Güzel Hikayeler Kabirde Konuşan Genç, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

melankolik

Member
Nisan Forum Üyesi
Katılım
19 Tem 2011
Mesajlar
60
Tepkime puanı
1
Puanları
8
Takva sahibi olmak, hayatın her döneminde güzel. Ama fırsatlar çağı gençlikte bir başka güzel. Güce, kuvvete, güzelliğe rağmen günahlardan sakınanların mükafatı ebedi mutluluk. Hayatın baharı şeytana satılmazsa, sonsuz bahar bir adım ötede.

Hz. Ömer'in (R.A.) halifeliği döneminde ibadet ehli, son derece takva sahibi bir genç vardı. Hz. Ömer'in hayret ve takdirle izlediği bu gencin kalbi, Allah ve Rasulü'nün (A.S) sevgisiyle doluydu. Vakit namazlarında cemaati kaçırmaz, namazdan çıkar çıkmaz evine döner ve ihtiyar babasının hizmetlerini görürdü.

Bu gencin evine giden yolu bir kadının kapısının önünden geçiyordu. Kadın her defasında gencin yoluna çıkarak çirkin tekliflerde bulunuyor, fakat genç, Allah korkusundan ona iltifat etmiyordu.

Yine bir gün yatsı namazını kıldıktan sonra evine giderken, kadın tekrar karşısına çıktı. Bu sefer bütün maharetini kullanarak genci kandırmayı başardı. Fakat genç, kadının ardı sıra eve girerken birden bire Allahu Tealâ Hazretleri'ni hatırladı ve korkuyla dilinden şu ayet döküldü:

'Takvaya erenler (var ya); onlara şeytandan herhangi bir vesvese iliştiği zaman (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp, hemen gerçeği görürler.' (A'raf/201)

Hemen ardından da bayılarak düştü. Kadın hizmetçisini çağırdı. Genci tutarak evinin önüne getirip koydular. Sonra da kapıyı çalarak babasına haber verdiler. Babası dışarı çıkınca, oğlunu baygın bir vaziyette kapının önünde buldu. Komşulardan bir kaçı genci tutup eve taşıdılar. Uzun bir müddet baygın kalan genç kendine gelince, babası:

- Evladım neyin var ne oldu? diye sordu. Oğlu:

- Bir şeyim yok. dedi. Babası:

- Allah aşkına söyle! deyince, oğlu başından geçenleri anlattı. Babası:

- Hangi ayeti okumuştun? diye sordu. Genç, ayeti okudu ve tekrar kendinden geçti. Bir de baktılar ki genç ruhunu teslim etmiş. Bunun üzerine genci yıkadılar ve gece vakti götürüp göz yaşlarıyla defnettiler. Sabah olunca olay Hz. Ömer'e bildirildi. Hz. Ömer, gencin babasına gelerek başsağlığı diledi ve:

- Bana niye haber vermedin? diye sordu. Gencin babası:

- Ey Mü'minlerin Emiri, vakit geceydi. dedi. Hz. Ömer:

- Bizi onun kabrine götürün. dedi. Hz. Ömer ve beraberindekiler gencin kabrine geldiler. Hz. Ömer (R.A):

- Ey filan kişi! Rabbin makamında durmaktan korkanlara iki cennet var. (Rahman/46) dedi. Kabirdeki genç konuşup:

- Ya Ömer! Rabbim Cennette bana onları iki defa verdi. diye cevap verdi.
 
  
 
Hep Aynı Dua

Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında, Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.. diyerek hep aynı duâyı okuyordu. Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:

Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular. Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi. Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:

Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!

Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:

Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni.

Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:

Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.

Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!.. (Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)

. Evet, enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi. Âhiretteki karşılığı ise, ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi, îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın Âmîn...
 
    
SArhoşun Besmelesi

Bişr-i Hafi. Evliyânın büyüklerinden. Genç. Günah çukuruna düşmüş yuvarlanıyor yuvarlandıkça batıyor...

Bir gün Gecesini içki masalarında sabahladığı bir gecenin günü. Sarrhoş. Evinin yolunu tutturmuş, gidiyor, gitmeye çalışıyor. Yürüyor. O da ne? Bir kağıt, üstünde Besmele yazılı bir kağıt. İçi cız ediyor. Eğiliyor. Çamurların içinden Besmele yazılı kağıdı alıyor. Hiç Allah'ın ismi yerde olur mu, çamurlar içinde olur mu, bin bir düşünce bin bir ah ediş. Kağıdı öpüyor, çamurlarını siliyor, temizliyor, evine götürüyor, güzel kokulare sürüyor ve eveinin en güzel yerine asıyor.

O gece âlim bir zât bir rüyâ görür. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.
Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
-Kimden haber vereceksin?
-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz.
O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi.
 
    
Hazreti Fatıma Validemiz (r.a) ve Sabah Namazı

Hz. Fatıma Validemiz (r.a.), henüz süt emmekte olan Hazret-i Hüseyin hastalandığı için sabaha kadar uyuya*ma*mıştı. Evlâdının inleyişi karşısında gözlerine sabaha kadar uyku girmedi. Hz. Hüseyin sabaha doğru bir ara uyur gibi olduğunda, Hz. Fatıma bulduğu ilk fırsatta kâinatın sahibine yönelerek sabah namazını eda etmişti. Kendisini çaresiz bırakan uykuya ancak bundan sonra vakit ayırabilmişti. Sonra, mescid-i şerifte sabah namazını kıldıran Peygamber Efendimiz (a.s.m.), âdeti üzere onun evine teşrif etmişlerdi. Hazret-i Fatıma Validemizi uyur vaziyette görünce, onun sabah namazını kılmadığını sandı.
– Ey kızım Fâtıma, Peygamber kızıyım diye sakın namazı terk etme! Beni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, namazını vaktinde kılmadıkça cennete gireceğini zannetme, diyerek, namazın hiçbir şekilde ihmal edilemeyeceğini belirtti. Buna karşılık Hz. Fatıma:
– Canım babacığım, sabaha kadar uyumadım. Sabah namazını kılıp yattım, deme gereği duydu. O zaman Efendimiz (a.s.m.), sevgili kızını şöyle müjdeledi:
– Müjdeler olsun sana kızım! Âhirette böyle sıkıntılar görmeyeceksin.
 
    
Bir Kalp Kaç Kişiyi Sever?

Bir gün Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali’ye sorar der ki;

Ya Ali Allah’ı seviyor musun?


Evet, Ya Resulullah

Peki, beni seviyor musun?

Evet, Ya Resulullah

Peki, esini seviyor musun?

Evet, Ya Resulullah

Peki, çocuklarını?

Evet, Ya Resulullah

Peki, bunların hepsini bir kalpte nasıl yapıyorsun?

Hz Ali beklemediği bu soru karşısında şaşırmış ve cevap verememişti. Bunu düşünmem gerek diyerek oradan ayrılmıştı. Hz. Ali düşünceli bir şekilde dolaşırken eşi Hz. Fatıma düşünceli olduğunu fark ederek sorar.

“Nedir bu halin ya Ali? der. Eğer bu düşünceliliğin dünyevi kaygılardan dolayı ise sana yakışmaz, bırak gitsin. Yok, bu halin Rahmani kaygılardan dolayı ise anlat birlikte çözüm bulmaya çalısalım" der.

Hz. Ali, efendimize gecen konuşmayı bir bir Hz. Fatıma’ya anlatır. Hz. Fatıma durumu öğrenince tebessüm eder. Hz Aliye derki;

"Ya Ali babama git ve de ki;

Kişi Allah’ı aklıyla ve ruhuyla sever,

Peygamberimizi kalbiyle sever,

Eşini nefsiyle sever,

Çocuklarını şefkatiyle sever."

Hz. Ali aldığı bu cevap karşısında memnun olur ve Efendimizin yanına gelir. Hz. Fatıma'dan öğrendiklerini Efendimize anlatır. Efendimiz cevabını alınca tebessüm eder. Ve der ki;

"Ya Ali bu bana getirdiğin gül, nübüvvet ağacından koparılmıştır''
 
    
Peygamber Efendimiz'den (s.a.v) Bir Hatıra

Enes b. Malik'in (r.a.) rivayet ettiğine göre:
Bir Cuma günü Hz. Peygamber (a.s.) ayakta hutbe okurken Darul-Kaza tarafında zamanında mevcut olan kapıdan bir kimse Mescide girdi. Resulüllah'ın karşısına dikilerek şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü (a.s.) mallar (hayvanlar) helak oldu, yollar kapandı. Yüce Allah'a dua et de bize yağmur versin!" Hz. Peygamber hemen ellerini kaldırarak: "Ey Allahım! Bize yağmur ver. Ey Allahım! Bize yağmur ver. Ey Allahım! Bize yağmur ver." diye dua etti. Enes (r.a.) sözlerine devamla: Allah'a Yemin olsun ki; o sırada biz gökyüzünde hiç bir bulut parçası görmüyorduk. O zaman Seli dağı ile aramızda ev, bina hiçbir şey yoktu. Derken Resulüllah'ın ardından, kalkan şeklinde bir bulut parçası görüldü. Sema'nın ortasına varınca yayıldı, sonra da yağmur yağmaya başladı. Yemin olsun, bir hafta güneş yüzü göremedik. Gelecek cuma günü, yine Resulüllah ayakta hutbe irat ederken aynı kapıdan birisi girip Peygamber'in karşısına dikilerek: "Ey Allah'ın Resulü! Mallar helak oldu, yollar kesildi. Allah'a dua et de artık bu yağmurları bizden dindirsin" dedi. Enes (r.a.) bunun üzerine Allah Resulü (a.s.) ellerini kaldırarak: "Ey Allahım! Etrafımıza, üzerimize değil. Ey Allahım! Tepelere, bayırlara, dere içlerine ve otlaklara (yağdır)" diye dua etti. Bunun üzerine hemen yağmur kesildi. Biz namazdan çıktığımızda güneşte yürüdük
 
    
Bugün Burada Ölen Br Çinli Varmı

Resûlullah [s.a.v.] rüyamda göründüler ve: "Bugün burada bir çinli vefat edecek, onun cenazesi ile ilgilenin." buyurdular.

Bundan altı, yedi ay önce Çin'in değişik bölgelerinden on kişi İstanbul'a gelir. Bu on kişi sıradan insanlar değildir.

Bunların ortak özelikleri yeni Müslüman olmalarıdır. Umre için İstanbul üzerinden Arabistan'a gideceklerdi. Hepsi de yeni Müslüman olmuş. Kimi yirmi gün önce, kimi bir ay, en uzağı iki ay önce Müslüman olmuştu. Ne yeterince İslâmî bilgileri vardı, ne de yapacakları umre ile ilgili bir bilgileri.


Yanlarına, kendilerine yardımcı olacak, hem Çince'yi, hem Arapça'yı iyi bilen, hem de İslâmî bilgisi olan birini rehber olarak alacaklardı.


Mevlâ'mızın takdiri, Türkistan'daki Çin zulmünden kaçıp İstanbul'a yerleşmiş bir Uygur kardeşimiz, bu on Çinliye rehber oldu. Bundan sonra hâdiseyi bu kardeşimizden dileyelim.


Bahsi geçen kardeşimiz şu anda bizim yanımızda bulunmaktadır.
- "Yeni Müslüman olmuş bu on Çinli ile birlikte yola çıktık. Kısa zamanda aramızda iyi bir dostluk kuruldu. Yeni mü'min olmuş bu insanlar, büyük bir heyecan yaşıyorlardı.


Hiçbirinin İslâmî bilgisi yoktu. Hatta namazda okuyacakları sûreleri bilmedikleri gibi Fatiha'yı bile bilmiyorlardı. Bazı zikirleri yaptırmaya çalışıyor, ancak Çince telâffuz zor olduğu için zikirleri tam okuyamıyorlardı.


Namazlarda sadece "Elhamdülillah, Allahu Ekber" diyebiliyorlardı. Bana sormuşlardı "Ne yapalım?" diye.
Ben de onların kimine "Elhamdülillah", kimine "Lâ ilâhe illallah" ve benzeri zikirleri öğretmeye çalışıyordum. Onlar da namazlarda bunları söylüyorlardı.
Önce Mekke'ye gittik. Kâbe'de onların hâli görülmeye değerdi. Yeni doğmuş çocuklar misali heyecan ve neşe içinde, kâh ağlıyor, kâh gülüyorlardı.


İsimlerini değiştirmiştik: Muhammed (Çan Çing) Hasan, (Çun Fang) gibi her biri yeni ismi ile çağırılıyordu. On Çinli kardeşimizden biri olan Muhammed de bir farklılık vardı. Bu durum dikkatimi çekmişti. Her namazını gözleri yaşlı olarak bitiriyordu. İyice dikkat ettim. Evet, Muhammed namazlarında ağlıyordu. Bana da sürekli sorular soruyorlar, İslâm hakkında bilgi ediniyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla onlara bilgiler veriyordum.


Bir gün Muhammed sordu:
- İçki nedir, İçkiye dinimiz nasıl bakar?
- Rabbimiz içkiyi kesin olarak yasaklamıştır, içilmesi, yapılması, taşınması, satılması yasaktır.
Kaldığımız otele gelmiştik. Muhammed bir telefon edeceğini söyledi ve ona memleketine telefon etme imkânı sağladık. Çin'deki kardeşini arıyordu, kardeşine aynen şöyle diyordu:
- İçki fabrikamızı kapat, Allah'ımız öyle emretmiş. Bize bu emre uymak düşer. Kardeşi bunu yapamayacağını, birçok bağlantısının olduğunu, durup dururken, kapatırlarsa, yüz binlerce dolar zarar edeceklerini, hiç olmazsa kendisine biraz zaman vermesini söyler. Fakat Muhammed kararlıdır:
- Allah emretmiş, bize uymak düşer. Fabrikayı hemen kapat, ben gelince borçları hallederim.
İçki fabrikası kapanıyor. Mekke'deki ibadetlerimize devam ediyoruz.
Yine bir gün bana sordukları sorularda çıkardıkları bir neticeyi açıklarlar:
- Kadın modası, kadınları yarı çıplak resmetmek gibi faaliyetler de dinimizde yasak mıdır?
- Evet yasaktır. Aynı gün ötele geldiğimizde yine Çin'i aradı ve bu sefer de kardeşine moda evinin kapatılması emrini verdi. Kardeşi yine itiraz etti, ancak Muhammed ne itiraz dinledi, ne de kararından vazgeçti.
- Rabbimiz emretti ise, bize bu emre uymak düşer. Mekke'deki ziyaretimizi bitirdik ve Medine'ye gittik.


Medine'de bir sabah namazı. Efendimizin "Burası cennet bahçesidir." buyurduğu yerde sabah namazının fazını kılıyoruz.


Muhammed benim yanımda. Diğer Çinli kardeşlerimizle aynı saftayız. İlk secdeye varıyoruz, secdeden kalkıyoruz, ikinci secdeye varıyoruz, sonra kıyama kalkıyoruz. O da ne?


Muhammed hâlâ secdede, kalkmadı. Tekrar secde ediyoruz, ettahiyyatı okuyoruz ve selâm veriyoruz. Muhammed hâlâ secdede. Düşündüm ki, yorgunluktan ve uykusuzluktan bazen insana bir geçkinlik geliyor, Muhammed'e de secdede böyle bir şey oldu, uyudu. Elimi uzattım, omzuna dokundum ve hafifçe çekeyim dedim ki, sağ tarafının üzerine yuvarlandı. Muhammed'in ölmüş olabileceğini düşündüm. Olay duyulmuştu. Görevliler müdahalede bulundular, dışarı çıkardılar, bir ambulansa koyarak hastaneye götürdüler. Biz de gittik. Hastanedeki ilk muayenede çoktan vefat ettiğini söylediler. Muhammed'i hastanenin morguna kaldırdılar.


Çinli kardeşlerimle birlikte hastanenin önünde ne yapacağımızı bilemez bir hâlde üzüntü içinde bulunuyorduk. O sırada bir araba ile makam mevki sahibi bir zat geldi. Herkes onu hürmetle karşıladı, sonradan öğrendik ki bu zat Medine'nin ileri gelen yöneticilerinden biri idi. Hastane yetkililerine sordu:
- "Bugün burada ölen bir Çinli var mı?"
- "Evet", cevabını alınca şu açıklamada bulundu:
- "Dün gece Efendimiz rüyamda bana göründü ve buyurdular ki,
- "Yarın burada bir Çinli kardeşim vefat edecek, onun cenazesi ile ilgilenin."


Bir anda her şey değişti. Muhammed'i morgdan aldılar, bir devlet yetkilisine yapılanlardan daha fazlasını yaptılar. Cennetü'l Bakî'ye defnettiler.


Bu hâdiseyi bizzat yaşayan ve onlara rehberlik yapan Doğu Türkistanlı kardeşimiz hâdiseyi bu şekilde anlattı.


Teslimiyeti gördük değil mi? "Rabbim emrettiyse, bize uygulamak düşer." Zararmış, ziyanmış, önemi yok. Rabbimiz emretmiş ve iş bitmiştir. İşte sahabe inancı.
Bu Çinli kardeşimiz de o inanca ulaştı ulaşmasına; ancak dünyada fazla kalamadı. Çünkü bu dünya pisliğinin içinde fazla kalamazdı ve kalmadı da. Efendimizin de ilgisine mazhar oldu. Ne mutlu bu Çinli kardeşimize, ruhu için elfatiha.


Bakın teslimiyete. "Emir Mevlâ'dan ise, bize uymak düşer."

Çinli Muhammedimize bak! O bir anda koskoca bir fabrikayı nasıl feda etti?!


Madem ölüm tek bir defa gelecek...
 
    
Mezardan Gelen Sesler

YAŞLI ADAM, eşinin kabrini ziyaret etmek için gittiği kabristanda, bir inilti duyarak yavaşladı. Sağa sola bakınarak kulak kesildi.
Ortalıkta kimseler yoktu ama, o sesi işittiğinden emindi. Önce hızlı adımlarla kaçmak istedi. Fakat sanki büyülenmiş gibiydi. Korkudan olsa gerek ki, gücü zaten çok azalan ayakları tutulmuş, vücudu uyuşmuştu. Diz boyu otla çevrili mezarlar arasında, güçlükle ilerleyip o tarafa yöneldi. İnlemeyi bir kez daha duyunca, daha fazla yanaşmayıp yere oturdu. Tüylerini diken diken eden ses, birkaç metre ilerden geliyordu.
Yaşlı adam, bazı velî zatların, kabirdeki insanlarla konuştuğunu duymuş, bunları da herkese anlatmıştı. Belki laf olsun diye:
— Neden böyle inleyip duruyorsun? dedi. Bir derdin mi var?
Derinlerden gelen bir erkek sesi:
— Büyük bir azap çekiyorum!. dedi. Her kemiğim tek tek kırılmış sanki.
Yaşlı adam, tâ iliklerine kadar ürperdi. Acaba kendisi de, evliya mıydı? Her ne olursa olsun, bu cevabı kesinlikle beklemiyordu. Güç bela toparlanıp:
— Ne zamandır bu haldesiniz? diye sordu. Yani ne zaman öldünüz?
— Vallahi bilmiyorum!. dedi mezarda yatan. Sanki dün yaşıyordum, hatta eğleniyordum. Arkadaşlarla birlikte biraz içki içmiştik, daha sonra ayrıldık. Bu arada, sanki yüksek bir yerden düştüm. Her halde ölmüşüm ki, şimdi bu mezardayım. Üstelik de büyük bir azap çekiyorum.
— İçkinin haram olduğunu ve kabir azabına yol açtığını bilmiyor muydun? diye sordu dışardaki. Allah bilir, başka büyük günahlar da işledin.
— Keşke ellerim kırılsaydı!. dedi, adam. Keşke kırılsaydı da, o büyük günahları işlemeseydim. Keşke dudaklarım yapışsaydı da, içki denilen zehri içmeseydim. Ne yazık ki her türlü işi yaptım, kumardan tut tâ hırsızlığa kadar. Şimdi öyle pişmanım ki hiç bilemezsin. Burada bu şekilde, bir saniyecik bile kalmaktansa, ömür boyu aç kalmaya razıydım. Ağzıma içki değil, gerekirse bir yudum su bile koymazdım. Başımı da babam gibi secdeden kaldırmazdım.
— Demek baban dindar biriydi, dedi dışardaki. Neden onun yolundan gitmedin ki?
— Namaz kılmak biraz güç geldi, dedi adam. Oruç tutmak da öyle. Günde beş kez seccadeye yatmayı, uzun yaz günlerinde, aç ve susuz kalmayı istemedim. Açıkçası, havam bozulur diye korktum. Oysa şimdi bu karanlık çukurda yatıyorum. Tertemiz bir havaya, yemeğe ve suya hasret şekilde. Üstelik de dayanılmaz acılar içindeyim.
Yaşlı adam, biraz düşünceliydi. Acaba bu ölü için bir fatiha okusa, ya da dualar etse, faydası olur muydu? Bu konuda açıkçası çok ümitsizdi. Bir insan, kullarına verdiği sayısız nimetlerle merhametini ispatlayan ve kendisini en çok “Rahim” ve “Rahman” isimleriyle tanıtan Allah’ın azabına uğramışsa, âciz bir kul, o kişiye nasıl yardım ederdi?
Sessizce yerinden kalkıp ilerleyince, henüz yeni açılmış bir mezar gördü. Sahibini bekleyen bu çukurun yanında, birkaç tane içki şişesi vardı. Bir tek de ayakkabı.
Hemen o yana koştu. Boş mezarın içinde, üstü başı içki kokan bir adam yatıyordu. Ceketi de yüzüne dolanmıştı.
Yaşlı adam, önce mezara inmeyi düşündü. Fakat ağrıyan beliyle bu işi yapamazdı. Uzunca bir dal koparıp tekrar yanaştı ve bunu cekete taktırıp, sırt üstü yatan sarhoşun yüzünü açtı. Mezardaki adam, ondan fazla korkmuştu.
Yaşlı olan, bir anda rahatlayıp:
— Demek konuşan sendin? diye tebessüm etti. Seni ölü sanmıştım.
Mezardaki, derin derin nefes aldıktan sonra:
— Ben de öyle zannetmiştim!. diye sevindi. Geçen akşam buralarda içmiştik. Kafayı bulduğumda, bu çukura düşüp kaldım her halde.
Sarhoşun vücudu perişan bir haldeydi. Sırt üstü düştüğünde, üç beş tane kaburgası kırılmış, bir kez bile çalışmayan beyni sarsılmış, bütün gece o mezarda yatıp kalmıştı.
Yaşlı adam, hemen bir ambulans çağırdı. Sarhoş, mezardan kurtulup sedyeye alınırken, başını ona doğru güçlükle çevirerek:
— Sağ olasın amca!. diye teşekkür etti. İyileşir iyileşmez sana haber veririm. Bol mezeli bir çilingir sofrası düzenleyip, yeniden doğduğum günü kutlarız.
 
    
Yâ Resûlallah! Siz de mi ağlıyorsunuz?

Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, bütün insanlara karşı bir şefkat ve merhamet kaynağını andırıyordu. Mini mini yavrulara, şipşirin çocuklara karşı ise bambaşka bir muhabbet, apayrı bir şefkat besliyordu. Hele kendi çocuklarına karşı âdeta bir şefkat ve sevgi deryasıydı.



Hz. Hatice'den dünyaya gelen üç oğlu Kasım, Abdullah ve Tâhir'i, henüz Mekke'de iken ve bebek yaşta ebedî âleme uğurlamıştı. Onların ebedî âleme göçüyle mübarek kalbleri oldukça teessür duymuştu. Fakat, Hz. Mâriye'den sevgili oğlu İbrahim'in dünyaya gelişi onu bir derece tesellî ediyordu. Bu sebeple, bu biricik oğlunu fazlasıyla seviyordu. Mübarek elleriyle başını okşuyor, kucağına alıp göğsüne basarak bu sevgi ve şefkatini izhar ediyordu.




Evet, şefkat, "rahmet-i İlâhiyye'nin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cilverindendir." Şefkatin en şirini de evlâda karşı duyulanıdır. Çocuk ise, Cenâb-ı Hakk'ın, anne babaya muvakkaten teslim edilmiş bir emanetidir.




İşte, Resûl-i Kibriya Efendimiz, her emanet gibi, bu emanete karşı da gereken alâkayı esirgemiyordu. Çocuğunu, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bir cilvesi olarak görüyor ve onun için seviyor, bağrına basıyordu.





Hz. İbrahim, 16 ayına henüz ayak basmıştı.




Bu sırada Peygamber Efendimiz, onun hastalandığı haberini aldı. Sevgili oğlunun annesi Hz. Mâriye ile birlikte oturdukları bağ içindeki evine gitti.




Peygamber Efendimiz, hasta yatan nur topu oğlunun gözlerinde eski parlaklığı ve hareketli bakışları göremiyordu. Gürbüz ve hareketli İbrahim, bir anda sessiz, sakin ve dünyadan küsmüş gibi duruyordu. Bu haliyle ebedî âleme yolcu olduğunu âdeta ifade etmek istiyordu.




Bunu fark eden Efendimiz, kucağında tuttuğu sevgili oğlunun yavaş yavaş kayan gözlerine bakarak,

"ALLAH'ın takdirine karşı elden ne gelir, ey İbrahim?
diye buyurdu.



Az sonra İbrahim, fâni dünyaya gözlerini yumdu.




Bu esnada Efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı.




Hz. Abdurrahmân b. Avf,

"Yâ Resûlallah! Siz de mi ağlıyorsunuz? Böyle ağlamaktan halkı menetmemiş miydiniz?"
deyince, Efendimiz şöyle buyurdular:
"Ey İbn-i Avf!.. Ben size günah ve ahmaklığın ifadesi olan iki ağlayış ve bağırışı yasakladım: Nîmete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışından ve musibet ve felâket sırasındaki bağırışiyla yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmaktan... Benim bu ağlamam ise, şefkatin eseridir, acımadan ibarettir. Merhamet etmeyene, merhamet edilmez!"
"Göz Ağlar, Kalb Üzülür. "



Peygamber Efendimiz, yukarıdaki dersinden sonra da gözyaşlarına hâkim olamadı. Gözleri yaşla dolunca,

"Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin razı olacağı sözden başkasını söylemeyiz."
buyurdu ve ilâve etti:
"Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın, bizi fazlasıyla mahzun etti."
Bir erkek evlâda doyamamanin hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak,
"Ey dağ!.. Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak, yıkılmış, gitmiştin! Fakat, biz, ALLAH'ın bize emrettiğini söyleriz: 'İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn.' "
 
    
Merhametli İnsan


Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler.
Derler ki :-'Ey halife, bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü.
Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.' Bu söz üzerine Hz.Ömer
suçlanan gence dönerek :- Söyledikleri doğru mu diye sorar ,
Suçlanan genç der ki :-evet doğru.
Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl oldu diye sorar: Bunun
üzerine genç anlatmaya baslar, der ki :-'Ben bulunduğum kasabada
hali vakti yerinde olan bir insanim ailemle beraber gezmeye çıktık
kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Af edersiniz
hayvanlarımın arasında bir güzel atim var ki dönen bir defa daha
bakıyor, hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden
meyve koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden
hısımla çıktı atıma bir tas attı atım oracıkta öldü. Nefsime bu
durum ağır geldi, ben de bir tas attım, babası öldü. Kaçmak istedim
fakat arkadaşlar beni yakaladı, durum bundan ibaret' dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer:-'Söyleyecek bir şey yok, bu suçun
cezası idam.Madem suçunu da kabul ettin' dedi.
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:-'Efendim bir özrüm var'
diyerek
konuşmaya başladı:- 'Ben memleketinde zengin bir insanim,
babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı.Gelirken kardeşim
küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Simdi siz bu cezayı
infaz ederseniz yetimin hakkini zayi ettiğiniz için Allah(cc) indinde
sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz ben emaneti
kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün içinde yerime birini
bulurum' der.Hz. Ömer dayanamaz der ki : -'Bu topluluğa yabancı
birisin, senin
yerine kim kalır ki?!'Sözün burasında genç adam ortama bir
göz atar, der ki:- 'Bu zat benim yerime kalır.' O zat Hz. Peygamber
Efendimizin (sav) en iyi arkadaşlarından daha yasarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As' dan başkası değildir. Hz.Ömer
Amr'a dönerek:- 'Ey Amr, delikanlıyı duydun' der.O yüce sahabi
-'Evet, ben kefilim' der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur.Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr Ibni As'a verilecek idam yerine maktülün diyetini vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kani yerde kalsın istemiyoruz derler. Hz. Ömer kendinden beklenen cevabi verir der ki : 'Bu kefil babam olsa fark etmez cezayı
infaz ederim.' Hz Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki :
-'Biz de sözümün arkasındayız.' Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma
olur ve insanların arasından genç görünür. Hz. Ömer gence dönerek
derki evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin vardı neden geldin?'
Genç vakurla basını kaldırır ve (günümüz insani için pek
de önemli olmayan)
'AHDE VEFASIZLIK ETTI' demeyesiniz diye geldim der.


Hz.Ömer basını bu defa çevirir ve Amr Ibni As'a der ki :
-'Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu onun yerine
kefil oldun'. Amr Ibni As Allah kendisinden ebediyyen razi olsun, vakurla kanımızı donduracak bir cevap verir,-'Bu kadar insanin içerisinden beni seçti. 'INSANLIK ÖLDÜ 'dedirtmemek için kabul
ettim' der.

Sıra gençlere gelir, derler ki : -'Biz bu davadan vazgeçiyoruz.' Bu sözün üzerine Hz Ömer :-'Ne oldu, biraz evvel babamızın kani yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?'der. Gençlerin cevabı da dehşetlidir ...

-'MERHAMETLI INSAN KALMADI' DEMEYESINIZ DIYE.....
 
    
Kambur Ekmekçi

Geçmiş yıllardan birinde Kayseri halkı neye uğradığını şaşırmıştı. Çünkü Kayseri kuruldu kurulalı böyle yanıp kavrulmamış, bir damla suya böyle hasret kalmamıştı.
Kayserili soluk alamayacak kadar bunalıyordu ve Kayseri, yaşanılmaz bir hamam sıcaklığında nemliyken kupkuru kavruluyordu. Toprak, kocaman yarıklarla ayrılmıştı. Ekin bitmiyordu.
Kayseri'nin bütün meşhur âlimleri, hacıları hocaları bir araya gelip konuştular, birbirlerine danıştılar. Sokak sokak, ev ev Kayseri'yi dolaştılar. Yağmurun kesilmesinin suçlusunu arıyorlardı. En küçük kötülükleri en büyük cezayla cezalandırdılar. Artık, Kayseri'de suç ve günah diye bir şeyin kalmadığına iyice inanınca, oturup sabîler hürmetine bu uğursuzluğun, bu korkunç cezanın bitmesini beklediler.
Kuraklık biteceğine arttı.
Fakat bu günahkâr kimdi? Kim olabilirdi?
Meşhur âlimlerin ilmi, derin hocaların olanca derinliği ve hacıların geniş sabrı, taş gibi bir çaresizliğin karşısında dağılıyordu.
* * *
Hasan Baba, bu sırada geldi Kayseri'ye.
Bütün umut kapılarının kapandığı, Allâh'a açılan ellerin titremekten gücünü yitirdiği ve yüzlerin sararıp yüz olmaktan çoktan çıktığı bir sırada…
Toprak, en umulmayan bir yerinden yarılmış da bir dupduru su bütün serinliğiyle fışkırmış gibi, uzun beyaz sakallı bir derviş, Kayseri sokaklarında görünmüş; gözleri ve yüzü yerde, adım adım Kayseri'yi dolaşmıştı.
Çevresinde yavaş yavaş artan kalabalığın farkında değilmiş gibi şehrin dışına çıkmış, halkın o güne kadar Bozdağ dediği dağa doğru yönelmişti.
Nihâyet sessiz derviş Bozdağ'ın eteklerine gelmişti.
O âna kadar hep öne eğik olan gözlerini ve başını kaldırmıştı; Bozdağ'a bakmıştı. Dudakları belli belirsiz kımıldamıştı.
Kalabalık, bu kımıldayan dudakların arasından pamuk yumuşaklığında bir sesin çıktığını duydu:
"-Destur ya velî!.."
Ve aynı kalabalık, hem bu pamuk sesle birlikte dağın kımıl kımıl kımıldadığını; derin, fakat güvendirici ve inandırıcı bir sesin dağın yan belinden aşağı geldiğini gördüler ve duydular:
"-Destur seninle biledir, ya Hasan!"
Donup kaldılar. Bu ne biçim işti böyle?
Nerden geldiği bile bilinmeyen bu garip dervişi, yıllar yılı Kayseri'yi gölgeleyen Bozdağ nereden tanıyordu? Dağ nasıl konuşuyordu, nasıl kımıldıyordu?
Kalabalık, o taş donukluğu içinde şöyle bir dalgalandı. Bir yel esmişti de, boy vermiş başakları dalgalandırmıştı sanki. Ve kalabalık, bu dalgalanışın ardından, tırpan yemiş ekin misali, Hasan Baba'nın ayaklarına serilivermişti.
O zaman, Hasan Baba, kalabalığa yeni görüyormuş gibi bakmış ve onlara selâm vermişti. Bunun üzerinedir ki, kalabalığın arasında bulunan âlimlerin en yaşlısı ayağa kalktı. Gözle görülür bir saygı içinde dervişe yaklaşıp ellerine sarıldı. Sesi kurumuş toprakların çatlak umutsuzluğunda titriyordu:
"-Yâ Şeyh!.." dedi; "Yâ derviş, yâ velî!.." diye tekrarladı. "Duyduk işte; Bozdağ'dan duyduk ki, adın Hasan senin. Bundan böyle Bozdağ senin adınla anılsın, Hasandağı diyelim biz de… Hasandağı nasıl Kayseri'ye baş vermiş, ser çekmişse, gel sen de bizim imamımız ol!.."
Hasan Baba'nın gözleri de şimdi sesi gibi pamuk yumuşaklığındaydı.
"-Sizin imamınız var." dedi; "Olmasaydı bile ben size imam, siz bana cemaat olamazdınız."
Yaşlı Âlim:
"-Evet, var." dedi. "Bizim imâmımız da, bizim âlimlerimiz de var. Bu âlimlerin biri de benim işte; karşındayım. Ne imamımızın imamlığı ve ne de bizim ilmimiz, şu gördüğün uğursuzluktan bizi kurtaramıyor. Bütün âlimlerimiz sustu. Görüyorsun. Senin için bir büyük câmi de yaptırırız istersen..."
Hasan Baba'nın yumuşak sesi, bir ricâyı reddetmek korkusuyla endişeliydi.
"-Ben size imamlık yapamam, siz bana cemaat olamazsınız." dedi yeniden.
Kalabalık birden haykırdı:
"-Oluruz!.. Ne buyurursan yaparız, kurtar bizi, kurtar bizi, kurtar bizi!.."
Âlim:
"-Sana bir cami yaparız, eğer istersen…" diye devam etti: "Binleri barındıran bir büyük cami yaptırırız..."
Hasan Baba gülümsedi:
"-Deneyelim" dedi, yavaşça.
Binler, bir ağızdan cevap verdi:
"-Hazırız!... Biz hazırız!"
Hasan Baba'nın önünde ve Bozdağ'ın eteklerinde, binler, binlerden de fazla binler abdest almağa başladı; ikindi ezanı okunurken imâmete geçen Hasan Baba'nın arkasında yüzlerce saf el bağlayıp dîvan durmuştu.
Ama Hasan Baba sessiz okumaya devam ediyor, şimdi rükûa varacak sanılırken saatler geçiyordu.
* * *
İkindi, akşama yaklaşıyordu.
Gökyüzündeki taş mavilik, akşam esmerliğinde erimeye başladı.
Fakat Hasan Baba hâlâ rükûa varmıyordu. Sanki yeryüzünde değildi; sanki arkasında el bağlayıp dîvana durmuş yüzlerce saf yoktu... Sanki Hasan Baba yoktu, imâmet mevkiinde bir siyah cübbe ve bir beyaz sarık vardı. Hasan Baba, bu siyah cübbe ile o beyaz sarığın içinde değil gibiydi.
* * *
Bu minvâl üzere saatler geçti. Uzun uzun süren kıyamlarla akşam namazı da îfâ edilmiş, yatsı namazına durulmuştu. Ayaktayken yine saatler geçmiş, gece yarısı olmuştu. Cemaat, bir türlü namazı bozamıyordu.

Bu, böylece, ertesi gün sabah namazı vaktine kadar sürdü. Günün ağarmasına az kala, Hasan Baba iki yanına selâm verip doğruldu. Gözleri, bir gün öncekinden daha diriydi; yüzü daha gençti.
Yorgun, bitkin, uykusuz ve düşünceleri bile durmuş olan cemaat, yerinden kalkamıyordu. Bu yorgunluk sebebiyle gökyüzünün düne göre biraz daha yumuşadığını, sıcağın daha azaldığını, belli belirsiz bir yelin esmekte olduğunu fark edemiyorlardı.
Hasan Baba dipdiri yüzünü cemaate döndürdü. Sanki onları yeni görüyordu. Âlim, olanları bir çırpıda anlamıştı; binbir güçlükle yerinden doğrulup Hasan Baba'nın eline vardı:
"-Biz bu yaşa geldik böylesi namaz görmedik. Gel gelelim sen namazda bizi unutuverdin. Arkanda bir cemaat var mıdır, yok mudur aklına bile gelmedi, yalnız bizi olsa iyi, dünyayı bile unuttun... Bu nasıl iştir?.."
Hasan Baba:
"-Yaaa!" dedi. Sakalını sıvazlıyordu. "Öyle mi oldu? Ne yapaydım ki?"
"-Bizi de hatırlamalıydın." dedi, Âlim.
Hasan Baba beklemedik bir cevap verdi:
"-Siz, namaz kılarken böyle her şeyi ve herkesi hatırlar mısınız?"
Âlim de beklemiyordu bu cevabı. Karşılık veremedi; terledi. Arkadaşlarına döndü. Onlar başlarını çoktan önlerine eğmişlerdi.
Hasan Baba lâfı değiştirdi. Daha yumuşak bir sesle:
"-Siz, sizi hatırlayanı hatırlamıyorsunuz ki… Kardeşinizi, hemşehrilerinizi bile hatırlamaz olmuşsunuz... Ya ben sizi nasıl hatırlayayım?"
Cemaat, hep birden, güçsüz ve cılız:
"-Hayır!.." dedi; Âlim, "Biz hemşehrilerimizi hiçbir zaman unutmadık ki..." diye cemaatin sözünü tamamladı.
O zaman Hasan Baba, onlara kambur ekmekçiyi sordu:
"-Şehrinizde bir kambur yaşardı." dedi. "Uzun kış gecelerinde ev ev dolaşır, fakir fukaranın ekmeğini bulurdu. Akşama kadar dilenir, sabahlara kadar dağıtırdı... Çocuklarınız alay ederdi, akıllılarınız(!) hor görürdü; delikanlılarınız eğlenirdi... Şimdi onu aranızda göremiyorum. Nerde ki?"
Âlim:
"-Kovduk onu şehrimizden... Şunun bunun sırtından geçinenleri sevmezdik de ondan kovduk." diyecekti, diyemedi... Yutkunup kaldı.
Hasan Baba:
"-O sizin hâlinizden utanmazdı da, siz ondan utanırdınız." dedi. "Kovdunuz ve unuttunuz. Fakat o sizi unutmadı. Bu uğursuzluk, şehrinize niçin geldi; hiç düşünmediniz mi?"

Kurtuluş çâresinin kimde olduğunu anlamışlardı.
"-Nerde o Kambur Ekmekçi? Gidip yalvaralım, biz ettik sen etme diyelim, nerde? Gidip yalvarsak gelir m'ola?"
Hasan Baba:
"-Gelir." dedi; "Onlarda gönül koyma yoktur, kibir bilmezler. Sizin imamınız olacak kişi odur... Giderseniz gelir o."
Hasan Baba gökyüzüne kaldırdı başını; yeni belirmiş küçük bir yağmur bulutunu gösterdi, Bozdağı'nın yan belinin üstündeydi.
"-Şu bulutun altında." dedi. "Dağın yan belinde. Geldiğimde selâm verip konuştuğum o idi!"
Cemaat buluta bakıyordu. Bulut, âdetâ gökyüzüne çakılıp kalmıştı.
* * *
Âlim teşekkür etmek üzere, gözlerini Hasan Baba'ya çevirdi. Hasan Baba, yerinde yoktu. Geldiği gibi, yine sessizce -belki geldiği yere- gitmişti.
Bir çırpıda, yeni adı Hasandağı olan Bozdağ'ın yan beline çıktı cemaat. Kambur Ekmekçi oradaydı. Orada, o küçük yağmur bulutunun altındaki serinlikte, geyikten baykuşa kadar ne varsa başına topladığı hayvanların kimine su veriyor, kiminin karnını doyuruyordu.
Gelen Kayserilileri de aynı sükûnet ve rahatlık içinde karşıladı.
"-Biliyorum." dedi; "Bizim Hasan gönderdi, sizi bana. Sizinle geleceğim... İmâmınız da olacağım; ama bir şartla..."
"-Bütün şartların kabul!.." diye bağırdı, başta âlim olmak üzere bütün kalabalık.
"-Her şartın kabul... Bizimle gel... İmamımız ol."
Güldü Kambur Ekmekçi. Dosttu; kardeşti; içtendi.
"-Darılmaca yok!" dedi.
"-Darılmaca yok!.." dediler.
* * *
O akşam, Kayseri'nin en büyük camiinde akşam namazına hazırlandılar. Cami, cemaati almamıştı; cemaat sokaklara taşmıştı, onlarca müezzin, bir ağızdan, ezan okuyordu.
Namazdan önce cemaat:
"-Hasan Baba gibi sen de bizi unutma!" dediler. "Unutma bizi; hatırla!.."
"-Olur!" dedi Kambur Ekmekçi; "Hep sizi hatırladım zaten; yine hatırlayacağım, namazı ziyan etmek bahasına bile olsa." Gülüyordu. Gülüşü dosttu, kardeşti, içtendi.
Ezan, Kayseri'nin üstündeki bütün uğursuzluğu eritir gibi okunup bitti.
Kambur Ekmekçi:
"-Allâhu ekber." dedi.
Müezzinler bir ağızdan:
"-Allâhu ekber…" dediler. Cemaat de "Allâhu ekber " dedi.
Olanlar bundan sonra oldu işte.
Cemaat, Kambur Ekmekçi'ye:
"-Bizi hatırla!.." demişti. Kambur Ekmekçi de cemaati bir bir hatırlamaya başladı. Bismillah demeden daha:
"-Ey Âlim!" dedi yüksek sesle... "Sen namaz kılarken yazacağın kitapları ve o kitaplardan kazanacağın paraları, insanlar katında yükselen itibarını düşünüyorsun; kambur geldi, iş düzelir artık, diyorsun. Ve sen ey oduncu kardeş, keseceğin odunların yaş olmasını, çekide ağır çekmesini niçin namaz kılarken düşünüyorsun? Namazın sonunda ne düşüneceksin peki? Ya sen falanca bey?.. Gönlünde komşunun kızına kuracağın tuzakların kiri varken Tanrı'nın huzuruna nasıl geldin?"
Kambur Ekmekçi arada bir duruyor:
"-Bizi hatırla dediniz hatırlıyorum işte, darılmaca yok, iyi dinleyin; filânca bey, sen de dinle..." diyerek, cemaatin içinden geçen bütün kötülükleri bir bir sayıyordu.
* * *
İlkin, şaşırmıştı millet, sonra utanmıştı... Derken toparlandılar. Adı geçen, cemaat önünde iç yüzü sergilenen kişi, namazı bırakıp kaçıyordu. Bir ara saflar iyice bozuldu; seyreldi. Bir ara câmide birkaç kişi kaldı... Nihayet Kambur Ekmekçiden başka kimse kalmadı câmide.
Bomboş câmide, Kambur Ekmekçi, tek başına akşam namazını kıldı.
Namazdan sonra el açtı, Allâh'a duâya başladı.
Derler ki, bu duâ sabaha kadar sürdü. Gün, ilk ışıklarını yağmur bulutlarının arasından Kayseri üstüne saldığında Kambur Ekmekçinin de duâsı bitmişti.
"-Şimdi gönder, artık Rabbim." dedi; "Sal dilediğin kadar yağmurunu. Şu şehri bir güzel yıka. Şehirlinin içi göründü; yağdır yağmurunu alsın götürsün kirleri, alsın götürsün... Benim bir kırgınlığım kalmadı gayri onlara..."
 
    
Bir Gencin Tövbesi

Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip
" (Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu.
Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti.
Oradakilere:
Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
-Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler.
Musa aleyhisselâm:
-Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler.
Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti:
-Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o\"\"Benim dostumdur.\"\" İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
Allahü teâlâ:
(Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah\"ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu.
 
    
Şeytanın Malı

Gafil bir adam bir şeyhin kapısına vardı, Şeytan'dan bir hayli şikayetçi oldu.
"Şeytan beni yoldan çıkartıyor. Beni kandırıp dinimi, ahiretimi mahvediyor. " dedi.
Şeyh de ona dedi ki:
"Ey genç adam, senden az önce şeytan gelmişti buraya. O da senden bıkmış, usanmış. Ona yaptığın zulümleri anlatıp şikayet ediyordu. Diyor ki:
"Dünyanın hepsi benim malımdır. O benim malıma göz koymaya, kendi mülkümü elimden almaya çalışıyor. Ben de bu yüzden onun dinine saldırıyorum. Bana zararı olmayan, malıma göz dikmeyen adamla benim ne işim olsunki!"
 
    
Cevap: Şeytanın Malı

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Bir Gencin Tövbesi

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Kambur Ekmekçi

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Merhametli İnsan

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Yâ Resûlallah! Siz de mi ağlıyorsunuz?

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Mezardan Gelen Sesler

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Bugün Burada Ölen Br Çinli Varmı

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Peygamber Efendimiz'den (s.a.v) Bir Hatıra

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Bir Kalp Kaç Kişiyi Sever?

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Hazreti Fatıma Validemiz (r.a) ve Sabah Namazı

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: SArhoşun Besmelesi

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Hep Aynı Dua

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Cevap: Kabirde Konuşan Genç

emegine saglık paylasım icin tsklr
 
    
Emeğe Ve Paylaşıma Teşekkürler...
 
    
Emeğinize sağlık....
 
    
 
 
Üst Alt