Güzel Hikayeler Hz.Adem ile Havva...., dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

DiLaRa

EMEKLİ ADMİN
Nisan Forum
Katılım
3 Ağu 2010
Mesajlar
933
Tepkime puanı
144
Puanları
63

Hz.Adem ile Havva...., dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam
slrpwt7f6qd.png

Allahü Teâlâ, kendi varlığını bilsin, ibâdette bulunsun ve yer yüzünü de imâr etsin diye insan varlığını yaratmayı mürad ettiği zaman, Meleklerine:
— «Ben yer yüzünde muhakkak bir halife yapacağım, bir halife tâyin edeceğim ki kendi irademden kudret ve sıfatımdan ona bazı selâhiyetler vereceğim ki, o bana vekâleten mahlûkatım üzerinde bir takım tasarruflara sahip olacak, benim nâmıma hükümler icra edecek, benim vekilim olarak benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbike memur bulunacak. Sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak yâni vazifeyi icra edecekler bulunacaktır,» buyurdu.
Melekler bir taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da yeryüzündeki bir mahlûka böyle yüksek bir irade selâhiyeti bahşedilmesinde bir şer ihtimalinden de korktular. Allahü Teâlâ bundaki gizli hikmetlerini de bildirmediği için:
— «Ey Rabbimiz! Yer yüzünde onu fesada Verecek, onda fesadlar çıkaracak ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın? Halbuki biz hep sana hamdederek, daima seni tesbih ve takdis edip dururken,» dediler.
Ve bu suretle maksatları —hâşâ itiraz olmayıp hikmetini sormak olduğunu bildirdiler, mamafih bununla hilâfete zımnan bir rağbet de gösterdiler. Allahü Teâlâ cevaben:
— «Her halde ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim,» buyurdu. Melekler bu cevap karşısında sustular ve birbirlerine:
— — «Elbette rabbımız her şeyi bilir, faydası olmayan bir mahlûk yaratmaz,» dediler.
Allahü Teâlâ, Meleklere: .
— «Muhakkak ben, kuru çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım, binaenaleyh ben, onu tam bir insan kıvamına koyup içine ilâhî bir emrim olan ruhtan feyiz verdiğim vakit, onun için secdeye kapanın,» dedi.
Bunun üzerine Melekler, hepsi toptan secde ettiler, ancak iblis dayattı, kibrine yediremedi ve secdeden kaçındı. Çünkü o- kendisini en üstün mahlûk kabul ediyordu.
Allahü Teâlâ:
— «Ya iblis! Sen niçin secde edenlerle beraber olmadın?» dedi. iblis de:
— «Benim bir kuru çamurdan, bir sûretlenmiş balçıktan yarattığın bir beşere secde etmem mümkün değildir. Zira ben ateşten yaratıldım, Ateş'ise topraktan üstündür,» dedi ve bu bâtıl kıyasıyla itaat dairesinden çıkarak fiilen kâfir oldu.
Allahü Teâlâ: .
— «O halde, çık oradan, çünkü sen tard olundun. Ve bu lanet ceza gününe kadar üzerindedir.» Şeytan:
— «Rabbim! öyle ise bana onların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver,» dedi.
Allahü Teâlâ da ba's gününe kadar değil, ecel günü yani birinci sürün üfürülmesine kadar mühlet verdiğini bildirdi
Bunun üzerine Şeytan:
— «Ya rabbi! benim azgın ve asiliğime hükmetmekliğin vesilesiyle yemin ederim ki, ben, o insanlar için yer yüzünde ziynetler yapıp onları kandırarak hepsini yoldan çıkaracağım, ancak içlerinden mıhlasın Kulların müstesna. Yâni hâlis taatın için seçilmiş lekesiz has kulların aklanmazlar,» dedi.
Allahü Teâlâ, Şeytanın beşerin ilk maddesine bakarak onlara mutlak tahakküm edebileceğine kaail olmasına rağmen, muhlas kullar için hakkı teslim etmesi üzerine buyurdu ki:
— «işte bu dediğin, sahiplerini azıtamayacağını itiraf ettiğin o ihlâs ve tevhîd, bana kavuşturan dosdoğru bir yol, hak bîr kanundur. Hakikaten kullarım üzerine ne sözle ilzam edecek bir delilim, ne fiilen musallat olacak bu kudretin yoktur. Ancak sana uyan azgınlar müstesna. Yani ancak onları sürükleyebilirsin. Fakat o da senin hükmün ile değil, onların iradelerini kötüye kullanarak sana uymaları ve arkana düşmeleri sebebiyledir. Yoksa muhlaslara tasallut edemediğin gibi, diğerlerine de edemezsin. Şüphesiz Cehennem de o sana uyan azgınların vaad olunan yerleridir.»
Allahü Teâlâ, insanın şerefli, itibarlı ve kendisine halife olmaya lâyık bir mahlûk olduğunu göstermek üzere Hz. Adem'e bütün esmayı talim ederek ilim ve kelâm sıfatlarına mazhar kıldı, sonra da o âlemini Meleklere işaret ederek:
— Haydin, siz îmân ile ifade etmek istediğiniz hilâfete lâyık olma dâvanızda isabetli iseniz; işte bunların isimlerini bana güzelce haber veriniz, buyurarak onları, acziyetlerini izhar ve isbat için imtihan etti.
Bu imtihana karşı Melekler:
— Subhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka bizim hiç bir ilmimiz yoktur, her şeyi bilen ve dâima bilen âlim, her şeyde hakim, hakikaten Sensin ve ancak Sensin, diyerek acziyetlerini izharla tesbîh eylediler.
Melekler acziyetlerini izhar ve hikmet ilmini teslim edince, Allahü Teâlâ: .
— Ya Adem! Meleklere şunların isimlerini güzelce haber ver, dedi, Bu hitabı ile halifenin kim olacağına da işaret buyurdu ve böylece Meleklerden sonra Hz. Adem'i de bu emir ile imtihan etti. Bunun üzerine Hz. Adem o arz olunan şeyleri isimleriyle haber verince, Allahü Teâlâ, Meleklere:
— Ben size, Ben bütün arz ve semânın gaybını bilirim, demedim mi? Ve siz ne açıklıyorsunuz ve ne gizliyorsunuz, onu da biliyorum, buyurdu.
Allahü Teâlâ Hz. Adem'e eş olarak kendi kaburga kemiğinden Havva validemizi yarattı ve:
— Ya Adem, sen ve zevcen şu Cennette rahat yaşayınız. Nimetlerimden bol bol yiyiniz. Ancak şu bur ağaca yaklaşmayınız, meyvesinden yemeye kalkışmayınız ki haddini aşanlardan olursunuz, buyurdu. Ve Şeytanın kendilerine düşman olduğunu bildirerek onun sözüne kanmamalarını istedi.
Allahü Teâlâ onlara yalnız bir ağacın meyvesinden yemelerini yasaklamıştı ki, bu suretle insana, iradesini kullanmayı ve nefsine hâkim olmayı öğreterek mükellefiyetten azade olmadığını hatırlatıyordu.
Onlara verilen bu nimetler üzerine ilâhî huzurdan kovulan ve insanoğluna ebedî düşmanlığını ilân eden Şeytan, ilk olarak kendilerinde örtülüp gizlenen kötü yerlerini meydana çıkarmak; avret mahallerini açmak için ikisine de vesvese vermeye başladı. Hz. Adem ve Havva bu âna kadar yaratılışlarında kendilerini utandıracak ve tiksindirecek çirkin pis şeylere mahal olacak kötü yerlerini ne kendilerinde ve ne de birbirlerinde görmüyorlar ve hattâ bilmiyorlardı. Settârul' uyub olan Halik Teâlâ evvel emirde onu örtmüş ve kendilerinden gizlemişti.
Şeytan nihayet bir fırsatını bulup onlara yaklaştı ve:
— Ey Adem! Sana, seni burada ebedî kılacak bir devleti haber vereyim mi? Diyerek, Allahü Teâlânın yaklaşmamalarını emrettiği ağacı gösterdi.
Hz. Adem, Şeytanın bu sözlerine aldırış etmedi, ancak şeytan da vesvesesinde yılgınlık göstermedi ve:
— Rabbimiz sizi bu ağaçtan başka bir sebeple değil, ancak iki Melek olacağınız veya bu Cennette ebedî kalacağınızdan dolayı nehyetti. Yani bundan yerseniz ya Melekler gibi yemek, içmek ihtiyacından müstağni olursunuz, yahut ölüm yüzü görmez burada ebedî kalırsınız, dedi. Kendisine inanmaları için de yemîn ederek, «ben sizin nasihatçınız ve hayrınızı isteyicinizim» diye emîn olmalarını istedi.
Hz. Adem ve Havva hiç bir kimsenin yalan yere Allaha yemin etmeyeceğini düşünerek yanıldılar ve bu ağaca meylettiler. Hz. Adem burada içtihadında isabet edemeyerek, o nehyedilen ağacın cinsinden olan başka bir ağacın meyvesinden yemekte bir mahzur olmayacağına hükmetti ve beraberce Allahü Teâlâ'nın yasak kıldığı ağacın meyvesinden tattıkları vakit örtülü ve gizli olan avret mahalleri açılıverdi. Bunun üzerine hayalarından derhal üzerlerine Cennetin incir yaprağından yamalar yamamağa başladılar. Allahü Teâlâ da kendilerine şöyle nida etti:
— Ben sizi o ağaçtan nehyetmedim mi idi? Şeytan size açık bir düşmandır demedim mi îdi?
Hz. Adem ile Havva cevaben:
— Ey Bizim rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer sen bize rahmet ve mağfiret etmezsen, en büyük zarar ve felâketin içinde kalanlardan olacağız, diye tevbe ve niyazda bulundular.
Allahü Teâlâ, Hz. Adem, Havva ve Şeytan'a hitap etti:
—— Haydi, bâzınız bâzınıza düşman olarak yer yüzüne ininiz. Size orada bir müddet için karar edip nasiplenmek ve geçinmek vardır. Orada yaşayıp orada ölecek ve yine ondan çıkarılacaksınız.
Hz. Adem ve zevcesi, dolayısıyla insan nevi yer yüzünde böylece mekân tuttu ve Şeytanla mücadele ederek Rabbından telâkki ettiği kelimelerle tevbe ve istiğfarda bulundu. Allahü Teâlâ'nın emirleri ile amel etti ve tevbeleri de kabul olundu. Çünkü Allahü Teâlâ esirgeyici ve bağışlayıcıdır.
Hz. Adem beş şeyi ile bahtiyar olmuştur:
Hatâsını itiraf, pişmanlık, nefsini kötülemek, tevbeye devam ve rahmetten ümidi kesmemek.
iblis de beş şey ile bedbaht olmuştur:
Günahını ikrar etmemek, pişmanlık duymamak, kendini kötülemeyip azgınlığını Allahü Teâlâ'ya niubet etmek ve rahmetten ümidini kesmek.
Ahnef ibni Kays, Medine'de Müminlerin Emiri Hz. Ömer'i görmek ister, bir de bakar ki büyük bir kalabalık halka halinde toplanmış, Kâ'bül'ahbar onlara vaaz veriyor ve şunları anlatıyor:
— Âdem aleyhisselâma vefat emri geldiği zaman; «Ya Rab, düşmanım iblis, beni meyyit halinde görünce kendisi kıyamet gününe kadar mühlete kavuşmakla sevinecek, bana şamata edecek,» dedi. Cevap verildi ki:
— «Ya Adem, sen Cennete iade olunacaksın, o mel'un ise evvelkilerin ve sonrakilerin adedi kadar ölüm acısını tatmak için tehu olunacak.»
Sonra Hz. Adem, Melekül'mevt Azraile: «— Ona ölümü nasıl tattıracaksın? Vasfını bana anlat,» dedi.
Onun ölümünün vasıfları anlatıldığı zaman, Hz. Adem: «— Ya Rabbi! Kâfi» dedi
Bunun üzerine orada vaazı dinleyen insanlar, heyecana gelerek; «— Ya Ebâ İshak! O nasıldır? bize anlat» dediler.
Kâ'b'ın anlatmak istememesi üzerine çok İsrar ettiler, bunun üzerine dedi ki:
— Allahü Teâlâ, birinci sûr'un ufürülmesi akabinde Azrail'e diyecek ki:
— «Sana yedi Sema ve yedi Arz ahalisinin kuvvetini verdim ve bugün sana bütün gadap kisvelerini giydirdim. Şiddetli gadabımla in, o tard olunmuş İblis'e artık ölüm acısını tattır, sakaleynden evvel ve ahirlerin acılarını hep birden ihtiva etmek üzerine bütün illet ve hastalıkları yüklet. Beraberinde gayz ve gadapla dolu yetmiş bin zebani, her biriyle de Cehennem zincirlerinden zincirler, tomruklarından tomruklar bulunsun. Cehennem kancalarından yetmiş bin kanca ile o mel'unun kokmuş canını çıkarın. Malik'i de çağırın Cehennem kapılarını açsın.» Bunun üzerine Azrail öyle bir suret ile inecek ki ona Semâ'ların ve Arz'ların ahalisi baksa korku ve dehşetlerinden derhal ölürlerdi, inecek, Iblis'e varıp «dur, ya habis! Artık sana ölümü tattıracağım, çok ömür sürdün. Nice nesilleri azdırdın, yoldan çıkardın. Ancak işte malûm vakit geldi.» diyecek. Mel'un Şeytan Doğuya kaçacak, bakacak Melekül'mevt gözleri önünde, Batıya kaçacak bakacak yine gözlerinin önünde, denizlere dalacak denizler kabul etmeyecek, hâsılı yer yüzünün her tarafına kaçacak, sığınacak kurtulacak hiç bir yer bulamayacak, sonra Dünyanın ortasında, Hz. Adem'in kabri yanında duracak veya Doğudan Batıya Batıdan Doğuya topraklarda sürünecek, nihayet Adem aleyhisselam'ın yer yüzüne indiği mevzîye varınca Arz, bir kor gibi olacak Zebaniler kancaları takıp didikleyecekler de didikleyecekler. Allahü Teâlâ'nın dilediği zamana kadar can çekişip azap içinde kalacak. O böyle can çekişirken Hz. Adem ve Havva'ya'da:
— «Kalkınız düşmanınız ölümü nasıl tadıyor, bakınız» denecek. Kalkacaklar, onun çektiği azabın şiddetine bakacaklar da:
— «Ya Rab, bize nimetini tamamladın» diyecekler.
 
  
 
Kabil ile Habil....

Vaktiyle, kardeş olan Kabil ve Habil isminde iki Adem oğlu, Allahü Teâlâ için birer kurban, ona manevî yakınlık sağlayacak birer nesne arz etmişlerdi. Kabil katı tabiatlı, Habil ise takva sahibi bir kimse idi. Herhangi bîr delil ile Habil'in kurbanının kabul olunduğu Kabil'in kurbanının ise kabul olunmadığı anlaşıldı. Kurbanı kabul edilmeyen Kabil, Habil'in kurbanının kabul edilmesinden dolayı ona hased ederek:
— Ahdim olsun seni öldüreceğim, dedi. Habil de dedi ki:
— Allahü Teâlâ ancak takva sahiplerinden kabul buyurur. Binaenaleyh Allah'dan kork, niyyetini düzelt. Eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Çünkü ben, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'dan her halde korkarım. Ben bu suretle şunu isterim ki, beni günaha sokmayasın da hem benim günahım, hem de kendi günahınla dönüp gidesin, bu iki günahı yüklenerek can verip Hakk'ın huzuruna Varasin da Cehennem ehlinden olasın. Zira zalimlerin cezası budur.
Bu takva, bu salim fikir, bu hayır ve nasihat, bu kardeşlik hissi üzerine, kurbanı kabul edilmeyen zalim Kabil'in nefsi, kendisine kardeşi Habil'i öldürmeyi arzu ettirdi. Yani vaz geçirmek şöyle dursun öyle bir cinayet güya bur tâat şevkiyle endişesiz yapılabilecek, mâniden uzak, arzusuna uyulur bir şey gibi gösterdi, kolaylık hatta gayret verdi. Bu suretle nefsi, Kabil'e bu cinayeti bir yem gibi önüne gerilmiş pek hoş bir şey gibi gösterip ve bu isyanı icrası lâzım bir tâat gibi kabul ettirince de Kabil kardeşini öldürdü. Ancak, bu cinayeti ile kendisine bir fayda sağlama ihtimali olmadığından başka, dininde de, dünyasında da hüsrana uğradı, zarar ve ziyan içinde kaldı, öldürdüğü kardeşinin cesedini ne yapacağını şaşırdı, çaresizlikler içerisinde kıvrandı. Sonra Allahü Teâlâ, yerde deşinen bir karga gönderdi. Bu gönderiş ve deşiniş ona kardeşinin cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek içindi. Katil, karganın bu hareketinden ilham alarak:
— «Eyvahlar olsun, vay bana, ben şu karga kadar olup da kardeşimin iaşesini gömüp gizlemekten aciz oldum ha!..»
Dedi ve bunun üzerine nadimler güruhundan oldu, pişmanlıklar içerisinde kaldı.
Bu kıssadaki Kabil ve Habil ismindeki iki kardeşin Adem aleyhisselâmın kendisinin iki oğlu olduğu, ekseri müfessirlerin görüşü olmakla beraber israil oğullarından iki Adem oğlu olduklarını söyleyenler de vardır. Ancak dikkat edilmesi lâzım gelen husus, şahısların tâyini değil, vak'anın hakikatidir. Çünkü Kabil ve Habil kıssası namıyla acaip ve garip bir çok şeyler söylenmiştir. Binaenaleyh hata olmak ihtimalinden kurtulamayacak olan türlü türlü rivayetlerden ve tafsilâttan sakınarak Kur'ân-ı Kerîm'deki beyanın esas alınmasına dikkat çekilmiştir. Nitekim mealen şöyle buyurulmuştur:
—«Allahü Teâlâ iki Adem oğlu ile bir mesel darb etti, bunun hayrını tutun, şerrini bırakın.»
 
    
Hazreti Nuh'un gemisi..

Nuh aleyhisselâm, Hazreti îdris'den sonra yer yüzündeki insanlara, kendilerini irşad etmek üzere Allahü Teâlâ'nın gönderdiği büyük bir peygamberdir. Hazreti Nuh'a ait haberler Kur'ân-ı Kerîm'in yirmi sekiz yerinde zikredilmiştir ki, bunlardan birisi müstakil bir sûredir.
Allahü Teâlâ, bir hakikat olarak Nuh aleyhisselâmı kavmine bir Peygamber olarak gönderdiği vakit o, kavmine:
— Ey kavmim! Allah'a ibadet edin!. O Allah ki, sizin için O'ndan başka kendisine ibadet edecek, kullukta bulunacak hiç bir ilâh yoktur. Emin olunuz ki, Allah'ı tanımadığınız takdirde üzerinize büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum, dedi.
Allah'ın Resulünün bu dâvetine karşılık, kavmin ileri gelenlerinden bir güruh:
— Ey Nuh, her halde biz, seni çok açık bir sapıklık içinde görüyoruz, dediler.
Hazreti Nuh da kendilerine:
— Ey kavmim! Bende bir sapıldık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin haberlerini, emirlerini tebliğ ediyorum. Size öğüt veririm ve sizin bilmediğiniz şeyleri Allah'dan ilham olunduğu gibi bildiriyorum.
— Ey kavmim! Beni niçin yalanlarsınız? Yoksa içinizden sizi korkunç bir âkibetten korumak, sizin de korunup rahmete erişmeniz için Rabbiniz tarafından bir kimseye vahiy, peygamberlik gelmesine şaşar ve inanmaz mısınız?.
Bu sözleri üzerine Nuh aleyhisselâmı yine yalanlamaya devam ettiler ve dediler ki:
— Ey Nuh! Biz seni, ancak bizim gibi bir beşer görüyoruz. Sana uyanları da ilk bakışta en rezillerimiz olan kimselerden ibaret görüyoruz. Sizin bize fazla bir meziyet ve üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Belki biz sizi yalancı sayıyoruz.
Nuh aleyhisselâm irşadına devam ederek:
— Ey kavmim! Açıkça söyleyin, eğer ben Rabbim tarafından verilmiş bir delili hâiz isem ve bana, Rabbim kendisinden bir rahmet vermişti, size onu görecek göz vermeyip kör olarak bırakmış ise, biz size onu görmek istemediğiniz halde zorla kabul mü ettireceğiz zannediyorsunuz?. Hem ey kavmim, ben bu irşadıma karşılık sizden bir mal da istemiyorum. Benim ücretim ancak Allahü Teâlâ'ya aiddir. Ve ben, o iman edenleri kovucu da değilim. Elbette onlar Rablerine kavuşacaklar. Fakat sizi de ben, cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum. Hem ey kavmim, ben bunları kovarsam, bana kim yardım edip Allah'tan beni kurtarabilir? Bunu bir defa düşünmez misiniz?. Ben size, ne Allah'ın hazineleri yanımdadır, ne de gaybî bilirim demiyorum. Ben muhakkak meleğim de diyemem. Yine ben, gözlerinizin hor gördüğü o kimseler hakkında «Allah onlara hiç bir hayır vermez» de diyemem. Zira onların vicdanlarındaki îmanı en iyi bilen Allahü Teâlâ'dır. Böyle halde bulunmuş olsam ben, şüphesiz haddini aşanlardan olurum!, dedi.
Buna karşılık Nuh aleyhisselâmın kavmi:
— Ey Nuh! Sen bize karşı hakikaten husûmette bulundun. Bize husûmetini fazlalaştırdın. Eğer sözünde doğru isen, bizi tehdid ededurduğun azabı hemen bize getir, dediler.
Hazreti Nuh:
— Onu size, ben değil, dilerse Allahü Teâlâ getirecektir. Siz onu âciz bırakacak değilsiniz. Ben size ne kadar öğüt vermek istedimse de, Allahü Teâlâ sizi helak etmeyi murad etmişse benim nasihatim size hiç fayda vermez, iyi biliniz ki, Allah Rabbinizdir, en sonunda çaresiz ona döneceksiniz!, dedi.
Kâfirler:
— Ey Nuh! Yoksa o azabı sen mi uydurdun? diyorlardı. Hazreti Nuh da:
— Eğer ben uydurdumsa günahı bana aittir. Halbuki ben, sizin yüklemek istediğiniz suçtan her halde uzak bulunuyorum, dedi.
Bunıın üzerine Nuh aleyhisselâma Hazreti Allah tarafından vahyolundu ki:
—- Kavminden şimdiye kadar îman edenlerden başka hiç birisi îman etmeyecektir. Binaenaleyh işlemekte oldukları fenalıklardan dolayi sen endişelenme de, bizim nezaretimiz altında ve vahyettîğimiz talimat dairesinde gemi yap!. O zulmedenler hakkında şefaatçi de olma! Çünkü o zalimler muhakkak batırılacaklardır.
Bu ilâhî emir üzerine Nuh aleyhisselâm gemiyi yapmaya başlamıştı. O bu işle meşgul olurken kavminden her hangi bir imansızlar güruhu yanından geçtikçe, kendisiyle alay ederler, «Hani peygamberim diyordun, işi marangozluğa bozdun» diye eğlenirlerdi.
Hazreti Nuh da kendilerine:
— Siz benimle eğleniyorsunuz; sizin şimdi eğlendiğiniz gibi biz de ilerde sizinle eğleneceğiz!. Kime perişan eden bir azâb gelecek ve daimî bir azâb kimin başına inecektir, ilerde, görürsünüz! diye cevap verirdi.
Nihayet Allahu Teâlâ'nın emri geldi ve gemi hareket edip yer yüzünden su kaynayıp fışkırmaya başladığı zaman Allahu Teâlâ Nuh aleyhisselâma:
— Şimdi geminin içine her çift erkek ve dişiden iki tane, bir de aleyhinde hüküm geçmiş bulunan oğlundan başka aileni ve îman edenleri yükle! buyurdu. Bununla beraber Hazreti Nuh'a insanların pek azından başka kısmı îman etmemişti.
O zaman Nuh aleyhisselâm gemiye binecek olanlara:
— Haydi mecrasında da, mersâsında da, Allah'ın ismini anarak gemiye bininiz! Rabbim muhakkak Gafûr'dur, Rahîm'dir, dedi.,
Artık gemi, içindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu.
O sırada Hazreti Nuh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna da:
— Ey oğulcağızım, gel benimle bin! Kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. Oğlu:
— Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım! diye cevap verdi. Hazreti Nuh:
— Bugün Allah'ın emrinden koruyacak bir şey, rahmetinden baş-'ka yoktur! dedi ve derhal âsî oğul dalga aralarına giriverdi. Böylece o da boğulanlardan oldu.
Tufan tamam olunca Allahü Teâlâ tarafından:
— (Yere
smile.gif
Ey arz suyunu yut!, (Göğe de: ) Ey semâ suyunu kes! emri verildi. Ve su çekildi, emir de yerine getirildi. Gemi de Cûdî dağı üzerine oturdu. O zalim kavme de «uzaklaşın!» denildi.

Nuh aleyhisselâm Rabbine nida ederek:
— Ey Rabbim! Oğlum tabiî benim âilemdendir. Hiç şüphesiz Senin va'din de haktır. Ve sen hâkimlerin üzerinde isabetle hükmedersin! dedi.
Allahü Teâlâ:
— Ey Nuh! Kâfir oğlun senin ehlinden değildir. O, salih olmayan kötü iş sahibidir. Binaenaleyh hakikatine ilmin erişmediği şeyi benden isteme!. Ben seni câhillerden olmaktan men'ederim! buyurdu. Nuh aleyhisselâm:
— Rabbim! Hakikatini bilmediğim şeyi istemekten sana sığınırım!. Allah'ım! Yoksa sen beni mağfiret etmez ve bana merhamet etmezsen, ben dalâlete düşenlerden olurum! diye niyazda bulundu.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ tarafından:
— Ey Nuh, bizden sana ve mâiyetindekilerden üreyecek bir çok Ümmetlere selâm ve bir çok bereket ile gemiden in!.. Bir çok ümmetleri de ilerde dünyâ malıyla faydalandıracağız da sonra küfürleri sebebiyle onlara tarafımızdan elem verici bir azab dokunacaktır! buyuruldu.
Kırk yaşında Allah Elçiliği vazifesini yüklenen Nuh aleyhisselâm, kavmi içerisinde bu mukaddes vazifesini tufan hadisesine kadar tam dokuz yüz elli sene devam ettirdi.

(Hûd, Nuh ve A'râf Sûreleri)
 
    
Hz.Hüd ve Ad kavmi...

Güney Arabistan'ın Hadramut civarında, bulundukları yere kumsal ve engebeli yüksek arazi mânâsında «Ahkâf» adı verilen Ad kavmi isminde bir millet yaşıyordu. Bu kavm maddî', bakımdan hayli ilerlemiş, zengin olmuş ve ihtişamlı binalar içerisinde hayat sürüyorlardı. Kuvvetleri de hayli çoğaldığından etraflarındaki kavimlere de galebe çıkmışlar ve zor kullanarak beldelerini genişletmişlerdi. Fakat bu maddî ilerleme ve genişlemenin yanında Allahü Teâlâ'ya ve emirlerine olan bağlılıkları kopmuş ve iyice azgınlaşarak putlara tapar hale gelmişlerdi. Hz. Nuh tufanıyla sâkinleşen halk yine yoldan çıkmış, yolunu şaşırmıştı.
Allahü Teâlâ, bu şaşırmış kavmi, hak yola davet etmek üzere içlerinden biri ve soyca kardeşleri olan Hûd aleyhisselâmı, onlara peygamber olarak gönderdi. Hz. Hûd'un nesebi hakkında iki rivayet vardır ki:
Birincisi; Hûd ibni Abdillah ibni Rebah İbni'lhulûd Ibnü'avs Ibni İrem Ibni Sam Ibni Nuh aleyhisselâmdır.
ikincisi de, Hûd Ibni Salih ibni Erfahd ibni Sam Ibni Nuh ibni Ammi Ebi Ad'dır. Yani Nuh aleyhisselâm Ad'ın babasının amcasının oğlu imiş.
Hz. Hûd kavmine, kendisinin Allah tarafından onlara gönderilen emîn bir Peygamber olduğunu bildirerek Allah'ın emirlerini tebliğ etmeye başladı:
— «Ey kavmim! Gelin Allah'dan korkun ve O'na kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız daha yok. Siz sade O'na iftira ediyorsunuz da ilâh diye başkalarına tapıyorsunuz.
— «Ey benim kavmim, buna karşılık ben sizden bir ecîr istemiyorum, hâlis muhis karşılıksız bir nasihattir bu. Benim ecrim ancak beni yaradana aiddir. Vereceğini O verecektir. Artık siz akıllanmayacak mısınız? Hâlâ siz O'nun azabından sakınmayacak mısınız? Aklınızla düşünüp böyle halisane bir şekilde söylenen ve sizin menfaatinizle alâkalı bu hak nasihati tutarak iftiradan, başkalarına tapmaktan vazgeçmez misiniz?
— «Ey benim kavmim, rabbınızdan mağfiret dileyiniz, O'na karşı günahkâr olduğunuzu itiraf edip istiğfarda bulununuz, sonra O'na tevbe ile şirk ve isyandan pişmanlık duyarak imân ve doğrulukla müracat ve kulluk ediniz ki, üzerinize bol bol Semânın feyzini göndersin; kuraklık çektirmesin, hayatînizi kuru maddelerin tazyikinden kurtarıp yükseltsin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Malûm olan cismâni kuvvetinize henüz tanımadığınız manevî-bir kuvvet katlayarak artırsın. Gelin mücrim mücrim, günahlarınıza İsrar ederek bu güzel nasihatleri dinlemezlik etmeyin, yüz çevirip gitmeyin.
— «Siz her tepeye bir alâmet, köşk bina ederek eğleniyor, oynuyorsunuz. Dünyada ebedî kalacakmışsınız gibi, bîr takım saraylar ve havuzlar da ediniyorsunuz. Hem ceza için yakaladığınız vakit, merhametsizce, zorbaca yakalıyorsunuz; dövüyor, öldürüyorsunuz. Artık Allah'dan korkun ve bana itaat edin. Size bildiğiniz şeyleri verenden sakinın; size davarlar ve oğullar verenden, bağlar ve pınarlar ihsan edenden...
— «Doğrusu Ben, size gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.»
Hûd aleyhisselâmın bu daveti karşısında, Allahü Teâlâ'nın dünya hayatında kendilerine refah verdiği halde, küfre dalıp âhiretteki hesapla karşılaşmayı yalanlayan bu Ad kavminin ileri gelen kodaman bir güruhu isyan ederek ona ve onu dinleyenlere şöyle dediler:
— «Eğer Rabbımız dileseydi, muhakkak bize Melâike gönderirdi. Siz —geçmiş Peygamberleri de kastederek— ise bizim gibi insanlarsınız. Onuıt için biz sizinle gönderilen şeylere inanmayız. Bu da başka değil, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor. Bu bir peygamber olamaz. Şayet kendiniz gibi bir insana itaat edecek olursanız, muhakkak ki o halde siz aldanmış olursunuz.
— «O, siz cidden öldüğünüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğunuz zaman, muhakkak çıkartılacaksınız, dirileceksiniz diye mi va'dediyor? Heyhat heyhat, ne uzak vaad!.. Hayat, ancak bizim bu Dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Kimimiz bir taraftan ölür, kimimiz de yeni doğar hayata geliriz, bu böyle gider. Biz öldükten sonra diriltilmeyeceğiz. O halde bu alçak hayata sarılalım, keyfimize bakalım.
— «Ancak o, öyle bir adam ki, Allah'a karşı bir yalan uydurdu. Biz ona inanacak değiliz.»
Görülüyor ki, zamanımız kâfirlerinin ve hususiyle münevverlik taslayan modern zındıkların, dine karşı söyledikleri sözler de en eski kâfirlerin bu sözlerine irticadan başka bir şey değildir. Eski kâfirlerin küfürleriyle beraber Ahiret hesabını yalanlayıp Dünya hayatında refah sürerek şımarıklık göstermeleri gibi vasıflar, bugünkü kâfirlerin de vasıflarını teşkil ettiği gibi, söyledikleri sözler de tamamıyla şimdiki kâfirlerin her zaman- tekrarladıkları sözlerdir. Bunlar da beşerî peygamberliği kabul etmemekle beraber Peygamberi alelade bir insan seviyesinde göstermek için insanlığı yiyip içtiği şeylerle mukayese ediyor ve insanlık cemiyetini kökünden yıkacak olan:
«Sizin gibi bir insana itaat ederseniz aldanırsınız» propagandasını ileri sürüyorlar.
Hatırlatmaya hacet yok ki, beşerin beşere itaatini kayıtsız şartsız, inkâr eden bu söz, haricîlik ve anarşistlik davasıdır. Bir reisin başkanlığı altında toplanmayan bir insan topluluğu yoktur. Cumhuriyetler bile bir reisin başkanlığı altında birleşmek ihtiyacındadır. Fakat kendi Dünya hayatlarından ilerisini hiç hesaba almak istemeyen ihtilâlci kâfirler, kendi garaz-ve menfaatlerini elde etmek için hürriyet dâvası altında itaat prensiplerini yıkarak milletlerin içtimaî nizamlarını tahrip etmekten zevk alırlar. Bunun gibi Dünya hayatı refahıyla şımarmış ve Ahiret hesabının yalan olduğu safsatasını diline dolamış olan o kâfirler de, Allahü Teâlâ'nın emriyle Peygambere \itaat hissini kırmak için beşerin beşere meşru olan itaat esasını, bir esaret ve aldanış mânâsında göstererek kökünden baltalamaya çalışıyorlardı. Milletin devamına darbe olan bu büyük cinayetin uhrevî mes'uliyeti bahis mevzuu olduğu zaman da «öldükten sonra dirilmek yok, hayat dünya hayatıdır» diyorlar ve Allah'ın gönderdiği peygamberlerini ise yalancılıkla itham edip hakikatleri örtmeye çalışıyorlardı.
Ad kavminin ileri gelen kodaman güruhu Allah'ın resulü Hûd Aleyhisselâm'ın kendilerini hakk'a davetine karşılık isyanlarına devam ederek şöyle söylediler:
— «Ey Hûd!.. Sen bize ha vaaz etmişsin, öğüd vermişsin ha öğüd verenlerden olmamışsın, bizce farkı yoktur. Bu bize getirdiğin, eskilerin yalanından başkası değildir. Biz azaba uğratılmayız. Senin sözünden dolayı ilâhlarımızı terk etmeyiz. Yalnız deriz ki, her halde ilâhlarımızın bazısı seni fenalıkla çarpmış, onlara dil uzattığından dolayı aklına fenalık getirtmiş, seni delirtmiş, her halde biz seni bir çılgınlık içinde görüyoruz ve her halde biz, seni yalancılardan bîri sanıyoruz. Sen bize bir delil de getirmedin, imâna mecbur kılacak bir mucize ile gelmedin.» .
Hûd aleyhisselâm onların bu inkâr, inat ve saçmalıklarına karşılık bizzat kendisinin ilâhî bir delil ve mucize olduğunu anlatan şu hakikatlerle cevap verdi:
— «Ey benim kavmim! Bende hiç bir çılgınlık yok. Lâkin ben âlemlerin Rabbı olan Allahü Teâlâ tarafından size gönderilen bir elçiyim. Size Rabbımin emirlerini tebliğ ediyorum. Ben sîzin için güvenilir bir nasihat ediciyim. Sizi Allah'ın azabıyla korkutmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla, size Rabbınızdan bir ihtar geldiğine inanmıyor da hayret mi ediyorsunuz? Düşünün ki o sizi Nuh kavminden sonra hâlifeler yaptı ve yaratılış bakımından size, onlardan ziyade boy ve güç verdi. O halde Allah'ın nimetlerini unutmayın ki kurtulabilesiniz.»
Hûd aleyhisselâm'ın kavminin kâfirleri, bu sözler üzerine şöyle dediler:
— «Ya, sen bize yalnız Allah'a ibadet ve itaat etmemiz, bir de babalarımız, atalarımızın tapageldikleri putları terk etmemiz için mi geldin? Haydi getir! O bize vadedîp durduğun azabı başımıza, getir bakalım, eğer sen doğru söyleyicîlerden isen...»
Böylece yer yüzünde haksız yere kibirlenmek istediler ve «bizden daha kuvvetli kim var» dediler. Fakat kendilerini yaratmış olan Allahü Teâlâ'nın onlardan daha kuvvetli olduğunu düşünmediler de...
Onların bu inkâr ve inatlarına devam etmeleri karşısında Hz. Hûd, Allahü Teâlâ'ya niyaz ederek «Rabbim! beni yalanlamalarına mukabil bana mısret ver» dedi. Allahü Teâlâ da cevaben «Birazdan azabı gördükleri zaman pişman olacaklar.» buyurdu.
Hûd aleyhisselâm hakikatleri kabule yanaşmayan kavmine son olarak şöyle dedi:
— Azabın inmesine dair ilim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Ancak sizi öyle bir kavim görüyorum ki cahillik ediyorsunuz, peygamberlerin vazifesini onların gönderilmesindeki hikmeti, o elcilere uyanların her iki dünyada saadet bulacağı, asîlerin ise felâkete uğrayacağı hakikatini bilmiyorsunuz. Ben Allah'ı şahid tutarım, siz de şahid olunuz ki, O'ndan başka sizin uydurduğunuz ortakların hiç birini ben tanımıyorum. Binaenaleyh hepiniz toplanarak bana istediğiniz tuzağı kurun. Bundan daha açık ne mucize arıyorsunuz? Yalnız bana fenalık getirdiğini iddia ettiğiniz bazısı değil, bütün ortaklarınız, putlarınız, ve siz hepiniz toplanarak bana fenalık yapmak için dilediğiniz plânı kurun, istediğiniz hileyi tertipleyin. Sonra bana mühlet de vermeyin, elinizden geleni erteye koymayın, hemen yapın, hiç bir korkum yok. Ben her halde Allah'a tevekkül ettim, O'nun emir ve muhafazasına dayandım ki, O benim Rabbûn ve sizin de Rab-binizdir. Benim de sahibim, efendim O'dur, sizin de, O'nun irade ve dilemesi olmadan ne sizden, bir şey sadır olabilir, ne de musibet erişebilir. Yer yüzünde hiç bir debelenen yoktur ki, O'nun kudreti ve tasarrufu altında olmasın. Hepsini dilediği gibi tasarruf eder, hiç birini kaçırmaz, isterse hiç kımıldatmaz. Şüphesiz ki Rabbım doğru yol üzerindedir. Doğruluğun koruyucusu, doğruların yardımcısıdır. Rızası hak, adalet ve doğruluktadır.
«Artık siz yine yüz çevirir, bu açık kat'i hakikatleri dinlemez ve doğru tevhîd yolunu tutmazsanız, ben size gönderildiğim tebliğ vazifemi işte yaptım. Rabbım beni mes'ul tutmaz da sizi helak edip sizin yerinize sizden başka bir kavim getirir, halifeliği onlara verir. Ve siz O'na zerrece bir zarar edemezsiniz. O'nun emrinden yüz çevirmenizin bütün zararı kendinize aid olur. Çünkü Rabbım her şeyin üzerinde koruyucu ve gözetleyicidir. Hiç bir şeyi kaçırmaz ve yaptıklarınız ondan gizli kalmaz. Binaenaleyh ona hiç bir zarar ihtimali olmaksızın cezanızı bulursunuz.
Bütün bu nasihatlere rağmen Ad kavmi isyan ve küfürde ısrar etti. Allahü Teâlâ'nın elçisinin sözlerini dinlememekle de azaba müstahak oldular. Vaktâ ki korkutuldukları azabı gökte, vadilerine doğru gelen bir siyah bulut halinde gördüler, dediler ki:
— «Bu ufukta behren bir bulut; bize yağmur yağdıracak.» Hûd aleyhisselâm onlara şöyle söyledi:
— «Hayır, o, sizin acele istediğiniz şey: Bir rüzgâr ki, onda çok acıklı bir azap vardır, Rabbının emriyle her şeyi helak edecektir, işte üzerinize Rabbınızdan bir azap ve gazap fırtınası indi.. Sizin ve atalarınızın uydurduğu, taktığı kuru isimler hakkında, siz benimle mücadele mi ediyorsunuz? Allah, onlara hiç bir zaman öyle bir saltanat hakkı indirmedi, artık azabın gelişini bekleyin, ben de sizinle beraber ona gözetenlerdenim.»
Bir müddet sonra inkârın derinliklerine dalan Ad kavmi, bu bulutun bir yağmur değil, azap fırtınası olduğunu görmüş ancak iş işten geçmişti. Bu, bir «sarsar» rüzgârı, soğuk ve gürültülü bir fırtına idi ki, onlara uğursuz gelen bir günde başladı ve yedi gece sekiz gün devam etti. Azap fırtınası, olduğunu ise tanımaları ilk olarak şöyle olmuştu : Dışarı çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi Gök ile Yer arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar, derken fırtına gelip kapılarını" açmış yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seli akıtmış, sonra da-"Allahü Teâlâ'nın emriyle kümü üzerlerinden açmış ve hepsini denize dökmüştü.
Yine rivayet edilir ki; içlerinde azabı ilk gören bir kadın olmuştu ve ateş alevi gibi bir rüzgâr görmüştü. Rüzgâr insanları yoluyor, çekip koparıp alıyordu, bundan kurtuluş yoktu. Ad kavmi, iri bedenli oldukları için başları kopup kopup devrildikçe sanki dibinden kopmuş içi kof hurma kütükleri gibi devriliyor, bu fırtına onları sel köpüğü ve süprüntüsü gibi denize döküyordu. Kâfirlerin burunlarından girip arkalarından çıkan, evlerini mallarını yıkıp süpürüp götüren ve her birini bir tarafa atıp parça parça eden bu azap fırtınasının Şubat ayının sonunda «berdül acuz = kocakarı soğukları» denilen günlerde vaki olduğu bildirilmiştir ki, adi geçen tâbir günümüzde de kullanılmaktadır.
Allahü Teâlâ'nın gönderdiği peygamberin bildirdiklerine' imân etmeyen ve uğradığı şeyi bırakmayıp mutlak çürütüp kül ediveren «sarsar» rüzgârının savurduğu taşlarla beyinleri parçalanarak helak olan Ad kavminin kâfirleri kökleri kuruyup cezalarını bulurken; Allah'ın elçisine imân eden mutlu zümre ise dünya ve âhiret felahına eriyorlardı.
Hûd aleyhisselâm rüzgârı hissettiği zaman kendisinin ve inananların üzerine bir hat çizmiş, bir menbâ civarına, bir mahalle doğru çekilmişti. Kâfirleri kasıp kavuran azap rüzgârı, onlara bir seher tesiri yapıyor ve ancak derileri yumuşatacak, insanlara ferahlık verecek şekilde dokunuyordu. Hz. Hûd ile birlikte gerçek kurtuluşa eren bu mü'minler topluluğunun dört bin kadar olduğu bildirilmiştir.
Eğer Ad kavminin kâfirleri de bu mü'minler gibi, Allahü Teâlâ'nın Ayet ve delillerini inkâr etmeyip, Hûd aleyhisselâm'ın tebliğ ettiği şekilde imân ve itaat etselerdi helak olmayacaklardı. Lâkin onu dinlemeyip eğlendikleri için, o istihza ettikleri «Haydi getir bize» dedikleri azap da kendilerini kuşatıverdi. Çünkü bunların isyan ettikleri peygamber Hûd aleyhisselâm ise de, bunun bildirdikleri esas itibariyle evvelki peygamberlerin de bildirdiklerine uygun olduğundan ona isyan etmekle hepsine isyan ettiler ve bütün inatçı zorbaların arkasına düştüler. Böylece kendileri de hem, bu dünyada lanetle takip olundular, hem de Kıyamet gününde. İşte öyle isyankâr bir kavme, Allahü Teâlâ böyle ceza verir. Halbuki Allahü Teâlâ, onlara mal ve kuvvetten ibaret öyle şeyler ihsan etmişti ki, başkalarına o kuvvet ve iktidarı vermemiştir. Hem bu nimeti anlasınlar diye, kendilerine, kulak, gözler ve kalbler vermişti. Fakat onların ne kulağı, ne gözleri ve ne de kalbleri kendilerine bir fayda vermedi. Çünkü Allah'ın Ayetlerini inkâr ediverdi, inkârlarının cezasını görüp Dünya hayatında zillet azabını tattılar. Elbette Ahiret azabı daha zilletlidir. Hem onlar, kurtulamayacaklardır.
Bu hâdiseye muhatap olanlar, bugün, gidip dolaşırlarsa; gözlerine çarpacak o harap eserler, kabirler, o azaba uğrayan Ad kavmine aiddir.

(A'raf, Hûd, Mü'minün, Şuara, Fussilet, Ahkâf, Zariyat, Kamer ve Hâakka Sûreleri)
 
    
Tevazuu

TEVAZUU

Bir adamcağız kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi birşey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli.nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu.

Durumu Hacı Bektaş Veli.ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli helal değildir diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam mevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder.

Adam aynı şeyi Hacı bektaş veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar:

Mevlana şöyle der:

- Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergahı'na gider ve Hacı Bektaş Veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş Veli'ye sorar.

Hacı Bektaş da şöyle der:

- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.

 
    
Vefasiz olmamak içim.....

Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki

-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.

Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:

-Söyledikleri doğrumu diye sorar.

Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:

-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.

Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :

-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi.Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi.

Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin…

Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:

-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin’de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der.

Hz Ömer dayanamaz derki:

-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,

Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,

-Bu zat benim yerime kalır, o zat Amr ibni As’ dan başkası değildir. Hz Ömer Amr ‘a dönerek

-Ey Amr delikanlıyı duydun, der.

O yüce sahabi:

-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.

Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr’ın idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.

Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,

-Bu kefil babam olsa farketmez, cezayı infaz ederim.

Amr tam bir teslimiyet içerisinde derki,

-Biz de sözümüzün arkasındayız.

Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.

Hz Ömer gence dönerek derki,

-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.

Genç vakurla başını kaldırır ve:

-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.

Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr’a derki,

-Ey amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?

Amr :

-Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.

Sıra gençlere gelir derlerki,

-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer :

-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?

Gençlerin cevabı dehşetlidir :

- Merhametsiz insan kalmadı demeyesiniz diye.
 
    
Çölde yaşayan zengin

Çölde yaşayan zengin ve muktedir bir kabile reisinin dillere destan, eşi-menendi az bulunur bir atı varmış.
Günün birinde kabile reisi, bu pek sevgili atına atlayarak tek başına çöle gezmeye çıkmış. Hayli zaman at koşturduktan sonra dönmek üzere iken uzaklarda bir kımıltı dikkatini çekmiş. Bir insan, yerde yatıyor. Belli ki çok hasta veya ölmek üzere. Yardıma muhtaç.


Hemen oraya yaklaşıp atından inerek yerdeki adama yardıma gitmiş. Hâlâ nefes aldığını görünce sevinip atının terkisinden su kırbası almak üzere iken, yerdeki mecâlsiz ve hasta adamı, o herkesten kıskandığı değerli atın üzerinde görünce şaşırıvermiş. Adam atı topuklayıp erişilemeyecek kadar uzaklaştıktan sonra dönüp, alay edercesine bakmış atın sahibine,
Fakat bir gariplik var; atın sahibi ardından koşarak bağırıp çağırmıyor; sadece durduğu yerde ağlıyor.
- Ne oldu diye seslenmiş hırsız, “Zoruna gitti de ondan ağlıyorsun değil mi? Sen ki bu atı kendi gözünden, evlâdından bile kıskanırdın ama bak, aklım ve çevikliğim sâyesinde şimdi benim oldu atın; ne kadar ağlasan yeridir!”
Atın sahibi gözyaşlarını silmiş; demiş ki, “Hayır ey hırsız, atımı çok severdim, doğrudur; senin onu benden çalman elbette gücüme gitti, fakat onun için ağlamıyorum.”
- Yaa, niçin ağlıyorsun öyleyse, kadınlar gibi?
- Şunun için: Bu haber yarın etrafta duyulduğunda, senin nasıl bir hile ile atımı elimden kapıp çaldığın dilden dile gezdiğinde bundan sonra çölde hiç kimse, ölmek üzere olan gerçek bir ihtiyaç sahibine bir damla su vermeye çekinecektir. Üzüntüm ondan!

 
    
Haramdan korunmak...

Gencin birisi Kabe’de hep,
- “Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım, Ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah’ım, sana hamdü sena ederim,” diye dua eder.
Bu durum herkesin dikkatini çeker. Birisi:
- “Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka birşey bilmiyor musun?,” der.
O da anlatır:

Yedi sekiz sene önce yine Kabe’de iken içi altın dolu bir torba buldum. Tam bin altın vardı. İçimden bir ses:

- “Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın” diyordu. Hayır dedim kendi kendime. Bu benim değil. Başkasının malı, kullanmam haram olur dedim. Bu sırada birisi
2zoyef6.jpg

- “Şöyle bir torba bulan var mı?” diye bağırıyordu. Çağırdım onu.
- “Nasıl bir torbaydı? İçinde ne vardı?” diye sordum. Torbayı tarif etti ve “İçinde bin altın vardı” dedi.

- “Torban burada.” diyerek verdim. Adam torbayı açıp bana otuz altın verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim,
- “Bu köle için ne istiyorsunuz?” dedim. “Otuz altın dediler”. Adamdan aldığım otuz altını verip genci satın aldım. Bir iki yıl geçti. Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Onu aldığıma çok memnun olmuştum. Bir gün onunla giderken karşıdan iki üç kişi geliyordu. Genç bana dedi ki,
- “Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isterler. Sen iyi bir insansın. Onlara otuz bin altından aşağıya satma.” dedi. O kişiler yanıma geldi.
- “Bu esiri bize satar mısın?” dediler. “Satarım.” dedim. “Altmış altın verelim.” dediler. Ben de “Olmaz.” dedim.
- “Sen bunu pazardan otuz altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz” dediler.
- “Öyleyse gidin pazardan alın.” dedim. Arttıra arttıra yirmibin altına kadar çıktılar. Otuzbin altından aşağı olmaz dedim. Çaresiz kabul ettiler. Ben o otuzbin altın ile işyerleri açtım. Ticaret yaptım. Daha çok zengin oldum. Bir gün bana arkadaşlarım,
- “Çok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim.” dediler.
- Ben de “Olur.” dedim. Nikah kıyıldı. Deve yükleri çeyizini getirdiler. Çeyiz arasında bir torba dikkatimi çekti. Kıza, “Bu nedir?” dedim.
- “İçinde 970 altın var. Babam Kabe’de bunu kaybetmiş. Bulan gence otuzunu vermiş. Kalanını da bana hediye etti. Çeyizine koyarsın dedi” diye anlattı. Demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş. Vermese idim haram yoldan gelecekti. Şimdi helal yoldan yine bana geldi. Bana yardım edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbim’e hamd ederim.
 
    
GÜNCELLENDİ
 
    
Emeğinize sağlık ..
 
    
 
 
Üst Alt