Güzel Hikayeler Kımse aslını unutmasın, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

SiLeNtKinG

♪ ♫ ♬Radyo DJ ♪ ♫ ♬
RADYO DJ
Katılım
13 Şub 2010
Mesajlar
1,000
Tepkime puanı
102
Puanları
63
Konum
Bursa

Kımse aslını unutmasın, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam



On sekizinci asrın başlarında İstanbul'dayız. Avcı Mehmet diye bilinen Sultan Mehmed'in annesi Turhan Sultan, İstanbul'da bir gezintiye çıkar. Bir ara bugünkü Unkapanı Köprüsü'nün Galata'ya varan ucundaki Azap Kapı'ya da uğrar. Oradan Galata tarafına geçmek isterken Sokullu Mehmet Paşa Camii'nin bulunduğu yerde bir kızcağızın oturmuş, gözyaşı döktüğünü görür. Yaklaşır, bakar ki, çocuğun önünde kırılmış bir testi var.
Şefkatle seslenir:
- Yavrucuğum niçin ağlıyorsun, boşuna gözyaşı dökme. Kırılan testi olsun. Sil gözünün yaşını. İşte sana testinin parası. Hemen yenisini al.
Kızcağız yaşlı gözlerini silerek baktığı Turhan Sultan'a titrek sesle cevap vermeye çalışır:
- Ben der, testi kırıldığı için ağlamıyorum. Sabahtan beri iplik gibi akan su başında bekleyip de doldurduğum testinin suyunu hizmetçilik ettiğim eve götüremeyecek kadar beceriksizlik gösterdiğim için ağlıyorum.
Turhan Sultan bu cevaptan çok memnun olur. Orada kızcağızın kim olduğunu soruşturur. Ana-babadan yetim bir öksüz olduğunu, hayırsever bir ailenin yanında karın tokluğuna hizmetçilik ettiğini öğrenir. Hemen gidip kızcağızı aileden ister, saray terbiyesine alır.
Fevkalade bir öğrenim kabiliyetine sahip olan öksüz kızcağız, kısa zamanda inkişaf eder, her konuda sarayda örnek bir hanım haline gelir. Öylesine itibar kazanır ki, onu hayırseverin evinden alıp saraya getiren Turhan Sultan, padişah hanımı olmaya bile layık görür ve nitekim Sultan Mustafa (II) ile evlendirir. Böylece Saliha Hanım, Saliha Sultan unvanını alır, Hanım Sultan olur.
Aradan geçen zaman içinde dünyaya getirdiği oğlu Mehmet (I)'in de padişah olması sebebiyle bu defa da Saliha Sultan'lıktan yükselir Valide Sultan olur.
Ne var ki, Saliha Sultan, Valide Sultan'lığa terfi ettiği halde geçmişini asla unutmaz. Öksüzlüğünü, hizmetçiliğini, hatta kırdığı testinin başında ağlarken elinden tutulup da böylesine eşsiz bir mevkie çıkışını, hep düşünür.
Bir gün çevresiyle birlikte testisini kırdığı, başında gözyaşı dökerken elinden tutulup da saraya getirildiği yere gider. Sessizce yine gözyaşı dökmeye başlar. Meraklananlar sebebini sorarlar. O da geçmişteki olayı onlara açık seçik anlattıktan sonra emrini verir:
- Testimin kırıldığı bu yere öyle bir çeşme yapılsın ki, asırlar geçsin; ama çeşmenin suyu bitmesin, sanatı gözden düşmesin. Testisini kıran kızlar bir daha dolduramam diye gözyaşı dökmesin. Su bol aksın.
- Sonra ne mi olur? Öylesine bir sanat eseri büyük çeşme yapılır ki, aradan asırlar geçer, çeşme halen sanatındaki eşsizliği korumakta, çevreye de su hizmeti vermektedir.
Unkapanı Köprüsü'nün Karaköy başında Sokullu Mehmet Paşa Camii'nin yanındaki çeşmeyi bugün olanca ihtişamıyla görmeniz mümkündür.
 
  
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Kötü Olaylara Sabretmek

Ermişlerden birinin bir arkadaşı varmış; devrin hükümdarı onu hapseder. Ermiş kişi, cezaevinde ki arkadaşının hal ve hatırını sormak için ziyaret eder ve:- Hapishanede halin nasıldır? diye sorar.
Arkadaşı:
- Allah'a şükürler olsun, diye cevap verir.
Sonra, hapishaneye şişman bir Mecusi’yi getirirler; Mecusi ile onu zincirle bir araya bağlarlar. Öyle bir hal alır ki,adam, Mecusi nereye giderse, onunla birlikte gitmek zorunda kalır. Mecusi helaya gittiğinde, o da gitmeye ve hacetini bitirinceye dek onun yanında durup, pis kokuları çekmeğe mecbur olur ve bunun gibi hayli eziyetler çeker.
O ermiş olan dışarıdaki arkadaşı bu olayı duyar ve arkadaşını ziyaret edip halini sorar, hapisteki arkadaşı yine şöyle cevap verir:
- Allah'a şükürler olsun, der.
Bunun üzerine arkadaşı:
- Ne zamana kadar böyle şükredeceksin, senin içinde bulunduğun beladan, daha büyüğü var mıdır? der.
Bunun üzerine hapisteki;
- Ey kardeşim! ben aslında daha büyük felaketlere müstahakım. Allah'u Teala bu kadarla bana müsamaha etmiş ise, buna şükretmek vacip olmaz mı? Sen hiç işitmedin mi ki, bir büyük zatın üzerine bir tas kül dökülmüş de, o zat secdeye varıp, Allah'a şükretmiş. Kendisine, niçin şükrettiği sorulduğunda ise şöyle cevap vermiş;
"Ben üzerime bir tas ateş dökülmesinden korkarım. Bir tas kül dökülmekle, daha büyüğünden bağışlandım, Allah'u Teala'ya şükretmeyeyim mi?" demiş.


Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler " adlı kitabı.
 
    
Kürt olarak akşamladım, arab olarak sabahladım

Ebû Abdullah el Müştehir Hazretleri, Şirazlı bir Kürt taifesindendir. Cenabı Allah ona ilm-i ledün bahşetmek istemişti. Bir gün Şiraz medreselerinden birine geldi. Medresede talebeler ilim mevzuunda konuşmalar yapıyorlar, bazı hususlarda tartışmaları vuku' buluyordu. Talebelerin ilim öğrenmek için s'ayü gayret sarf ettiklerini görünce hoşuna gitti ve bir mesele öğrenmek kasdıyla bir şey sordu. Talebeler gülüştüler onun bu safça, yani basit bir şey sormasına... O Mübarek:
-Ben de sizin öğrendiğiniz ilimlerden bir ilim öğrenmek isterim. Bana bir yol gösterin, dedi.
Talebeler müstehzi bir tavırla ona şu nasihatte bulundular:
- Eğer alim olmak istersen, evinin tavanına bir ip bağla, ayağını da ipe sıkıca bağlayıp kendini baş aşağı sallandır ve her sallanışta "Sarı renkli demir( veya aslan yelesi)" de. Böylece ilim kapıları sana bir gecede açılır, dediler.
Ebû Abdullah el-Müştehir Hazretleri talebelerin kendisi ile alay ettiklerini hiç aklına bile getirmeden doğru eve gitti. Onların dedikleri gibi evin tavanına bir ip bağlayıp ayaklarını da bir ucuna bağladı ve başı aşağı sallanmaya başladı. Her gidip deldiğinde ise onların tarif ettiği şeyi söylüyordu. Hüsn-niyyet ve sıdk sadakatle ile bu işi yapması Cenab-ı Allah'ın hoşuna gitmişti. Seher vakti olduğunda bütün ilim kapılarını Cenab-ı Allah ona açtı. Artık zahir ve batın bütün ilimler ona malum olmuştu. Bir çok âlimin halletmekte güçlük çektiği meseleyi ona sorar oldular. İşte "Emseytü Kürdiyyen, esbahtü arabiyyen (Kürt olarak akşamladım, arabî ilimlere vâkıf olarak sabahladım)" sözünü bu hadiseden sonra söylemiş olduğu rivayet edilir.
Bu hadiseden sonra, o sabah Şiraz camilerinde va'z etmeye başladı ve Fatiha-i Şerife'ye yedi türlü mana verdi Mertebe mertebe açıkladığı Fatiha'nın mânâsını en sonunda içinizde bunu anlayacak hiç kimse yoktur. Hızır Aleyhisselâm bile bu manayı anlayamaz diyerek bitirdi. Zahir ve batın bütün ilimlerin hamili olan Ebû Abdullah Hazretleri, aynı zamanda zamanının mânevi salahiyet sahibi bir mürşid de oldu.(K.S.)
 
    
Mağaradaki Üç Kişi

[Hz. Peygamber’in evvel zaman içinde yaşanmış bir hadiseye binaen anlattığı, Prof. Dr. İbrahim Canan’ın tercümesiyle Kütüb-ü Sitte’den aktarıp uyarladığımız bu mesel, Buhârî, (Enbiyâ 50, Büyû’ 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5); Müslim, (Zikr 100) ve Ebu Dâvud’da (Büyû’ 29) Abdullah b. Ömer’den rivayetle geçmektedir.]
Bizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. Akşam olunca, geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Ancak, dağdan kayan büyükçe bir kaya yuvarlanıp mağaranın ağzını üzerlerine kapadı.
Aralarında:
“Bizi bu kayadan sâlih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah’a yapacağınız dualar kurtarabilir” dediler.
Bunun üzerine, içlerinden biri anlatmaya başladı:
“Benim annem babam çok yaşlıydı. Onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden, ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim” dedi. “Bir gün, odun aramak uzaklara gitmiştim. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü.”
Adam, bu olayı anlattıktan sonra, dua için ellerini göğe kaldırdı ve:
“Ey Allahım! Bunu Senin rızan için yaptığımı biliyorsan, yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!” dedi.
Bu duanın akabinde taş bir miktar açıldı. Ama bu, dışarı çıkmalarını mümkün kılacak bir açıklık değildi.
Bunun üzerine, ikinci adam söze başladı:
“Ey Allahım!” dedi. “Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama o bana yüz vermedi. Fakat gün geldi, kıtlığa uğradı, yardım için bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi karşılığında yüz yirmi dinar verdim. Mecburen kabul etti. Ancak, arzuma nail olacağım sırada:
‘Allah’ın mührünü gayri meşru surette bozman sana haramdır’ dedi.
Bunun üzerine ben de ona dokunnmaktan sakındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde, onu bıraktım. Verdiğim altınları da geri istemedim.”
Adam bunu anlattıktan sonra, Allah’a dua için ellerini açtı ve:
“Ey Allahım!” dedi. “Eğer bunları Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!”
Bu dua üzerine kaya yerinden biraz daha kımıldadı. Ama onların çıkabileceği kadar açılmadı.
Çaresiz, mağarada bekleşmeye devam ettiler. Bu esnada, son bir ümit, üçüncü şahıs başından geçen bir olayı anlatmaya başlamış bulunuyordu:
“Ey Allahım! Ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi, bir kilo pirinçten ibaret olan ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki, çok malı oldu. Derken, uzun seneler sonra bu işçim çıkageldi ve:
‘Ey Abdullah!’ dedi. ‘Bana olan borcunu öde.’
Ben de:
‘Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve ve köleler senindir. Git, bunları al götür!’ dedim.
Adam:
‘Ey Abdullah! Benimle alay etme!’ dedi.
Ben tekrar:
‘Kesinlikle alay etmiyorum. Git, hepsini al götür!’ dedim. Adam hepsini alıp götürdü.
“Ey Allahım! Eğer bunu Senin rızan için yaptıysam, bize şu halden bir kurtuluş nasip et!”
Adamın bu duasının hemen akabinde kaya tamamen açıldı. Çıkıp yollarına
 
    
Merkep sürüsü geçiyor

Vaktiyle siyasilerden biri, etrafında toplanmış olan kimselerle beraber, gece yarısı bir kabristanlığın yanından geçiyorlarmış, Sayıları yirmi beş-otuz civarında imiş. Bu siyasi zat geriye dönerek arkasındakilere şöyle seslenmiş:
-İçinizde Yasin bilen var mı?
-Yok, demişler.
Tekrar sormuş:
-İçinizde Elham bilen var mı?

Yok, demişler.
Bir daha sormuş:
Pekala içinizde Kulhüvellahü Ehad'ı bilen var mı?

Yine yok, cevabını vermişler. Bunun üzerine adamın canı sıkılarak :
Herkes iki eline birer taş alsın diye emretmiş. Onlar da büyükçe birer taş almışlar. Tekrar emir vermiş :

- Haydi hepiniz dört ayaklı olun. Ayaklarınızı ve elinizdeki taşları yürürken yere pekçe vurun da hiç olmazsa burada yatan ölüler merkep sürüsü geliyor, sansınlar demiş.
 
    
Mesafenin önemi

Buhari ve Müslim'e göre Peygamber'imiz (S.A.V) buyuruyor ki:
"- Sizden çok önceleri yaşayanlardan bir adam doksan dokuz kişi öldürmüştü. Biraz pişmanlık duyunca o yöredeki en mühim âlimini araştırdı, ona bir rahibi tavsiye ettiler. Rahibin yanına varınca ona doksan dokuz kişi öldürdüğünü söyleyerek tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sordu. Rahip ona "hayır" deyince onu da öldürdü, böylece öldürdüklerinin sayısı yüze ulaştı.
Arkasından tekrar pişman olup, yine o günün en büyük âlimini sordu, ona yüksek bir âlimi tavsiye ettiler. Adam âlime yüz kişi öldürdüğünü söyleyerek tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sordu. âlim ona elbette tevbe edebileceğini, tevbe ile kendisi arasına hiç kimsenin girmeye hakkı olmadığını bildirerek ona "Yürü, filan yere git, orada Allah'a ibadet eden insanlar yaşıyor, onlar ile birlikte sen de Allah'a ibadet et, köyüne dönme, çünkü orası kötü bir yerdir." dedi.
Adam yola koyuldu, fakat yarı yolda öldü.
Bunun üzerine Azab melekleri ile rahmet melekleri adam hakkında anlaşmazlığa düştüler. Rahmet melekleri bu adama tevbekâr olarak ve kalbi ile Allah'a yönelerek buraya geldi." dediler. Azab melekleri de "O hiç bir iyilik işlemedi" dediler.
Bu sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi, rahmet ve azab melekleri onu anlaşmazlıklarını çözmek üzere hakem kabul ettiler.
İnsan kılığındaki melek "Her iki mesafeyi de ölçüp karşılaştırın. Hangi tarafa daha yakınsa o tarafa ait olsun" dedi. Mesafeleri ölçüp karşılaştırınca varmak istediği yere daha yakın olduğu görülerek onu melekleri götürdü."
Diğer bir rivayete göre hadisin son kısmı şöyledir. "Adamın ölüsü iyiler köyüne bir karış daha yakın olduğu için iyilerden sayıldı."
Başka bir rivayete göre de hadisin bu kısmı şöyledir, "Allah beriki köye "uzaklaş" ve öteki köye "yakına gel" diye emrettikten sonra insan kılığındaki melek "Her iki tarafa olan mesafeyi ölçüp karşılaştırın" dedi. Ölçüp karşılaştırınca iyiler köyüne bir karış daha yakın olduğunu gördüler, böylece affedilmiş oldu."
 
    
Misafir istemeyen kadın

Misafirperver bir sahabi vardı. Hanımı ise hergün kocasının yanında bir kaç misafirle gelmesinine artık tahammül edemez olmuştu. Birkaç defa kocasına:
- Sen hergün birkaç misafirle geliyorsun, gelen misafirler, çocuklarımızın rızıklarını yiyorlar, dediyse de kocası, hergün yanında birkaç misafir getirmekte ısrar ediyordu.
Kadın sahabi dayanamayıp, RasÛlüllah'a şikâyete karar verdi:
- Ya Resûlüllah! Kocam her akşam eve birkaç misafir gtiriyor, böylece de kocamın kazandıkları hep misafirlere gidiyor. Birgün hastalanıverse, açlıktan ölmekten korkarım, dedi.
Peygamber efendimiz(s.a.v.) kadının kocasını, huzuruna çağırttı.
Adam:
- Ben misafirsiz edemem! Soframda misafir olması, bana neş'e ve bereket veriyor, diyor ve diretiyordu.
Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) kadına, bundan sonra fazla değil, bir misafire razı olup olmadığını sordu. Kadın buna da razı değildi:
- Ben çocuklarımın rızkını başkalarının yemesine rıza gösteremem, diyordu.
Adam hiç olmazsa bir misafirde ısrar edince; kadın boşanmaktansa bir misafire razı oldu. Fakat o akşam üzeri beyinin, yine eve iki misafirle geldiğini gördü. Kadın sinirlenmişti, içi rahat değildi. Yemek hazırlamak için mutfağa girdi, üç kişilik yemek hazırlayıp tepsiyi kocasına verdi. Biraz sonra da misafirlerden birinin çıkıp gittiğini gördü. Hazırlanan yemeklerden biri yenmemişti.
Kadın kocasına:
- Misafirin biri niçin yemek yemeden çıkıp gitti? diye sordu.
Adam, ikinci misafirin farkında değildi:
- Sen hangi misafirden bahsediyorsun. Ben bir misafirle geldim, o da içerde işte diye cevap verdi.
Kadın çok iyi görmüştü. Misafirin birisi yemek yemeden çıkmıştı.
Bu münakaşanın içinden çıkamayacaklarını anlayan karı - koca, hemen Efendimiz Hazretlerine müracaata gittiler ve durumu anlattılar...
Onları dinleyen Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu.
- Evet! Eve iki misafir gelmişti. Fakat bunlardan birisi hakiki insan değil, insan suretine giren rızıktı. Allah (c.c.) hanımını akıllandırmak için rızkı insan kılığına sokmuştu.Hanımının ise, yine misafirler için bir miktar rızkı gözden çıkarıp hazırladı, ama o rızık, eksilmedi.
Şunu iyi bilesiniz ki, her misafir kendi rızkı ile gelir. Ve kimse, kimsenin rızkını yiyemez, eksiltemez... Hatta misafir, bir evin bereketini arttırır ve o evin rızkında artma olur, buyurdular. Tabii ki kadın, bu hadiseden sonra itiraz edecek durumda değildi.
 
    
Mühürlü izin

Azizan Hazretleri gaiplerden aldıkları işaret üzerine Harizem illerine göç ediyorlar. Şehrin kapısına gelince içeriye girmeyip Harizem Şaha iki derviş gönderiyorlar ve şöyle tembih ediyorlar:
-Gidin ve Şaha deyin ki, fakir bir dokumacı kapınıza gelmiştir. Şehrinizde oturmak ister, eğer izniniz olursa girecek, olmazsa dönecektir. Ayniyle bu sözleri söyleyin ve izin verildiği taktirde Şahın elinden bir de mühürlü vesika alın!
Dervişler saraya gidip vaziyeti arzediyorlar. Bu istek Şahın tuhafına gidiyor. Sadece alay olsun diye istenilen mühürlü kağıdı yazdırıp dervişlere veriyor. Dervişler kağıdı şeyhlerine teslim ediyorlar, o da şehrin kuytu bir köşesinde bir ev tutup oraya yerleşiyorlar. Her sabah ırgat pazarına gidip oradan birkaç amele tutuyorlar ve onlara:
- Şimdi abdest alın ve ikindi vaktine kadar bizim sohbetimizde bulunun! sonra da ücretinizi alıp yerinize dönün!
Emrini veriyorlar.
Bu işi ganimet bilen ırgatlar hemen Şeyh hazretlerinin etrafında halka oluyor, fakat halkaya bir giren bir daha çıkamıyor. Hâdise şehre yayılıyor ve Azizan Hazretlerinin halkası o kadar genişliyor ki, oturdukları eve sığamaz oluyor. Çok geçmeden bütün Harizem Azizan Hazretlerinin kapısında... Herkes onun eteğine yapışabilmek için bir birini çiğniyor.
Şahın kulağına fıslıyorlar:
-Şehirde bir şeyh peydahlandı. Bütün şehir onun arkasında ve izinde... Böyle giderse bağlıları o kadar çoğalacak ki, onun nüfuzu önünde sizin saltanat nüfuzunuz sıfıra inecek...Çaresine bakmak lazım bu işin...
Şah, Azizan Hazretlerinin şehirden çıkmasını ferman ediyor. O zaman büyük mürşid Şaha şu cevabı gönderiyor:
-Biz, konumuzda, şehre girebileceğimize ve orada yerleşebileceğimize dair mühürlü bir ferman taşıyoruz. Eğer Şah, kendi izinlerini ve mühürlerini inkâr ederlerse çıkıp gitmeğe razıyız.
Ozaman padişah işi anlıyor ve bizzat verdiği izni geri almak küçüklüğüne düşmüyorHatta bununla da kalmayıp Hoca Hazretlerinin sonbetine gidiyor; ve gidiş o gidiş, bi anda Azizan Hazretlerinin en tutkun bağlılarından oluyor.
 
    
Müslümanların yardımlaşma ahlakı

Müslümanlar herşeyden evvel birbirleriyle imanda kardeştirler. Dolayısıyla birinin derdi hepsinin derdidir. Asrı saadette ceryan eden örnek teşkil edecek bu hadiseyi, Mehmed Zihni efendi’nin kitabından nakledelim.
Yermuk Gazasında bulunmuş olan bir sahabi bizzat anlatıyor:
Harp durmuş,yaralıların ihtiyaçları karşılanmaya başlanmıştı. Ben de su dolu kırbamı alıp amcamın oğlu Haris e koştum. Yaralılar arasında bulup suyu uzattığım sırada, yan taraftan İkrime nin feryadı duyuldu:

-Su ne olur bir damla su!
Haris bunu duyunca, kaş göz işaretiyle suyu ona götürmemi istedi. Ve kendisi dudaklarını kilitledi,asla içmedi. Koşarak oraya vardım, suyu İkrime’ye uzatırken bir ses daha geldi. bu da İyaş'ın feryadıydı.

-Allah rızası için bir damla su,çok perişanım! diyordu. İkrime de Haris gibi dudaklarını kilitlemiş işaret ediyordu,suyu ona götür diye... Koştum,yaralılar arasında arayıp İyaş'ı buldum. Ne var ki İyaş'ın ruhu, şehitlerle beraber uçmuştu... Cansız cesedi, sıcak kumların üzerine uzanmış bulunuyordu. Dönüp İkrimeye geldim. Baktım ki ikrime de onu takip etmiş, o da uçmuş öbür şehitlerle birlikte...Bari dedim Haris e yetişeyim de onu olsun içireyim. ne çare ki, geldiğimde onun da cansız cesediyle karşılaştım. O da hareketsiz yatıyordu sıcak kumların üzerinde.
Mübarek sahabi sözlerine şöyle devam ediyor, diyor ki:
-hayatımda çok fedakarlık gördüm. Ama hiç biri bu derecede değildi. Kendilerinin su ihtiyacı kesindi. Ama kardeşlerini duyunca onlara göndermişler, ölümleri pahasına bu yardımı yapmışlardı.
 
    
Neden Rengin sararır?

Fatih Sultan Mehmet, mürşidi Akşemseddin'den ayrı, İstanbul'da geçirdiği günlerde Şeyh Vefa'ya fazla ilgi göstermiş, yalnızlığına onda deva aramış, fakat ikisi arasında geçen çok ince bir hesapla bu ilgisine, Şeyh Vefa tarafından bir cevap bulamamıştı.
İnce bir hesap dedim, böyle bir hesap ancak, söz konusu olan o iki insan tarafından anlaşılabilir. Dışarıdan seyirci olan bizlere işin tartışması düşer.
Bir rivayete göre, Sultan Fatih tam üç defa Şeyh Vefa'yı makamında ziyarete gitmiş, fakat, üçünde kendisini görmeden göremeden dönmüştür. Sultan Fatih, Şeyh Vefa'nın tekkesi önündeki demir kapıya gelmiş, fakat kapıyı kilitli bulmuştur. Bahçede ne bir kul, ne bir can... Hükümdar ârif bir kişiydi. Bunun ne demek olduğunu anladı. Rengi kül gibi solmuştu.Bu yapılan ona hükümdar olarak değil,insan olarak dokunuyordu. O, yaralıydı, dinlenecek, dertlerini dökecek bir makam, sığınacak bir yer arıyordu.
Sultan Fatih gibi, Şeyh Vefa da bu dönüşleri solgun bir yüzle bekler, indirilmiş hücre pencerelerinin demirlerine başını dayar, mahzun, mükedder, hünkâr alayının evi önünden uzaklaşmasını dinlerdi.
Bir gündü, cesareti ve nazı geçer dervişlerden biri:"Şeyhim!" dedi. "Mademki Hünkar'ı görmek dilemezsin, neden gelişinden rengin sararır, Mahzun olursun? Madem Hünkar'ı seversin, neden görmek dilemezsin?"
Şeyh Vefa, derin bir düşünceden sonra, konuşmaya karar verdi:
"- Benim ona meylim ve onun bana ihtiyacı o derece fazladır ki, bir defa bir birimizi gördükten sonrai, o benden ayrılmak istemeyecek, ben onu bırakmayacağım. Halbuki o saltanatı yürütmekle yükümlü. Biz de dünya düzenini korumaya mecburuz. Bizim birbirimizi görmemizin bir sakıncası daha var: Hünkâr gelecek, ziyade şevkinden, ihsanlarda, âtiyelerde bulunacak, biz bunları kendi adımıza kabul etmeyeceğiz. Sizlerin adına da reddetmeyeceğiz. Böylece, ihvanımla benim arama, ister istemez, dünya girecek. Şimdi anladınmı? Gönlüm onu görmek diler, görevim ona kapılarını kapar, beni mahzun eden, benzimi sarartan işte budur!"
Şeyh Vefa, bu tavrıyla koca hükümdarı ne darıltmış, ne gücendirmiştir. Darılıp öfkelenmediğini anlamak için şu kadarını söylemek yeter ki Fatih ve oğlu Bayezit, Şeyh Vefa adına İstanbul'da bir cami, bir medrese, halvethane, türbe yaptırmışlar, ona olan bağlılık ve saygılarını böylece ifade etmişlerdir.
Sultan Fatih'in ölümünde, Hünkâr'ın cenaze namazını kıldırmak, Şeyh Vefa'ya düştü. Bu güç bir işti. Fakat Şeyh Vefa bu güç görevi, Hünkâr'ın son isteği bilip, üzerine aldı.
Sade namazını kıldırmak değil, ihtiyar veli, Hünkâr tabutunu omuzlamış, caminin arkasındaki türbeye kadar götürenlere yardım etmiştir.
Fatih'in yerine hükümdarlığa gelen Bayezit, Şeyh Vefa adına ne gördüyse işte o gün gördü. O da babası gibi gördüğünün peşini bırakmak istemiyordu. Fakat Vefa tekkesinin demirli kapısı İkinci Bayezit'e de asla açılmadı... Ta Şeyh Vefa bu dünyadan göçünceye kadar...
Yeni hünkâr, şeyhin vefatını duyunca:"Sağlığında mübarek yüzünü bize göstermek istemedi, bari gidip şimdi kendisini ziyaret edelim" dedi. Derhal dergâha geldi. O geldiği zaman bütün hazırlıklar bitirilmiş gibiydi.
Bayezit, yüzünü açıp büyük veliyi görmek arzusunu açıklayınca etraftakiler bunun usule uygun olmadığını hükümdara anlatmak istediler. O, ne de olsa henüz babası gibi olgun değildi. Böyle bir düzeni bozabilirim diye düşündü. ve örtüyü açtı. Fakat yazık ki genede bir şey göremedi. Göremedi, çünkü dünya düzenini korumakla görevli olan Hak ereni elini kaldırp yüzünü peçeleyivermişti.
Düşmişem Aşkın oduna ta ezel,
Kendi düşen ağlamaz vardır mesel,
Ta ebede yanmak bana oldu mahal,
Yaneyim ey şem'i ruşen yaneyim.
Işkının pervanesiyim pes nidem,
Sen şehin yerin koyam kande gidem,
Şevkin ile tutuşup şer tâ kadem,
Yaneyim ey şem'i ruşen yaneyim.
 
    
Emeğe ve Paylaşıma Teşekkürler...
 
    
Emeğinize sağlık ..
 
    
 
 
Üst Alt