modeli, Kur’an’ın ideal insan yani salih insan modeliyle örtüşmektedir.

Mevlana dünya malına, servete, soya-sopa itibar etmemiş, insanları sabırlı, devlet adamlarını adaletli ve merhametli olmaya davet etmiştir. Mevlana insanların hem aklına, hem de gönlüne hitap etmiştir. Böylece insanın sevgi pınarı harekete geçer, beşeri ilişkilerinde daha hassas ve ulvi duygularla hareket eder, sosyal dayanışma tesis edilir.

Yaşadığımız yüzyılda, başta stres ve çevre kirliliği olmak üzere, pek çok olumsuzluk insanlığı tehdit etmektedir. Dışarıdan etki yapan bu tür baskılar ise, bağışıklık sistemimizi olumsuz yönde etkilemektedir. Bağışıklık sistemimizin bozulması ile, geliştiği düşünülen hastalıkların birkaçı şunlardır: gastrit, ülser, kolit gibi psikosomatik hastalıklar, tansiyon yüksekliği, bazı kalp, akciğer hastalıkları ve tümörlerdir. Bu tip hastalıkların doğmasına yardımcı olan etkenler ise: üzüntü, güvensizlik, inançsızlık, şüphecilik, gurur, kibir, ego, ilgisizlik, sevgisizlik vb.dir ki bunlar da Mevlana’nın mesnevisinde dikkat çektiği hususlardır. Mevlana’nın gösterdiği şekilde, dünyaya niçin geldiğini aramasını bilen, cehaletten kurtulmuş, sevgiyi tanımış, kendi içi ile barışmış, iç dünyasına önem vererek onu eğitmeye niyetlenmiş kişi ve bu kişilerden oluşmuş toplumlar daha huzurlu ve bu nedenle daha sağlıklı olacaklardır.

Tasavvuf, huzura kavuşturan haldir. Şifamız kendi içimize bakabilişimizdedir diyerek, bugün psikiyatride gerek hastalığın önlenmesi, gerek tedavisinde amaçlanan kişi ve kişiler arası ilişkiyi iyileştirme çabalarında: kine-nefrete, tükenmişliğe yol açmayı önlemeyi, akıl bozukluğu olan hezeyanların-depresyonun gelişebileceği ortamı önlemeyi, ve ruhi bütünlüğü sağlayıcı yolları tarif etmektedir.

Mevlana, hayatta olup bitenler, günlük stresler karşısında insanın dayanamayıp, fizik ve ruhsal hastalıklara yakalanmasının, tasavvuf metodu ile önlenebileceğini ifade etmektedir.

Esasen bütün dinler, felsefe ve ahlak sistemleri insanın maddi değil, ruhi yönünü ele alıp, “insanı mutlu kılmak” ister. Görülüyor ki Mevlana insan ruhuna büyük önem vererek, akıl sağlığında koruyucu reçete yazıyor. Hem de ızdıraplı yatan hastanın, hekiminden beklediğini yaparak, çocuk–kadın-yaşlı-suçlu ayırt etmeden herkese sevgi ile muamele etmeyi öğretiyor.

Fert ve toplum düzeninde anahtar rolü oynayan insan sevgisinden bahseden Mevlana:
“ne ben benim, ne sen sensin, ne sen bensin, bensiz…
hem ben benim, hem sen sensin, hem sen bensin…” diyerek iyi ilişkilerin fert ve toplum açısından önemini belirtmekte ve en ideal ruh hekimi gibi insan sevgisini hatırlatarak, “Biz kimseden ücret istemeyiz, ücretimiz hiçbir eksiği olmayan Allah’tan gelir…” ifadesiyle “halkı” ve “Hakkı” bir tuttuğunu belirtiyor.
 
  
 
paylaşım için teşekkürler
 
    
Emeğinize Sağlık Paylaşıma Tskkrr...
 
    
 
 

Similar threads


Üst Alt