Güzel Hikayeler hayirli cumalar, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

*t£b£ssüm*

EMEKLİ ADMİN
Nisan Forum
Katılım
21 May 2011
Mesajlar
835
Tepkime puanı
198
Puanları
83
Konum
İzmir
hayirli cumalar, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

hayirli-cumalarnwrl6.jpg


Aylak aylak yüzüyorsun anlamsızlık deryasında.
Soğumuşsun dünyadan.
Yaşama iştahın yerle yeksan olmuş.
Solup kurumuş dünya, bir ceset gibi uzanmış yatıyor içinde.
Hayat can çekişiyor ruhunda, kalbinin elleri kırık.
Duygularına inme inmiş, felç olmuş bir kol gibi mecalsiz.
Bozguna uğramış kalbin.
Her bir köşesini ayrı bir dert tutmuş. Her köşesinde bir tutam sancı.
Hayat yorgunusun.
Uçup giden bir kuş gibi her şey, adını bilemediğin.


Adsız sokaklara dönmüş hayatın.
Sanki sırtında taşıyorsun güneşi.
Varlıklar taş kesilmiş yüreğinde.
Harfler silinmiş, kelimeler unutulmuş.
Dünya biçimini yitirmiş. Karanlığa sürüklenmiş dünyan.
Işıklar solmuş, donmuş kalmış yüreğinde. Zaman gömülü kalmış.
Yolunu yitirmiş yolcusun. Bütün yollar çıkmaz sokak olmuş.


Koca bir güneş doğuyor dünyanın üstüne. Ama onun aydınlattığı varlıklar senin içini karartıyor.
Güne başlamayı bile istemiyorsun bu yüzden. Karanlıkta biraz daha rahatsın.
Uykunun karanlığına veriyorsun kendini sen de.
Ah, bir de şu rüyalar olmasa! Âlem-i misâle bir girmesen, gözlerin dünyaya kapalı uyuyup kalsan.


Çare olarak eskiye dönmeyi istiyorsun.
Yeniden hazlara gömülmek, yeniden neşelere gark olmak istiyorsun.
Yanılıyorsun.
Ne kalbinin depremleri vardı daha üç beş ay öncesine kadar, ne de sular seller silip süpürmüştü ruhunu.
Her şey düzenli bir ilkbahar bahçesi gibiydi. Emellerin dal budak salmıştı içinde.
Hedeflerin vardı. Çalışıp çabalamak için enerjin vardı.
Dünya sonsuz bir beşikti. Sallanıyordun. Uyuyordun mışıl mışıl.
Dünyadan hiçbir kuşku duymuyordun: sana istediklerini verecekti. En azından sen kopara kopara alacaktın ondan.
Sonra dünyanın karanlığı yuttu seni.
Kalbinle dünya arasında sonsuz bir "yol" açıldı.

Günaydın!
Hayatının "lâ İlâhe" safhasına uyandın.

Hayatı düşünüyorsun, anlamsız geliyor. Hayatını düşünüyorsun, anlamsız geliyor. Kendine kızıyorsun, neden gönlüm her şeyden geçti diye. Hattâ hissettiklerinin Yaratıcını üzdüğünü zannediyorsun belki de. Belki de îmânını sorgulayıp bunu iman zayıflığına yoruyorsun. Niye böyle hissediyorum diye dövünüyorsun. Aklın hayatın anlamını derinden bilirken, kalbinin öyle hissedemeyişini şerre yoruyorsun.

Diyorsun ki: "Her şeyin anlamsız gelmesi anlamsız geliyor."
Yanılıyorsun.

Sadece hayatının "lâ ilâhe" safhasındasın.

Yaratıcımız bizden yalnızca "illâllah" dememizi istemiyor. Kolay mı öyle "illâllah" diyebilmek? Bedeli yok mu?
"İllâllah" demenin yolu "lâ ilâhe" den geçiyor.

"İlahımız yalnızca O'dur" demeden önce hiçbir şeyin ilah olmadığı gerçeğiyle yanıp tutuşacak kalbimiz.
Kalbimiz her "lâ" deyişinde dünyadan kopmanın, ondan soğumanın acısını yaşayacak.


Aklın her şeyin anlamlı olduğunu bildiği halde, kalbine her şey anlamsız geliyorsa sevin:
Bu, kalbinin "lâ ilâhe" deyişinden başka bir şey değildir.

Kalbiniz Yaradan hasretiyle dolu, Cumanız mübarek olsun efendim.

 
  
 
Hz. Bilal'in göz yaşartan peygamber sevgisi


Hz. Bilal'in göz yaşartan peygamber sevgisi

O, Efendimiz'in müezziniydi. Son ezanını okuyordu. Halk o kadar coşmuştu ki, Peygamber Efendimiz yaşıyor sandılar. O günden beri dünyada bir daha böyle bir ezan okunmadı. Bilâl Habeşî Hazretleri de başka ezan okumadı...


Derleme: Ali Demirel

Bilâl Habeşî Hazretleri, ilk imân eden sahabilerdendi. Müslüman olmadan önce Mekke'de müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halef'in kölesi idi.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kâbe'yi putlardan temizledikten sonra Hz. Ebu Bekir'in vesileliği ile Müslüman olan Efendimiz'in müezzini Hz. Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhid nameleriyle coşturmuştu.

Peygamberimiz'in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine'de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kalmıştı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl'e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti:

- Eğer sen beni Allah için azat ettinse, bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ona istediği yere gidebileceğini söylemişti. O da Şam dolaylarına gitti.
Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Filistin'e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye'ye gelmişti. Sonra halife ile beraber Kudüs'e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs'e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resûlullah'ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl'den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu.

Hz. Bilâl ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer sahabiler, Resûlullah dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl'in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi.

BUNCA AYRILIK YETMEDİ Mİ YA BİLÂL?


Hz. Bilâl, bir gece rüyasında Resûlullah Efendimiz'i gördü. Sevgili Peygamberimiz kendisine adeta sitem ettiler; "Bunca ayrılık yetmedi mi, Ya Bilâl? Hala kabrimi ziyaret etmeyecek misin?"

Zavallı yüreği, duracak hale geldi. Heyecan ve ter içinde uyandı. Hemen hazırlığa başladı. Şafak sökerken, ince, uzun ve garip deveciğiyle; mübarek Medine yollarına düştü. Biricik Efendisi'ne yaklaştıkça havayı kokluyor, taşları toprakları okşuyor ve gözyaşı döküyordu. Issız çölleri yara yara Medine'ye ulaştı.
O'na rastlayanlar, selam veriyorlardı. Sonra da yanındakilere diyorlardı ki;

- İşte Bilâl, Bilâl Habeşî, işte Hazreti Peygamberin müezzini. O'nun gibi ezan okuyan, bu dünyaya gelmemiştir.

Fakat o, hiçbirini duymuyor, görmüyordu. Sanki çok kuvvetli bir mıknatıs, onu kendisine çekiyordu. Peygamber Efendimiz'in mübarek kabrine doğru ilerledi. Yüce makama erişirken Kur'ân-ı Kerim okudu.

SON DEFA EZAN OKUYORDU

En sonunda sevgilisinin kabrinin yanında bayılarak yıkıldı. Ayıldığı zaman, başucunda, sevgilisinin sevgili torunları Hasan ve Hüseyin Hazretleri; saçlarını okşuyorlardı. Sanki dünyalar onun oldu. Sarıldılar, kucaklaştılar, ağlaştılar; "Yavrularım! Ne kadar da dedeniz Hz. Resûlullah gibi kokuyorsunuz!" dedi.
Hz. Hasan sordu: "Dedemiz seni de çok severdi. Acaba O'nun hatırı için, bir şey istesek yapar mısın? " Hz. Bilâl çok şaşırdı; "Bu ne biçim söz? Bu kölenizden ne emredersiniz, yerine getiririm!". "Senden, bir defa da olsa ezan dinlemek istiyoruz. Ricamız sadece buydu." dedi.

Ertesi sabah Bilâl Habeşî, son ezanını Mescid-i Nebevî'de okudu. Yanık ve hasret dolu sesiyle; "Allahu Ekber! Allahu Ekber!" dediği zaman bütün Medine halkı ayağa kalktı. "Eşhedu en lâ ilâhe illallah! Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" deyince kadın-erkek, genç-ihtiyar, çoluk-çocuk, hatta yataklarındaki hastalar bile, sokaklara döküldüler. Mescid-i Nebevi'ye koştular. Halk o kadar coştu ki, Peygamber Efendimiz yaşıyor sandılar. O günden beri dünyada, bir daha böyle bir ezan okunmadı. Bilâl Habeşî Hazretleri de başka ezan okumadı.

Onlar, böylesine Hz. Muhammed aşığı kimselerdi. Onu canlarından öte seviyor, aziz hatırasına sahip çıkıyor, hayatlarının her karesinde onun getirdiği prensipleri yaşıyorlardı. Ya biz!?
 
    
Kaderin Herşeyi Güzeldir


Gönülle ve akılla bilen insan, hayatın olumsuz gibi görünen cilveleri karşısında asla ümitsizliğe düşmez. Dalgaları hiç kesilmeyen ve ard arda gelen bir olaylar okyanusunda yaşıyoruz. Kâinatın her köşesinde, en ince noktasına kadar bir akış var. Bir toparlanış, bir dağılış ve ardından yıkılış ve çözülüş var. Gelenler, gidenler o kadar çok ki, yine de dünyanın uyumu bozulmuyor, hiçbir zaman yer darlığı yaşanmıyor.
Dünyaya gelirken, kendi istek ve iraAdemizle gelmediğimiz gibi, giderken de yaşamak istemediğimiz için ölüyor değiliz. Getiren götürüyor. Varlıklar, bütünüyle ezelde çizilmiş olan ilahî bir programa uyarak gelip gitmekte. Yaratılmış olan her şey Allah’ın eseri. Bizim bilmediğimiz nice sonsuz hikmetlerle dolu. Ama biz insanlar, olayların mutlak anlamı ve genel hikmetinden çok, kendimize ait olan yönünü görür, onunla meşgul oluruz. Kendi fayda ve zararımıza göre olaylara hayır ve şer diye hükmederiz.

Yüce kitabımız bu ruh halimizi şöyle anlatır:
“Sizin hoşunuza gitmeyen öyle şeyler vardır ki, onlar hakkınızda hayır olabilir. Yine hoşlandığınız öyle şeyler vardır ki, hakkınızda şer olabilir. İşin hakikatini Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)

Yine Kur’an-ı Kerim’de Kehf Suresi’nde Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın bir seyahati hikâye edilir. Ve ard arda üç hadise anlatılır ki, bunların her biri mutlak gerçeği ile görünüşü arasındaki hayır ve şer anlayışlarını açıklaması bakımından dikkat çekicidir.
Biz hayır ve şerri ancak Allah’ın emri sayesinde tayin edebiliyoruz. Yani bize yapılması emredilen şeyleri hayır, yasaklanan şeyleri de şer olarak tanımaya mecburuz.

Kader denilince hemen akla ölçü ve miktar geliyor. Her şeyin güzelliği ve kemâli bu ölçüye tâbidir. Mesela bir elbisedeki güzellik, o kumaşın bir terzinin takdiri ile biçilip dikilmesi neticesinde ortaya çıkıyor. Bakışımızı elbiseden çekip onu giyecek olan insana çevirelim bir de. İnsanın bütün organları en güzel şekilde, yerli yerinde yaratılmıştır. Gereken büyüklükte tasarlanmış ve düşünülebilecek en güzel yerlere konulmuştur. Bunların her biri bir kaderi, planı ve programı göstermektedir. Ne elbise, bu şekil ve güzelliği kendi kendine kazanmıştır, ne de insanın vücudu. Bunlar hep bir plan, bir programın işaretidir. Yani ilahî bir kaderden gelip, onu göstermektedir.

Bir kitaba baktığımızda da durum bundan pek farklı değildir. Kitabın tamamının belli bir gaye için yazıldığını, bütün bölümlerin, paragrafların, cümlelerin, hatta kelime ve harflerin hep o gayeye göre dizildiğini görürüz. Yazılan her harf, yazarın gözünün önündedir ve onun bilgisi dâhilinde, onun takdirine göre planlanmıştır. Bu kâinat da kudret kalemiyle yazılmış ilahî bir kitaptır. Atomlar bu kitabın mürekkebi hükmündedir.

Bir binanın inşası sırasında kullanılan kalıplar, içlerine dökülen harcın taşmasına engel olduğu gibi, kaderin manevî kalıpları da bu dünyada maddeyi ve eşyayı belli bir ölçüye göre şekillendirmiş, sınırlandırmış, en faydalı bir hâle sokmuştur.

Elimizde tuttuğumuz kalem ve onun içindeki mürekkep, emre hazır bir şekilde bekler. Ne yazmak istersek kalemin ucundan o dökülür. Mesela meyve kelimesini yazmayı dilediğimizde, harflerin şekli, sıraları ve büyüklükleri hep takdir ettiğimiz tarzda ortaya çıkar. Bu cansız ve şuursuz mürekkep maddesi, iradeden mahrum olan kalem, bu yazının yazarı olamayacaklarından, mürekkebin zihinde tespit edilen bir programa göre döküldüğünü, her akıl sahibi rahatlıkla anlar, görür ve bilir.

Bir meyve kelimesinin yazılmasında zihnî bir plan ve program esas olduğu gibi, bir ağacın başındaki gerçek bir meyvenin yaratılmasında da Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle takdir edilen şekil ve özellikler esas olmaktadır.
Evet, yaratılmış olan her ne var ise; insan, hayvan, ağaç, yıldız, dağ, her biri birer kudret kelimesidir. Kaderin programına göre yazılmış ve yaratılmışlardır.

Kader, Allah’ın her şeyi bilmesi ve yazmasıdır. Bir başka ifadeyle, kâinatın plan ve projesidir. Kadere inanıyorum demek, Allah’ın her şeyi bildiğine inanıyorum demektir. Olmuşlar, olanlar ve olacaklar, ne varsa hepsi kader defterinde yazılıdır. Kaza ise, yazılanın başa gelmesi, bir başka ifadeyle kaderde yazılan bir hükmün infazıdır, gerçekleşmesidir. İrade ise, insandaki seçme kuvveti, önünde var olan şıklardan birini tercih etme kabiliyetidir.
Bizim nerede, ne zaman, ne yapacağımız yazılmıştır. Şimdi okumakta olduğunuz satırları yazmak da kaderimizde vardır. Yazdığımız anda bu hüküm infaz edilir ve kaza olur. Yazmak ya da yazmamak konusunda bir tereddüt geçirdikten sonra yazmaya karar verdiğimizde, bu da irademizi gösterir.

Kader ikiye ayrılıyor: Iztırârî kader, ihtiyarî kader diye. Iztırârî kaderde bizim hiçbir etkimiz yok, o tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, rengimiz, dilimiz, şeklimiz, kabiliyetlerimiz, hepsi ıztırârî kaderin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz ve bu kaderden dolayı da bir sorumluluğumuz yoktur. İkinci kısım da ihtiyarî kadere bağlıdır. Onu da Allah’ın bize verdiği iradeyle biz tercihimizi nasıl yapacak ve neye karar vereceksek, Allah ezelî ilmiyle onu öyle bilmiş ve öylece yazmıştır.

Kalbimiz çarpar, kanımız temizlenir, hücrelerimiz büyür, çoğalır ve ölür. Vücudumuzda bizim bilmediğimiz birçok işler yapılır, bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Bunlar uyuduğumuz zaman bile devam eder. Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki; kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, yürümek gibi fiiller de var. Zayıf da, cüz’î de olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir kuvvetimiz var. Bir yol kavşağında, hangisinden gideceğimize biz karar veriyoruz. Yollar önümüzde ama gideceğimiz yolu seçmek bize ait. Hayat yolu da böyle, kavşaklarla dolu. Bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan seçtiğimiz yoldan ve işlediğimiz her bir suçtan ve günahtan sorumlu olan da biziz.

İşte irademize dayalı olan çirkin isteklerimizle bozmasak, yıkmasak ve dağıtmasak, kaderin her şeyinin ne kadar güzel olduğunu göreceğiz.

Bazen başa gelen ve dışarıdan bakıldığında, çirkin gibi görünen şeyler var, ama onların da sonuçları güzel. Kışın fırtınası, karı, yağmuru, çamuru olmasa, baharın çiçeğini, yaprağını, kelebeğini görebilir miydik? Bir su damlasından süzülüp bu dünyaya gönderilen ilk hâlimizi bir düşünelim. Kendi başımıza bırakılsaydık, almamız gereken organları biz seçmek zorunda kalsaydık, ne acayip bir mahlûk ortaya çıkardı, kim bilir? Bir düşünün. Fakat kaderimizi yazan Allah, sonsuz merhamet sahibi olduğu için, bizi kendi hâlimize bırakmadı. Sonsuz ve sınırsız ilmiyle hayatımız için gerekli her şeyi planlayıp O yarattı. Kâinatı bize uygun, bizi de ona uygun bir şekilde O yarattı. Başımıza görünürde çirkin bir hâl gelirse bilelim ki, o ya bir hatamızın karşılığıdır veya mahiyetini bilemeyeceğimiz bir imtihan içindir.

Evet, hikmet gözü dikkatle bakıp, ibretle görmeli, dilimiz:
“Deme şu niçin böyle.
Yerincedir ol öyle.
Bak sonuna, sabreyle.” demeli.
 
    
Kalp kırmak haramdır


Kalp Kırmak HaramdırAbdullah bin Mübarek (Rahmetullahi Aleyh)
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden. İsmi Abdullah ibni Mübârek bin Vâdıh Hanzalî Temîmî; künyesi, Ebû Abdurrahmân'dır. Hadîs, fıkıh âlimi, mücâhid ve zâhid idi. Tâbiînin, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem görenlerin sohbetinde yetişti. Din düşmanları ile muhârebelerde bulundu. Dünyâya ve dünyâlığa rağbet etmezdi. Emevî halîfelerinden Hişâm bin Abdülmelik devrinde 736 (H.118) yılında Merv'de doğdu. 797 (H.181) senesi bir gazâ dönüşü, Bağdâd yakınlarındaki Hît adlı yerde vefât etti. Türk asıllıdır.

Kalp kırmak haramdır

Allah adamlarından büyük âlim ve veli.
Sohbeti, insanlara olurdu faideli.

Bir gün de sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Kul hakkı çok çetindir, zor kalkılır altından.

Mesela gönül yıkmak, haram ve kul hakkıdır.
Bunu, mahşer gününde ödemek çok ağırdır.

Kimlerin üzerinde kul hakkı varsa eğer,
Onu ödemedikçe Cennete giremezler.

Ey mümin olan kişi, öyle kaç ki günahtan,
Görmesin Hak teâlâ günahta seni bir an.

Öyle sıkı sarıl ki dine her a’zan ile,
Seni, taat dışında görmesin bir an bile.

Ve öyle haya et ki Allahü teâlâdan,
Hiç mahcup olmayasın Ona vardığın zaman.

Günah ve kusurunu çoğaltma ki bu günde,
Korkuya düşmeyesin yarın mizan önünde.)

Bir gün bazı kimseler, huzuruna geldiler.
(Bizlere Allah için nasihat et) dediler.

Buyurdu: (Kim kaçarsa günah ve haramlardan,
O, her bir arzusuna kavuşur yorulmadan.

Kabirdeki mevtalar, yapar ki şu hesabı,
Ah kıyamet kopsa da, bitse kabir azabı.

Öyle pişmandırlar ki, kabirdeki her mevta,
Derler ki: (Ah biz şu an bulunsaydık hayatta.

Başımızı secdeden kaldırmazdık Vallahi.
Dünyadaki insanlar bilseler bunu bari.)

Ne acı gerçektir ki, onlar dahi ölürler,
Bu feci pişmanlığa onlar da gömülürler.

Eğer düşünselerdi bu hali ihlas ile,
Hiç işleyemezlerdi bir günah çok az bile.

Lakin evliyaullah, görerek bunu her an,
Şiddetle kaçınırlar en ufak bir günahtan.

Haram ateş gibidir, yapmayın günah işi.
İnsanları bekliyor Cehennemin ateşi.

Aklı olan bir kimse, geçici bir zevk için,
Rabbini gücendirmez, esası budur işin.

Sonra haram edilen şeyleri, cenab-ı Hak,
Zararlı olduğundan, kıldı haram ve yasak.)

Bir gün de buyurdu ki: (Darlıkta edin ikram.
Tenha yerlerde dahi, işlemeyin hiç haram.

Allah’ın kudretini düşünse eğer insan,
Korkusundan yapamaz Ona günah ve isyan.

Ey insan, gizliyorsan günahını sen nasıl,
İyiliklerini de gizlemeyi bil asıl.

Bir kimse, günahlardan tamamen kaçmaz ise,
Takva sahibi kişi denilmez o kimseye.)

 
    
Kuran'ı Kerim'in ilk muhafızları


hayirli-cumalarnwrl6.jpg

Kur’ân’ın ilk muhafızları olan vahiy kâtiplerini kimlerdi ve onların önemli özellikleri nelerdi? Doç. Dr. Muhittin Akgül, onlarla ilgili bakın hangi tespitleri bize yansıtıyor?

Kuran'ı Kerim, vahyedildiği günden bu yana bizzat Yaratıcımız Allah tarafından koruma altına alınmış ve hiç bozulmadan bu güne kadar gelebilmiş ilahi mesajlar içeriyor.

Diğer semavi dinlerin kitaplar tahrif edildiği halde, İslamiyet'in kutsal kitabı Kuran'ı Kerim, nasıl tek harfinine dokulmadan bugüne kadar muhafaza edilebildiğini, bilimsel makalelerle açıklayan Doç. Dr. Muhittin Akgül'ün, Işık yayınlarından neşredilen adlı eserde, konunun tarihi ve bilimsel ayrıntıları yer alıyor.

"Kuran Vahyinin tespiti ve nakli, Kuran'ın ilk muhafızları: Vahiy Katipleri, Hayatını Kuran'a adamış bir sahabi: Zeyd b. Sabit, Kuran'la konuşan insanlar, Başka ülkelere gönderilen mushaflar ve Müslümanların Kur'an'a verdiği önem, Şaheser bir tefsir müellifi: Elmalılı Hamdi Yazır" kitabın ana bölüm başlıkları.
Haber 7 kitap Sayfası ekibi olarak biz sizlere, bu eserden "Kuran'ı Kerim'in ilk muhafızları" adlı bölümü yer yer özetleyerek alıyor ve adı geçen sahabelerle ilgili ayrıntıları yer darlığı nedeniyle kullanmıyoruz... Eksik yerleri kitaptan tamamlayabilirsiniz..


Kuran'ı Kerim'in ilk muhafızları

İslâm inancına göre Yüce Allah, insanlığın başlangıcından son peygamber Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemine kadar, farklı zaman ve yerlere peygamberler ve onlar aracılığıyla “suhuf ” ve “kitap”lar göndermiştir. Yeryüzüne gönderilen son İlâhî kitap ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân dışındaki kitaplar, asıllarına uygun bir şekilde günümüze ulaşmamışlardır. Bugünkü hâlleriyle Tevrat ve İncil ise, ancak indiği andan asırlar sonra kaleme alınmış, indiği dilin dışındaki bir dille yazıya geçirilmiş, dolayısıyla asılları orijinal hâlleriyle korunamamıştır.

İnsanlığa gönderilen son kitap olan Kur’ân-ı Kerîm hakkında Cenâb-ı Hakk, “Kur’ân’ı biz indirdik O’nun koruyucuları da biziz” (Hicr, 15/9) ve “Elbette O, öyle eşsiz bir Kitap’tır ki bâtıl ona ne önünden ne de ardından yol bulamaz (içine asılsız söz giremez), hikmet sahibi, çok övülen (Allah) katından indirilmiştir.” (Fussilet, 41/42) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk Kur’ân’ı, sebepler plânında da ashab-ı kiram vasıtasıyla korumuştur.

Kur’ân’ın yazılması, ezberlenmesi ve indiği şekliyle günümüze kadar gelmesinin pratikteki sebeplerini bütün yönleriyle incelemek, kapsamlı bir çalışmayı gerektirir. Biz bu makalede sadece Kur’ân’ın ilk muhafızları olan vahiy kâtiplerini ele alacak, onların biyografilerini kısaca inceleyecek ve önemli özelliklerini tespit etmeye çalışacağız.

Allah Teâlâ, Kitab’ı kendisine gönderdiği Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) aynı zamanda, onu başkalarına ulaştırmayı da emretmiştir: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz.” (Mâide, 5/67).
Bu açık tebliğ emrini alan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), gelen vahyin tamamlanmasından sonra, etrafındaki kimselere onu okuyor ve yazdırıyordu. Hatta bu konuda o kadar hırslıydı ki Cibril tarafından kendisine getirilen vahyi kaçırırım endişesiyle acele davranıyor, bunun için de Cenâb-ı Hakk tarafından kendisine garanti verilerek rahatlatılıyordu.


Kur’ân-ı Kerîm’in başlangıçtan itibaren yazdırılmasıyla ilgili pek çok delil bulunmaktadır. Hatta müşrikler bile Kur’ân’ın yazdırılmasını dillerine doluyorlar ve “Onun söyledikleri, kendisi için yazdırtmış olduğu ve sabah akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden başka bir şey değildir.” diyorlardı.” (Furkân, 25/5).
Böylece güya Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) iftira etmeye çalışıyorlar ve çok açık bir şekilde Kur’ân’ın ilk andan itibaren vahiy kâtiplerince yazıldığını dile getiriyorlardı.
Ayrıca “O elbette şerefli bir Kur’ân’dır. Korunmuş bir kitaptadır. O’na tertemiz ellerden başkası dokunamaz.” (Vâkıa, 56/77-79). “Hayır O bir öğüttür. Dileyen O’nu düşünüp öğüt alır. (O) sahifeler 81 Bkz.: Kıyame, 75/16-19; Tâhâ, 20/114. içindedir; şerefli, şanlı. Yüce ve temiz (sahifeler)” (Abese, 80/11-14) gibi ayetler de daha başlangıçtan itibaren bu yazılma işine işaret etmektedir.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine gelen vahyi iyice ezberledikten sonra, vahiy kâtiplerinden birisini çağırtarak, gelen kısmı, âit olduğu yeri de kendisi belirterek yazdırıyordu. Vahiy kâtipleri de vahyi, tabaklanmış deri, hurma dalları, yassı taşlar, tahta levhalar, deve ve koyunların kürek kemikleri gibi o gün için kullanılan yazı malzemelerine kaydediyorlardı.


Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) özellikle de ilk dönemlerde bütün himmetleri Kur’ân vahyinin yazılmasına teksif etmiş, Kur’ân dışında başka bir şeyin yazılmasını yasaklamıştı.
En zor şartlarda bile Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yanından vahiy kâtiplerini ve yazı malzemesini eksik etmiyordu. Meselâ hicret gibi son derece sıkıntılı bir yolculukta bile Hz. Ebûbekir ve Âmir b. Füheyre vahiy kâtipliği yapıyor ve yanlarında yazı malzemesi taşıyorlardı.


Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kâtiplik yapanların sayısı hakkında, kaynaklarda farklı rakamlar verilmektedir. Hz. Peygamber Dönemini kurumlar bağlamında inceleyen ve sahasında orijinal bir eser olan et-Terâtibu’l-İdariyye adlı eserinde Kettâni, vahiy kâtiplerinin sayısıyla ilgili kaynaklardaki farklılıkları tek tek belirtmiş, kâtiplerin sayısının 23 ile 43 arasında olduğunu kaydetmiştir.
Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kâtipleri hakkındaki en yüksek sayıyı Âzami vermektedir. Konuyla ilgili müstakil kitabında, 61 sahabinin isimlerini vermekte ve biyografilerini incelemektedir.
Âzami’nin tespit ettiği kâtipler şunlardır: Câfer b. Ebi Talip, Cehm b. Sa’d, Cüheym b. Salt el-Kureşî, Hâtıb b. Amr el-Kureşî, Huzeyfe b. Yemân, Hüseyn b. Nümeyr, Hanzala b. Rebi, Huveytib b. Abdi’l- Uzza, Hâlid b. Saîd b. el-As, Halid b. Velid, Zübeyr b. el-Avvâm, Zübeyr b. Erkam b. Zübeyr, Zeyd b. Sâbit, es-Sicill, Sâd b. Er-Rebi b. Ömer, Sa’d b. Ubade b. Deylem, Saîd Saîd b. el-Âs, Şurahbil b. Hasene, Talha b. Ubeydullah, Âmir b. Füheyre, el-Abbâs, Abdullah b. el- Erkâm, Abdullah b. Ebûbekir, Abdullah b. Hatal, Abdullah b.Revâha, Abdullah b. Zeyd b. Abdi Rabbih, Abdullah b. Sa’d b.Ebi Serh, Abdullah b. Abdullah b. Übey b. Selûl, Abdullah b. Amr b. el-Âs, Osman b. Affân, Ukbe, el-Alâ el-Hadrâmî, el-Alâ b. Ukbe, Ali b. Ebî Talib, Ömer b. Hattâb, Amr b. el-Âs, Muhammed b. Mesleme, Muaz b. Cebel, Muâviye b. Ebî Süfyan, Ma’n b. Adiy b. el-Ced, Muaykıb b. Ebî Fâtıma ed-Devsî, Muğire b. Şu’be, Münzir b. Amr, Muhâcir b. Ebî Ümeyye, Nasrânî Min Benî Neccâr, Yezid b. Ebî Süfyan.

Kanaatimize göre konuyla ilgili bu ihtilafın sebebi, her zaman vahiy kâtipliği yapanlarla, vahiy kâtiplerinden birisi bulunmadığında, onların yerlerine geçici olarak kâtiplik yapanların sayıya dahil edilmesi ve vahiy kâtipleriyle, Resûlullah’a ait yazışmaları, özel mektupları vs. yazanların aynı kategoride değerlendirilmiş olmasıdır.

Kâtiplerden bir kısmı vahiy yazmış, bir kısmı vahyin dışındaki yazışmaları yazmış, bir kısmı da hem vahiy kâtipliği hem de kârilik (Kur’ân öğreticiliği) görevinde bulunmuştur. Biz bunlardan en fazla vahiy kâtipliği vazifesiyle meşgul olan ve emeği geçen vahiy kâtiplerini ele alacağız. Şunu da hemen belirtmek gerekir ki Hz. Peygamber hayatta iken Kur’ân-ı Kerîm’i sadece bunlar yazmış değildir. Bunların dışında pek çok kimse kendileri okumak için, gerek Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) gerekse ashabdan naklen vahiyleri yazmışlardır.Ancak bunlara vahiy kâtibi demiyoruz. Vahiy kâtibi, bizzat Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy yazmakla görevlendirdiği kimselere diyoruz.


Konuyla ilgili önemli bir husus da vahiy kâtiplerinin sadece Mekke’nin son yılları ya da Medine döneminde değil, nübüvvetin başlangıcından itibaren varlığıdır. Zira genellikle kaynaklarda daha çok Medine döneminde vahiy kâtipliği yapanlar zikredilmekte, Mekke’de ilk yıllarda bu vazifeyi yapanlara fazlaca yer verilmemektedir. Bu da: “Acaba ilk dönemlerde vahiy yazılmıyor muydu?” gibi bir soruyu akla getirebilmektedir.

Halbûki Allah Resûlü’nün ilk dönemlerden itibaren vahiy kâtipleri bulunmaktadır. Bunların başında da özellikle dört halife olan Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallu anhum) gelmektedir. Bunların dışında da Mekke döneminde vahiy kâtipliği yapanlar, Şurahbil b. Hasene, Abdullah b. Sâd b. Ebi Serh, Hâlid b. Saîd el-Âs b. Ümeyye, Talha, ez-Zübeyr b. el-Avvam, Sa’d b. Ebi’l-Vakkâs, Âmir b. el-Füheyre, Alâ b. el- Hadramî, Muaykıb b. el-Fâtıma ed-Devsî, el-Erkâm b. Ebi’l- Erkâm Hadramî, Hâtıb b. Amr, Hâtıb b. Ebî Belta, Mus’ab b. Umeyr, Abdullah b. Cahş, Cehm b. Kays, Sâlim Mevlâ Ebî Huzeyfe’dir.
(...)

Sonuç

23 yıllık nübüvvet görevi sırasında Hz. Peygamber, kendisine Yüce Allah (celle celâluhû) tarafından indirilen ve vahy-i metluv olan Kur’ân-ı Kerîm’i, bu işle özel görevli kimselere yazdırmıştır. Bu yazdırma işi, vahyin ilk günlerinden itibaren başlamış, şartların tamamen zor olduğu zamanlar da dâhil, vefatına kadar devam etmiştir. Bu işle görevli olan bu kimselere, vahiy kâtibi denmektedir.

Allah Resûlü , vahiy kâtiplerini seçerken alelâde insanlardan seçmemiştir. Onlarda birtakım özelliklerin bulunmasına dikkat etmiştir. Ayrıca seçtiği kâtipleri kendi hâline bırakmamış, onlarla değişik şekillerde ilgilenmiş ve eğitmiştir.

Vahiy kâtiplerinde şu belli başlı özelliklerin bulunduğu ve Hz. Peygamber’in onlarla çok yakın bir irtibatının olduğu görülmektedir:
1- Vahiy kâtipleri bu işe ehil olup, kendilerine itimat edilen kimselerdir.
2- Onları vahiy kâtipliği şerefine ulaştıran, sadece okuma-yazmayı iyi bilmeleri değil, aynı zamanda son derece güvenilen kişiler olmalarıdır.
3- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara, vahyi yazarken son derece dikkatli olmalarını tembihlemiştir.
4- Hz. Peygamber, hem bu önemli işi yapan vahiy kâtiplerine, hem de ailelerine iltifatlarda bulunmuş ve vahiy kâtiplerini derece bakımından diğerlerinden üstün tutmuştur.
5- Resûlullah diğer sahabilere, vahiy kâtiplerine uymalarını söylemiş, Kur’ân ve fetva hususunda onlardan istifâde etmeleri tavsiyesinde bulunmuştur.
6- İnsanlar arasında onların değerlerinden bahsetmiş, böylece ne kadar önemli olduklarını ve yaptıkları vahiy yazma işinin ne denli değerli olduğuna işaret etmiştir.
7- Vahiy kâtipleri, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) meclisinde, kendisine en yakın olan kimselerdir.
8- Aynı zamanda vahiy kâtipleri diğer zamanlarda da Resûlullah’a yakın civarlarda oturmuşlardır.
9- Vahiy kâtipleri, Resûlullah’ın vefatından sonra da gerek Kur’ân’ın toplanması, gerek çoğaltılması gerekse diğer işlerde önemli vazifeler îfa etmişlerdir.

 
    
Peygamber Çağındaki Sevgiyle..


Peygamber Çağındaki Sevgiyle..

Aradan 14 asrı kaldırarak... Kendimizi Allah Resûlüne muhatab olan neslin içinde düşündüğümüzde...
Sanki ilk vahyi alıp, tebliğ edeceği ilk insanı ararken bize rastlamışçasına... "Ben Allah'ın elçisiyim. İnsanları Allah'ın tek olduğuna, Muhammed'in Onun kulu ve elçisi olduğuna inanmaya çağırmakla görevlendirildim. Seni inanmaya çağırıyorum" demişçesine... Yani bizi müslüman olmaya çağırmışçasına... İslam'ı bir miras şeklinde devralarak değil, bütün inanç umdeleriyle onunla ilk defa karşılaşırcasına... Bambaşka bir toplum içerisinde, bir inanç tebliğcisinin ilk mü'mini olmaya soyunur gibi... Bütün çileleri Allah Resulü ile tek başına paylaşmaya kendini adarcasına...

Sanki, Erkam'ın evinde, İslam'ın ilk umdelerini bir abı hayat gibi içercesine... Ebû Cehl'in zulmünü tepesinde hissedip buna rağmen "Allah bir. Muhammed O'nun Rasûlü " diye haykıran dipdiri yüreklere eşlik edercesine... Bilal'i, Ammar'ı, Sümeyye'yi, Yasir'i, Habbab'ı yeniden yaşarcasına... "O'nun ayağına batacak bir diken, gelsin benim yüreğime saplansın" dercesine...

Hicret'te Allah Resülü'nün yatağına ölümü beklemek üzere yatarcasına... O'nunla, sonunu aklına getirmediğin bir yolculuğa çıkarcasına... Evladını, iyalini, malını, mülkünü düşünmeden... İkinin ikincisi olduğun mağarada, yılan deliğine ayağını koyup onun Allah Rasülüne ulaşmasına mani olmak için, bütün zehiri vücudunda yutarcasına...

Tüm Medine halkı gibi, Allah Rasûlü'nün vüsûlünü üzerlerine bir dolunay şavkıması gibi selamlarcasına...

Bedir'de ilk şehitlik için yarışırcasına... İlk şehid... İnanmaktan öte bir adanış bu. Allah Rasûlünü öz nefsinden daha önde sevmek bu. Can pazarını aşmak bu...

Uhud'da, Huneyn'de, bozgunu görüp Allah Rasûlünün etrafında etten bir duvar teşkil edercesine... Ya da ciğerlerine bir Hind canavarının üşüşeceğini düşünmeden şehitliğin kucağına atılırcasına...
Mirac'ı duyduğunda içine kurt düşmeyip, inancı dünyası karıncalanmayıp "Muhammed söylüyorsa elbette doğrudur" diyerek, teslimiyette hiçbir sınır bırakmayan yüce sahabinin sözünü doğrularcasına...

Allah Rasûlü cihada çağırdığında "Yol uzun, hava sıcak" gibi bahanelere yapışmayıp, fermana can sunarcasına... Herşeyini, İslam'ın cihadı için seferber edip, evde ne bıraktığı sorulduğunda "Allah ve Rasûlü'nün sevgisi" diyecek bir kutlu sevdayı tabiat haline getirircesine...

Ya da, kervanını O'(s.a.) nun buyruğu ile teçhiz edilecek bir mü'min ordusuna vakfedercesine... Bundan ulaşmayı ümid ettiği Rıza-yı Bâriyi, dünyalık hiçbir şeyle değişmeme izzetini gösterircesine...

O'nun geçtiği sokakta bir misk ü amber, O'nun saç telinde mübarek bir hatıra, O'nun elinin başını okşamasında, unutulmaz, doyulmaz bir lezzet, O'nun gülümsemesinde tarif edilmez bir haz... O'nun abdest suyunda kevserden bir damla... evet işte o sevda ile severcesine...

O'nun mescidi yanında dikilen ikinci bir mescidi "Dırar" yeri olarak görürcesine... O'nun her sözünde vahyin ışıltısını bulurcasına... O'nun yanında sesinin, O'nun sesini aşma-ması için gerekirse, evine kapanmayı göze alırcasına... En yüksek ses O'nun sesi olsun, en yüksek çağrı O'nun çağrısı olsun, O'nun tebliğini hiçbir ses gölgelemesin diye varlığını sunarcasına...

Bir günah işlediğinde, onun utancı ile Mahşer'de Allah Rasülünün huzuruna çıkmayı en büyük azab gibi görerek, her türlü cezasına katlanıp onu Allah Rasülüne itiraf eden sahabinin açısını duyarcasına...

... Ve O'nun göç gününü gördüğünde "Kim Muhammed öldü derse, boynunu vururum" gibi bir sevgi çağlayanına düşercesine... Ya da böyle konuşanın yakasına yapışıp "Kim Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki o ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa, bilsin ki Allah hayy'dır. Ebedi diridir. Ölmez" diye, Allah Rasûlü'nün sevgisini, O'nun davası ile ebedileştiren bir başka sevgi çağlayanında yıkanırcasına...
Sanki 14 asır dürülmüş de iş başına dönmüş gibi... Bütün insanlar bir meydanda toplanmış da, O'na ümmet olma, O'nun sesine ses vere O'nun sevgisinde sınanma noktasına gelmiş gibi...

Zaman dürülecek ve bütün çağlar bir araya gelecek. İlk asırla nice 14 asırlar -ta Kıyamete kadar- Peygamber çağındaki neslin sevgisiyle sınanacak. Peygamber'in huzurunda. Mahşer'de. Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali, Hatice, Ayşe, Ebû Zerr, Bilal -Allah onlardan razı olsun- ve daha nice gönlü Allah ve Rasülüne bağlılıkla yoğrulmuş sahabi ile yanyana geleceğiz. Bir yanda Ebû Bekir'in sevgisi, bir yanda 14 asır sonra yaşamış, adı müslümanlar içinde geçen filan oğlu filanın sevgisi...

Şüphelerin kemirdiği bir sevgi... Allah Rasûlünün mübarek sözlerini tartışa tartışa yaralanmış bir sevgi... Vahiyle sünnet arasında kıyaslamalar yapacak ve arada değer farkları araştıracak bir cür'eti gösterirken, varıp varıp ilahi vahyin duvarına çarpan ve dağılan bir sevgi..
Oysa vahyin sahibi, vahiyle peygamberin hayatını adeta bütünleştiriyor. Allah sevgisi ile peygambere itaati birbirinin mütemmimi kabul ediyor.(1) O'nun her sözünde vahyin ışığını aramamızı hatırlatıyor.(2) Hatta Allah'la Peygamberin arasında ayrılık gözetmeyi "gerçek bir küfür" olarak niteliyor.(3)

Vahiyde, Allah Rasûlüne sevgiyi sınırlayacak bir nokta dahi yok. Allah Rasülünün sözünde ve hayatında ihmalimize zemin hazırlayacak tek bir harf yok. Aksine O'nun bize sunduğunu almamız, yasakladığından kaçınmamız buyuruluyor.(4) O'nda "güzel bir örnek" bulunduğu belirtiliyor.(5) Hatta Alah Rasülü, insana ilahi bir lütuf gibi takdim ediliyor:

"Allah mü'minlere kendilerinden onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufla bulunmuştur. Oysa onlar daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler."(6)

Evet, Peygamber Allah'ın bir lütfudur. İnsana ilahi buyruğu sunan onu arındıran, kitabı ve hikmeti öğreten... Vahyin tesbiti bu. Ve elhak doğru. Âmenna ve saddaknâ.

"Rabbine yemin olsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyla boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar."(7)

"Kendisine doğru yol açıklandıktan sonra kim peygamberle ayrılığa düşer ve mü'minlerin yolunun dışında bir yol takip ederse onu gittiği yolda bırakırız. Ve cehenneme atarız."(8)
"Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman O'nun hükmünü Allah'a ve peygambere havale edin. Bu daha hayırlıdır ve netice bakımından da daha güzeldir."(9)

"Onlar 'emrine uyduk' derler. Yanından ayrıldıkları zaman da onlardan bir topluluk senin söylediklerinin aksini geceleyin kurarlar. Allah onların geceleyin ne kurduklarını yazar. Onlara aldırma ve Allah'a güven. Allah vekil olarak yeter."(10)

İşte vahiy bu. Peygamber karşısında insanı, müsbeti ve menfisiyle vahiy böyle yerleştiriyor. O'nun verdiği hükme, O'nun tebliğine içinde en ufak bir "sıkıntı" duymadan uyacak mü'min. Dilleriyle O'na uyduklarını söyleyip şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında başka şeyler kuranlar gibi olmayacak. Bir konuda ihtilafa düştüğünde hükmünü O'ndan soracak. Peygamber'le ayrılığa düşmeyecek...

Peygamber, Allah'ın insanlara rehber olarak seçtiği insandır. Sünnetullah böyle. İnsan yaratılmış, dünyaya gönderilmiş ve ona ilahî bilgi peygamber vasıtasıyla ulaştırılmıştır. Peygamber, diğer adıyla elçidir. Allah katından geleni algılayabilen, ama insanla da teması olan bir varlıktır peygamber ve onu bu yapısıyla Allah "terbiye etmiştir."(11) Sade insanın, peygamberle Allah arasındaki hukuku, anlatılanın dışında bilmesi mümkün değildir. Vahyi de bütün boyutlarıyla kavraması mümkün değildir. İnsan belki, Allah-melek-Peygamber ve İnsan münasebetinin böyle olmasının zaruretini anlayabilir. Oysa Allah için bu başka türlü de olabilirdi. Bunun ötesi, iman alanıdır. Allah'a ve peygambere iman.
Onun için İslam dairesine iki "kabul'le girilir. İki iman umdesi:

Allah'tan başka ilah olmadığına iman. Muhammed'in onun kulu ve Rasülü olduğuna iman. İnsan önce inanacak. İmanını her türlü şüpheden arındıracak. Allah ile peygamber arasındaki hukuku didiklemeyi bırakacak: İmanın gereği, teslim olmaktır. Bir kere teslim olduktan sonra yapılacak olan "Allah Rasûlünün bize verdiğini almak, yasakladığından da kaçınmaktır." Allah Teala, peygamberlerine karşı mü'minlerin böyle yapmasını emir buyuruyor çünkü.

Peygamberin verdiğini almanın ölçüsüne gelince... Dinî davranışlarını mı alalım sadece, yoksa onun dünyaya ilişkin davranışları da örnek almaya değer miydi? İnsanın sevdi-ğine karşı böylesine sorularla uğraşması ne kadar da giren geliyor. İmam Ahmed b. Hanbel, Hazreti Peygamber'in nasıl karpuz yediğine dair bir rivayet bulamadığı için ömrü boyunca karpuz yememiş. Hoca Ahmed Yesevi, Hazreti Peygamber 63 yaşında vefa etti diye, kendisine yer altında çukur kazdırıp 63 yaşından sonra o çukurun içinde yaşamış... Bunlar da sevgi ölçüsü... Çağımızın insanı gibi, din ile dünyayı birbirinden ayırmaya şartlandırılmış nesillere bu sevgi ne kadar abartılmış gelirse gelsin sevgi budur... İslam muhaddisleri, Hazreti Peygamber'in hayatından velevki görüp de tebessüm ettiği, sustuğu, yapılmasını yasaklamadığı bir şey olsun, onu tesbit etmek için kıtalar aşmışlar. Deve sırtında veya yaya olarak... Uçaksız, otomobilsiz, vapursuz, trensiz...

Hazreti Peygamber'in hayatından en küçük bir "detayı", tesbit etmek için... Tıpkı, Hazreti Peygamber traş olurken, saçının veya sakalının bir teli yere düşmesin diye çırpınan sahabi gibi...
Bize düşen, Hazreti Peygamberi, hayatının en ince ayrıntılarına kadar öğrenmek ve onunla edeblenmektir. Gülmemiz gerekiyorsa, O'nun gülüşüne özenmek.. Uyumak gerekiyorsa, O'nun gibi güzel uykulara niyetlenmek.. Namaz kılarken O'nu, oruç tutarken O'nu, çocuklarla ilgilenirken O'nu anmak. O'nun davranışlarını hatırlamak, yaşamak... 14 asrı dürüp O'nunla bütünleşmek... O'nu, O'nun çağındakiler gibi sevmek. Bir mahşer günü, O'nun sancağı altında toplanabilme tutkusuyla...

Dipnotlar: 1) Ali İmran, 31 2) Necm, 3 3) Nisal50-151 4) Haşr, 7 5) Ahzab, 21 6) Al-i İmran, 164 7) Nisa, 65 8) Nisa.115 9) Nisa, 59 10) Nisa, 81 11) Keşf'ül Hafa I/70

İslamı öğretmeleri için bir muallim heyeti isteyen Hüzeyl kabilesi, gönderilen 6 kişilik muallim kafilesini hunharca katletti. İçlerinden Zeyd İbn'ud-Desinne'yi satmak için esir olarak götürmüşlerdi. Babasını öldürdüğüne karşılık olarak öldürmek için onu Safvan ibn-i Ümeyye satın aldı. Öldürmek üzere karşısına diktiği zaman Ebû Süfyan alaylı bir tavırla sordu:

- Sana Allah'ın adını vererek söylüyorum Ya Zeyd, söyle, şimdi senin yerine Muhammed'in elimizde olup onun boynunun vurulmasını ve sen de ailenin yanına dönmeyi istemez miydin?
Zeyd ona şöyle cevab verdi:

- Vallahi ben ailemin yanında iken Muhammed Aleyhissalatü veseslam'ın ayağına bir diken batmasına bile razı olamam!


Ebû Süfyan beyninden vurulmuşçasına haykırdı:
- Muhammed'in ashabının Muhammed'i sevdikleri kadar arkadaşları tarafından sevilen bir kimse görmedim!..
 
    
Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) İsimleri ve Manaları

hayirli-cumalarnwrl6.jpg

Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) İsimleri ve Manaları

Abdullah: Allah’ın (c.c.) kulu Âbid:
Kulluk eden, ibadet eden

Âdil: Adaletli Ahmed: En çok övülmiş, sevilmiş

Ahsen: En güzel Alî: Çok yüce Âlim: Bilgin, bilen

Allâme: Çok bilen Âmil: İşleyici, iş ve aksiyon sahibi

Aziz: Çok yüce, çok şerefli olan Beşir: Müjdeleyici

Burhan: Sağlam delilCebbâr: Kahredici, gâlip

Cevâd: Cömert Ecved: En iyi, en cömert

Ekrem: En şerefli Emin: Doğru ve güvenilir kimse

Fadlullah: Allah-ü Teala’nın ihsanı, fazlına ulaşan

Fâruk: Hakkı ve batılı ayıran Fettâh: Engelleri kaldıran, kapıları açan

Galip: Hâkim ve üstün olan Ganî: Zengin

Habib: Sevgili, çok sevilen Hâdi: Doğru yola götüren

Hâfız: Muhafaza edici Halîl: Dost Halîm: Yumuşak huylu

Hâlis: Saf, temiz Hâmid: Hamd edici, övücü Hammâd: Çok hamdeden

Hanîf: Hakikate sımsıkı sarılan Kamer: Ay Kayyim: Görüp, gözeten

Kerîm: Çok cömert, çok şerefli Mâcid: Yüce ve şerefli Mahmûd: Övülen

Mansûr: Zafere kavuşturulmuş Mâsum: Suçsuz, günahsız

Medenî: Bilgili ve görgülü Mehdî: Hidayet eden, doğru yolu gösteren

Mekkî: Mekkeli Merhûm: Rahmetle bezenmiş Mes'ûd: Mutlu

Metîn: Çok sağlam ve güçlü Muallim: Öğretici Muktedâ: Peşinden gidilen

Mübârek: Uğurlu, hayırlı, bereketli Müctebâ: Seçilmiş

Mükerrem: Şerefli, yüce Müktefî: İktifâ eden, yetinen

Münîr: Nurlandıran, aydınlatan Mürsel: Elçilikle görevlendirilmiş

Mürtezâ: Beğenilmiş, seçilmiş Muslih: Islah edeci, düzene koyucu

Mustafa: Çok arınmış Müstakîm: Doğru yolda olan

Mutî: Hakka itaat eden Mu'tî: Veren, ihsan eden Müşâvir: Kendisine danışılan

Nakî: Çok temiz Nakîb: Halkın iyisi, kavmin en seçkini

Nâsih: Öğüt veren Nâtık: Konuşan, nutuk veren

Nebî: Peygamber Neciyullah: Allah' ın sırdaşı Necm: Yıldız

Nesîb: Asil, temiz soydan gelen Nezîr: Uyarıcı, korkutucu

Nimet: İyilik, dirlik ve mutluluk Nûr: Işık, aydınlık Râfi: Yükselten

Râgıb: Rağbet eden, isteyen Rahîm: Mü'minleri çok seven

Râzî: Kabul eden, hoşnut olan Resûl: Elçi Reşîd: Akıllı, olgun, iyi yola götürücü

Saîd: Mutlu Sâbir: Sabreden, güçlüklere dayanan

Sâdullah: Allah'ın mübarek kulu Sâdık: Doğru olan, gerçekci

Saffet: Arınmış, seçkin kişi Sâhib: Mâlik, arkadaş, sohbet edici

Sâlih: İyi ve güzel huylu Selâm: Noksan ve ayıptan emin olan

Seyfullah: Allah'ın kılıcı Seyyid: Efendi Şâfi: Şefaat edici

Şâkir: Şükredici Tâhâ: Kur'an-ı Kerim'deki ismi

Tâhir: Çok temiz Takî: Haramlardan kaçınan

Tayyib: Helal, temiz, güzel, hoş Vâfi: Sözünde duran, sözünün eri

Vâiz: Nasihat eden Vâsıl: Kulu Rabb'ine ulaştıran

Yâsîn: Kur'an-ı Kerim'deki ismi, gerçek insan, insan-ı kâmil

Zâhid: Masivadan yüz çeviren Zâkir: Allah'ı çok anan
 
    
Doğruluk


Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:
- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.

O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:
- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.
Hazreti Habib mahcub bir şekilde:
- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.
Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.

 
    
Benim Peygamberim Beni Korur


Benim Peygamberim Beni Korur

Oruç Reis esir edilmişti. Bir süre zindanda kaldıktan sonra çıkartılarak bir gemide küreğe çakıldı. Papazlar ve Şövalyeler, İtalyanca, Rumca ve İspanyolca bilen ve sözü sohbeti yerinde yapan Oruç Reis ile konuşmaktan zevk alırlardı. Şövalyeler ona karşı hürmet duyuyorlardı. Sohbet sırasında ona:

-Ey Osmanlı! Sen güzel sözlü bir kişisin. Bizim lisanımızı da fevkalade konuşuyorsun. Müslümanlıkta ne buldun? Gel bizim dinimize geç! Adı sanı belli bir adam olursun. Büyük bir şövalye kaptan yaparız seni,dediler.

Oruç Reis:

-Kâfirlerin iyiliği bu mudur? Dinimden dönüp hükümdar olmaktansa müslüman esir kalmayı tercih ederim. Şu duvarlardaki resimleri elinizle dizersiniz ve onlara taparsınız. Şimdi onları ateşe atsalar veya çölde bir kuyuya bıraksalar, veyahut balta ile pare pare eyleseler, kendilerini kurtarıp halas etmeye kadir değildirler, dedi.

Şövalyeler:

-Görelim senin Peygamberin neyler, işte halin malum, dediler.

-Benim Peygamberim iki cihan fahridir. Bütün evliya ve enbiya ondan şefaat umar. Hepsine şefaati o eder. Hak teâlâ’nın avni ve inayeti ile gelip beni buradan kurtaracaktır, dedi.

Şövalyeler gülerek:

-Hele sen küreği çekmeğe devam et. Bu hava ile gönlünü hoş tut. Peygamberin seni kürek mahkumiyetinden kurtarsın, dediler.

Aradan zaman geçti. Bir gün kürek çektiği gemi şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Dalgaların arasında ceviz kabuğu gibi sürükleniyordu. Bu hengamede Oruç Reis’in zincirleri de koptu ve kendisini denize bıraktı. Dalgalarla bir müddet boğuştuktan sonra sahile ulaştı. Daha sonra arkadaşları ile buluştu ve yeniden denizlere açıldı. Bir muharebe sırasında, kendisini esir etmiş olan Şövalyelerden birkaçı, şans eseri Oruç Reis’e esir düştüler. Onları görünce yanına getirtti ve şunları söyledi:

-Ben sizlere demedim mi, benim Peygamberim gelir beni kurtarır diye! İşte geldi, kurtardı. Varın reisinize söyleyin, ben gene ona varayım, ne kadar demiri varsa vursun, Peygamberimiz bize, Allah’ın izniyle yine yardım eder.

 
    
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur

İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.

Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:


- Bu kadın senin neyindir?
İbrahim Aleyhisselam:
-Benim kardeşimdir, der.
Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:
-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır.
Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar.
Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:

"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!"
Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir."
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.

 
    
Emeğinize sağlık....
 
    
 
 
Üst Alt