Güzel Hikayeler Güvercin Nasihati, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

DiLaRa

EMEKLİ ADMİN
Nisan Forum
Katılım
3 Ağu 2010
Mesajlar
933
Tepkime puanı
144
Puanları
63
Güvercin Nasihati


Küçük Ali yakaladığı güvercini kesmek üzere yere yatırmıştı. Bıçağını çıkarırken güvercin yalvardı:
Benim etimden sana bir fayda gelmez. Ama edeceğim nasihattan çok fayda gelir. Beni bırak da sana çok değerli üç nasihat vereyim.
Ali buna razı oldu. Güvercini bıraktı. Güvercin sevinçle uçup karşısındaki bir ağaca kondu. Başladı nasihatlarını sıralamaya:
Elinden bir fırsat kaçırırsan ah vah edip durma. Geçiver.
Zahmeti çok az ama mükâfatı çok bol şey vadederlerse hemen inanma, düşünmeye başla.
Güvercin bundan sonra şöyle dedi:
— Ey aptal, beni neden bıraktın? Halbuki benim midemde iki kilo ağırlığında kocaman bir elmas vardı, eğer beni hemen şuracıkta kesip alsaydın, dünyanın en zengin adamı olurdun.
Ali bunu duyunca öyle bir pişman oldu ki, neredeyse düşüp bayılacaktı. Kendini güç belâ tutup güvercine sordu:
— Söyle bakalım üçüncü nasihatin nedir?
Güvercin kanatlarını çırparak şöyle dedi:
— Sana söyleyecek bir şeyim kalmadı. Çünkü sen önce söylediklerimi tutmadın, daha ne söyleyeyim.
Gurk gurk öttükten sora devam etti:
— Ben sana bir fırsat kaçırırsan çok üzülme dedim. Ama üzüldün. Karnımda mücevher olduğunu söylediğimde az daha bayılacaktın. Tekrar öttü ve güldü:
— Az zahmetle çok şey vaad ederlerse ona da inanma, demiştim. Midemde iki kiloluk elmas olduğunu söyleyince hemen inandın, hiç düşünmedin. Halbuki benim ağırlığım ne ki midemde iki kilo mücevher bulunsun!
— Güvercin pır diye uçtu. Ali de orada düşünceye daldı. Güvercin haklıydı. İnsan her söze kanmamalı, her şeyi inceden inceye ölçüp biçmeliydi.
 
  
 
Tedavisi Zor Ahmaklık

Tedavisi Zor Ahmaklık

Bir gün Hz. İsa (a.s.) aslandan kaçarcasına bir dağa doğru koşuyordu. Birisi arkasından koşup dedi ki: ‘Hayrola peşinde kimse yok, neden böyle kuş gibi kaçıyorsun?
Hz. İsa, öylesine hızlı koşmaktaydı ki acelesinden cevap bile veremedi. Adam, bir müddet Hz. İsa’nın peşinden koştu, ardını bırakmayıp bağırdı: ‘Allah rızası için bir an dur, neden kaçıyorsun. Merak ettim ey kerem sahibi!’ Hz. İsa dedi: ‘Bir ahmaktan kaçıyorum. Yürü benim yolumu kesme, kendimi kurtarayım.’
Adam dedi ki: ‘Körün gözlerini, sağırın kulağını açan, gayb efsunlarını bilen, o efsunu ölüye okuyunca dirilten mesih sen değil misin?’ Hz. İsa: ‘Evet, benim’ dedi. Adam: ‘Peki öyleyse ey tertemiz ruh, dilediğini yaparken kimden korkuyorsun?’
Hz. İsa dedi ki: ‘İnsanı eşsiz, örneksiz yaratan, canı ezelden halk eden Allah’ın tertemiz zatına hamdolsun. O afsunu, o ism-i Azam’ı köre okudum gözleri açıldı, sağıra okudum kulakları duydu. Taş gibi dağa okudum yarıldı göbeğine kadar, hırkasını yırttı. Ölüye okudum dirildi, hiç bir şeyi olmayan, vücudu bulunmayan şeye okudum meydana geldi. Fakat ahmağın gönlüne yüzbinlerce kere okudum fayda vermedi, adeta bir kaya kesildi. Ondan bir şey bitmesine imkan yok,’
Adam, ‘Allah adının köre, sağıra, ölüye tesir edip de ahmağa tesir etmemesinin hikmeti ne?’ Hz. İsa dedi ki: ‘Ahmaklık, Allah’ın kahrıdır. Hastalık, körlük kahır değil bir düşkünlük durumudur. Düşkünlük, acınacak bir illettir, ona kul da acır, Allah da. Ama ahmaklık öyle bir illettir ki, ahmağa da zarar verir, onunla konuşana da.’
Hikayenin sonunda Mevlâna hazretleri “Hz. İsa nasıl kaçtıysa, sen de ahmaktan kaç! Hava, suyu yavaş yavaş çeker, buharlaştırıp alır ya, ahmak da dininizi böyle çalar alır işte” diyor.
 
    
Mutluluk Nerede Saklı?



İnsanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş. Hep şikayetçi hep bıkkınmış. Birgün melekler mutluluğu saklamaya karar vermişler. Saklayalım, zor bulsunlar. Zor buldukları için belki kıymetini bilirler diyerek başlamışlar tartışmaya. Sorun büyükmüş. Mutluluğu saklamak kolay değilmiş. Çünkü kimisi:
Everest’in tepesine saklayalım‘ demiş, kimisi: ‘Atlas Okyanusu’nun dibine” demiş. Tac Mahal’in kubbesi, Mekke sokakları, İtalyan sofrası. Bir hastanenin yenidoğan odası, dondurma külahı, şarap şişesi. Sigara paketi, lale bahçesi.
Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş. Derken meleklerden biri:
İçlerine Saklayalım‘ demiş. ‘ Kimsenin aklına gelmez içine bakmak!’
İşte o gün bugündür mutluluk insanın kendi içinde saklıymış.
 
    

Tek Akıllı Eşek

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, Memlekette bir padişah varmış. Tanrı göstermesin, anlatılmaz bir kıtlık baş göstermiş. Bir zamanlar yediği önünde, yemediği ardında, bir eli yağda bir eli balda olan insanlar, bir dilim kuru ekmeğin yoksunu olmuşlar. Padişah bakmış ki kıtlık halkı kırıp geçirecek, bunu önleyici bir çıkar yol aramış. Sonunda, memleketin dört bir yanına, sokak sokak, köşe bucak çığırtkanlar salmış. Çığırtkanlar Padişah fermanını şöyle bağırırlarmış:
- Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Her kimin devlete bir hizmeti, vatana bir yararlığı olmuşsa, koşup saraya gelsin! Padişahımız efendimiz onlara nişanlar verecek!
İnsanlar, açlığı, yokluğu, derdi, borcu, harcı unutup, Padişahtan nişan almak sevdasına düşmüşler. Padişahta yapılan hizmetin büyüklüğüne göre çeşit çeşit nişanlar varmış. Birinci dereceden altın yaldızlı nişan, ikinci dereceden altın suyuna batmış nişan, üçüncü dereceden gümüş kaplama nişan, dördüncü dereceden demir nişan, beşinci dereceden kalaylı nişan, altıncı dereceden çinko nişan, yedinci dereceden teneke nişan. Gelen giden nişan alıyormuş. Artık öyle olmuş, öyle olmuş ki, nişan yapmaktan Padişahın memleketinde hurda demir, çinko, teneke kalmamış. Fincancı katırının boynundaki çangur çungur sallanan cam boncuklar nasılsa, körük gibi şişirilen göğüsler üzerinde de nişanlar, işte öyle sallanmaya başlamış. İnsanların göğüslerinde şangur şungur nişanların sallandığı, Padişahın kim gelirse nişan dağıttığını duyan bir inek de,
- “Nişan asıl benim hakkım!” diyerek bir nişan almayı aklına koymuş. Açlıktan bir deri bir kemik, böğrü böğrüne çökmüş, kaburgası omurgasına geçmiş inek koşa koşa sarayın kapısına gelmiş. Kapıcıbaşıya,
- Padişaha haber verin! demiş. Bir inek kendisini görmek istiyor. Başlarından savmak istemişlerse de,
- Padişahı görmeden, bu kapıdan bir adım atmam! diye böğürmeye başlayınca, Padişaha,
- Efendimiz, kullarınızdan bir inek huzurunuza çıkmak istiyor. demişler. Padişah,
- Gelsin bakalım, bu da nasıl bir inekmiş. diye ineği huzuruna çağırıp,
- Böğür bakalım, ne böğüreceksin? diye sormuş, İnek de,
- Sultanım, demiş, duyduğuma göre nişanlar dağıtıyormuşsun. Ben de nişan almak istiyorum. Padişah,
- Hangi hakla? diye bağırmış. Sen ne yaptın. Memlekete nasıl bir yararlılığın dokundu ki sana nişan verelim?
O zaman inek,
- Efendimiz! diye söze başlamış. Bana nişan verilmesin de kimlere verilsin? Ben daha insanlara ne yapayım? Etimi yersiniz, sütümü içersiniz, derimi giyersiniz. Gübremi bile bırakmaz kullanırsınız. Teneke bir nişan için, daha ne yapayım?
Padişah, ineğin isteğini haklı bulmuş. İneğe ikinci dereceden bir nişan verilmiş. Boynunda nişanı, inek sevinçten oynaya oynaya saraydan dönerken katırla karşılaşmış.
- Selam inek kardeş!
- Selam katır kardeş!
- Nedir bu sevincin? Nereden gelirsin böyle? İnek her şeyi bir bir anlatmış. Padişahtan nişan aldığını da söyleyince katır da coşmuş. O coşkunlukla doğru dörtnala saraya varmış.
- Padişahımız efendimizi göreceğim! demiş.
- Olmaz! demişler.
Ama, babadan kalma inatçılığı ile katır art ayaklarıyla saray kapısında direnince, Padişaha durumu iletmişler. Padişah,
- Gelsin bakalım, katır kulum da. demiş.
Katır huzura varınca, bir katır selamı verip, el etek öptükten sonra, nişan istediğini söylemiş Padişah sormuş:
- Sen ne yaptın ki nişan istiyorsun?

- A hünkarım, daha ne yapayım? Savaşta topunuzu, tüfeğinizi sırtımda taşıyan ben değil miyim? Barışta çoluğunuzu çocuğunuzu arkamda götüren ben değil miyim? Ben olmazsam, işiniz temelli bitiktir.
Katırı da haklı bulan Padişah,
- Katır kuluma da birinci dereceden bir nişan verilsin! diye ferman eylemiş.
Katırda bir sevinç bir sevinç, dörtnala saraydan dönerken eşekle karşılaşmış. Eşek,
- Selam yeğenim! demiş. Katır,
- Selam amcabey! demiş.
- Nereden gelip, nereye gidersin? Katır başından geçenleri anlatınca,
- Dur öyle ise, padişahımıza gider, bir nişan da ben alırım! diye dörtnala saraya koşmuş.

Saray koruyucuları, deh demişler, çüş demişler, eşeği bir türlü atlatamayınca Padişaha varıp,
- Eşek kulunuz gelmiş, huzura çıkmak ister! demişler. Eşeği kabul buyuran Padişah,
- Ne dilersin ey eşek kulum? deyince,
Eşek de dilediğini bildirmiş. Padişah, canı burnuna gelip kükremiş:
- İnek eti ile, derisi ile, gübresiyle bu memlekete, bu millete hizmet etti. Katır dersen savaşta, barışta yük taşıdı, bu vatana hizmet etti. A eşek, ya sen ne iş gördün ki, bir de kalkmış eşekliğine bakmadan nişan istersin? Utanmadan bir de karşıma gelmişsin. Söyle, ne halt ettin?
O zaman eşek keyfinden sırıtarak,
- Aman Padişahım efendim, demiş, size en büyük hizmeti eşek kullarınız yapmıştır. Eğer benim gibi binlerce eşek kulların olmasaydı, hiçbir taht üzerinde oturabilir miydin? Saltanat sürebilir miydin? Dua et biz eşek kullarına ki, bizim gibi eşekler var da, sen de böyle saltanat sürüyorsun.
Padişah, karşısındaki eşeğin, öyle her eşek gibi teneke nişanla gözü doymayacağını anlamış,
- Ey eşek kulum, Haklısın senin sayende ben bu makamdayım demiş. Senin bu çok yüksek hizmetini karşılayabilecek bir nişanım yok. Sana ölünceye kadar beylik ahırından her gün Makarna, Bulgur,Üzüm hoşafı ve Kış aylarında da kömür, bağladım. Ye, yee saltanatım için durmadan anır!
 
    
Bir Çocukluk Efsanesi Şahmeran

Bir Çocukluk Efsanesi Şahmeran

Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis’te ve Mardin’de.
Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde. Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp’ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;
- Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz.

Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.
Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp’ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran’da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.
- Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya.
Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış. Gel zaman git zaman Şahmeranın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp’ta anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran’a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp’ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:
-Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.
Tahmasp sevinçle Şahmerana sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş. Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeranı ziyaret ediyormuş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş.
Tahmasp’ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeranda olduğunu söylüyormuş. Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış.
Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp’ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp’ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler.
Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp’a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp’ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler. Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp’a dönmüş:
- Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!
Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş.
- Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.
Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp’ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp’a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş.
 
    
Derviş ve Tilki

Derviş ve Tilki

Dervişin biri gezerken ayaksız bir tilki gördü, hayrete düştü. “Nasıl yaşar bu hayvan, ne yer ne içer?” diyerek, Allah’ın lütfuna hayran oldu. Derken bir arslan çıkageldi, ağzında çakal taşıyordu. Görkemli ve korkunç hayvan avının bir kısmını yedi, doyunca kalanını bırakıp gitti. Tilki artığa doğru sürünerek yaklaştı ve afiyetle yiyip karnını doyurdu.

Tilkinin yiyeceğinin ayağına geldiğini gören Derviş, kendi kendine: “Bir tilkinin rızkını ayağına gönderen Allah, benimkini neden göndermesin?” diyerek, çalışmasına gerek olmadığını, bir köşeye çekilip oturabileceğini düşündü.
Düşündüğü gibi de yaptı: “Rızkım Allah’ın görünmeyen hazinesinden gelir, gayret etmem gerekmiyor.” diyerek beklemeye başladı.
Bekledi, bekledi. Ne gelen ne giden. Günler geçip gitti. Derviş zayıfladı, eridi, bir deri bir kemik kaldı. Güçsüz ve bitkin bir haldeyken, bulunduğu mescidin mihrabından bir ses duydu:
Ey tembel adam!” diyordu ses, “Kendini ayaksız bir tilkiye benzeterek neden miskin miskin oturuyorsun? Kalk! Yırtıcı arslan ol. Başkasının artığına göz dikmeyi bırak. Sana yakışan artık yemek değil, artık bırakmaktır. Gücüyle arslan gibi olan, başkasından yiyecek bekler mi? Haydi kalk! Kolları sıva. Çalış ve rızkını kazan. Hem kendin ye, hem muhtaçlara yedir.”
(Şeyh Sadi Şirazi)
 
    
Gönülden inanmak

Gönülden inanmak


Köyün birinde kuraklık olmuş. Ne tarlaları canlandıracak, ne de hayvanların içebileceği bir damla su varmış. Tam bir kuraklık havası hakimmiş. Çaresiz köylüler, çareyi Hak kapısında aramışlar. Çoluk çocuk herkesi toplanmış, yanlarına hayvanlarını da alarak, yağmur duası için kırlara çıkmışlar. Köyün imamı eşliğinde tövbe ve istiğfar edip Allah’tan merhamet dilemişler. Henüz onlar ellerini indirmeden, Allah’ın inayetiyle gök gürlemeye başlamış. Köy halkı da sağanak yağmur altında sırılsıklam olmuş. Sadece şirin bir kız çocuğu ıslanmamış! Çünkü dua edince yağmurun yağacağına bir tek o, gönülden inanmış ve yanına minicik şemsiyesini almış.
 
    
Stalin’in Tavuğu

Stalin’in Tavuğu

Stalin en seri cinayetlerini planladığı çalışma odasına yakın dostlarını toplamış sohbet ediyordu. Votka şişelerinin biri gidip, diğeri geliyordu. Kafalar iyice dumanlanmıştı. Stalin kan çanağına dönmüş gözlerini etrafında dalkavukluk yarışına girmiş adamlarına çevirerek sordu:
- Saçını ihtilalde, halk içinde, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmış dostlarım… Söyleyin bakalım halkın yönetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız itaat etmesi için yöneticiler ne yapmalı, nasıl davranmalıdır?
Her dumanlı kafadan bir ses çıktı..Kimisi adaletten, haktan söz etti..Kimisi demokrasiden…. Kimisi sürgünden, sehpadan, hapisten…Kitlesel cinayetlerin deha çapındaki katili Stalin, beğenmedi adamlarının izahatlarını…
Bir kadeh daha votka çekerek söyle dedi:
- Yönetimi eline geçiren hükümdarın Tanrıdan pek farkı yoktur! Halkın karşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini durun da su beyinsiz kafalarınıza çivi gibi çakayım…
Hemen hizmetçileri çağırıp emretti.
- Çabuk bana bir tavuk getirin…
Aceleyle bir tavuk kapıp getirdi adamları… Stalin, kafaları iyice dumanlanmış adamlarının gözleri önünde başladı canlı canlı tüylerini yolmaya tavuğun… Bütün tüyleri yolunup cascavlak kalan tavuğu odanın ortasına salıverdi, lider…
- Şimdi izleyin bakalım nereye gidecek bu şaşkın tavuk… Zavallı tavuk bu azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan dışarı canını atayım diyor, soğuktan tir tir titriyor… Masaların altına giriyor, köseli masa ayakları canını yakıyor… Duvar diplerine koşuyor teleksiz, tüysüz kanatları yara bere içinde kalıyor… Şömineye yaklaşıyor tüysüz derisi kavruluyor…
Çaresiz, tüylerini yolan Stalin’in bacakları arasına saklanıp, sığınıyor…O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp önüne tane tane atıveriyor yolunmuş tavuğun…Yemlenen tavuk, Stalin nereye yönelse peşinden koşuveriyor.. Ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakıp, pos bıyıklarının altından gülerek söyle diyor Stalin:
- Gördünüz mü, Halk dediğiniz topluluk bu tavuk gibidir. Tüylerini yolup al ve serbest bırak… O zaman yönetmek kolay olur…
 
    
Liderler tapınılmaya başlandığında ölür

Liderler tapınılmaya başlandığında ölür

Eski Çin bilgelerinden Chuang-tse, bir nehrin kıyısında oturmuş, elindeki kamışla balık avlıyordu. O sırada, Chu ülkesinin prensinin gönderdiği iki elçi, bilgenin yanına geldiler. Elçilerden yaşlı olanı:
“Saygıdeğer prensimiz, sizi bir vilayetimize vali tayin etmek istiyor” dedi.
Bilge Chuang-tse, başını bile çevirmeden balık tutmaya devam etti ve gelenlere şöyle cevap verdi:
“İşittiğime göre, Chu ülkesinin kutsal bir kaplumbağası varmış. Bu kaplumbağa üç bin yaşındayken ölmüş. Prensiniz de bu kaplumbağayı değerli taşlarla süslü bir kafese koyup kutsal mabedde saklamaya başlamış. Acaba bu kaplumbağa ölüp bu şekilde cesedine tapılmasını mı isterdi, yoksa canlı olup kendi cinsleri arasında çamurda kuyruk sallamayı mı?”
Yaşlı elçi:
“Elbette çamurda kuyruk sallamayı” diye cevap verince, bilge Chuang-tse:
“Öyleyse” dedi, “beni rahat bırakın da, kendi çamurumda kuyruğumu sallayayım.”
 
    
İnsanı neden bir avuç toprak doyurur?

İnsanı neden bir avuç toprak doyurur?

Eski zamanların birinde, adamın biri yerden bir kafatası bulmuş. Kafatasının ağırlığını ölçmek için belli gramajlarda basılan altın liralarla beraber teraziye koymuş. Terazinin bir kefesinde kafatası, diğer kefesinde altın liralar. Adamcağız altın bulunan kefeyi ağırlaştırmak için buraya altın koymuş da koymuş. 1 kiloluk kafatasını terazide denk getirmek için diğer kefeye 3 kilo civarında altın koymuş ama nafile. Bir türlü altınların bulunduğu kefe aşağıya inmiyormuş. Bunun sebebini bir Alime sormuş. Alim olan zat demiş ki: “Şimdi al o altınları, onun yerine bir avuç toprak koy”
Adamcağız şaşkın ama sonucunu merak etmek için bir avuç toprak ile altınları yerdeğiştirmiş. Sonuç mu, sonuçta o bir avuç kadar toprak kafatasından ağır basmış. Alim zata sebebi sorulunca:
- Bu kafatasının sahibi dünyaya düşkün olan, açgözlü biriydi. Diğer kefeye istediğin kadar altın koy yine de kaldıramazdı. Ancak dünyaya düşkün olan bu kişi de günün birinde ölüp gitti. Sonuçta o aç gözlerini, bir avuç toprak doyurdu. Bu sebeptendir ki, terazide bir avuç toprak ile bunun kafatası eşit geldi.
 
    
İnsanın dört mevsimi

İnsanın dört mevsimi


Bir zamanlar 4 Oğlu olan bir adam varmış.. Çocuklarının çok erken karar vermemeleri ve önyargılı olmamaları için onları bu konuda eğitmek istemiş. Böylece her birini uzak bir yerde duran Ağacın yanına gidip ona bakmalarını istemiş. İlk oğlan Kışın gitmiş, İkincisi İlkbahar, üçüncüsü yazın ve sonuncusu sonbaharda. Geri döndüklerinde hepsini bir araya çağırmış ve ne görüklerini sormuş. İlk Oğlan Ağacın çok çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu söyledi. İkinci oğlan Hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı dedi. Üçüncü oğlan başka fikirdeydi. Çiçekleri vardı ve kokusuyla görüntüsüyle o kadar muhteşemdiki daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Sonuncu Oğlan hepsinin haksız olduğunu ve ağacın meyvelerle dolu, canlı ve hayat dolu olduğunu belirtti. Yaşlı Adam Oğullarına hepsinin haklı olduğunu söyledi. Çünkü hepsi farklı mevsimlerde ağacı görmeye gitmişti. Onlara bir Ağacı veya bir İnsanı, kısa bir süre veya bir mevsim tanıdıktan sonra yargılayamayacaklarını anlatmaya çalıştı. Yada neye sahip olup olmadıklarını.
Gerçekleri ancak sonunda, 4 mevsimi gördükten sonra görürsünüz. Eğer kışın vazgeçersen İlkbaharın nimetinden olursun, Yazın Güzelliğinden ve Sonbaharın bütünlüğündende. Bir mevsimin acısının, diğer güzel mevsimleri parçalamasına izin vermeyin. Hayatınızı bir mevsim yüzünden yargılamayın. Unutmayınki ilerde şuanki zamanı arayabilirsiniz ve daha güzel günlerde yaşayabilirsiniz.
 
    
Kirli Kapitalist düzen örneği

Kirli Kapitalist düzen örneği

Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük bir tavuk yaşarmış. Tavuk kendi yiyeceğini kendi bulur ve bu güzel çiftlikte çok mutlu bir hayat yaşarmış . Bir gün buğday taneleri bulmuş ve bunları ekerek daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak nasıl ekeceğini bilmediği için arkadaşlarından yardım istemiş:
- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım edecek ?
Ördek cevaplamış:
- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve tohumu satabilirim . Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve istediğin kadar buğday alırsın.
Domuz oradan seslenmiş:
- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen ürünlerini ben satın alırım.
Fare hemen atlamış:
- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek için gereken parayı sana borç verebilirim, sonra ödersin.
Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli şirin tavuk, bu sözler sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan vaz geçmiş. Ancak kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım istemiş:
- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?
Ördek:
- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi için gereken gübreyi sana satabilirim demiş.
Domuz:
- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri zararlı böceklerden korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana satarım demiş.
Fare de:
- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana borç olarak veririm demiş.
Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış, çalışmıııııış çalışmış. Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten daha zormuş ve daha çok gübre ve ilaç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok zengin olacağını hayal ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve gerçekten de tavuk çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren arkadaşlarına seslenmiş:
- Kahveleri satmama kim yardım edecek ?
Ördek:
- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve paketlemek için benim fabrikama getirmelisin.
Domuz:
- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve ektiği için kahve fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez .
Fare:
- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana verdiğim borçları ödemen lazım.
Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına varmış ve buğday yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu anlamış, çünkü borç içinde imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan ölmemek için yine yardım istemiş:
- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek ?
Ördek:
- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.
Domuz:
- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği için buğday eken de kalmadı, yiyecek yok.
Fare:
- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını ödemediğin için para yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk olursan, belki senin o tarlada boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday yetiştirmene izin verebilirim.
Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz, artık farenin olan eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını doyurmaya çalışıyormuş!
 
    
Dar ayakkabı ve yaşam

Dar ayakkabı ve yaşam

O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler. Hazır ayakkabı satan mağaza yoktu şehirde. Tek ayakkabı yapan dükkanında ayakkabıcı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice basmamı söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi eline alıp ayağımın çevresini çizdi. O ayağımın çizildiği karton benim ayakkabı numaramdı. Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum. Babamın anlattığına göre ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı. kapının her çalınışında koştum. Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı. O gün onları giymedim. Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim yeni ayakkabılarımı. Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor, yere koyuyor, yukarıdan, yandan, önden bakıp duruyordum. Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin karanlığında kim bilir kaç kez okşadım. Uyku girmedi gözüme. Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda sandalyede oturuyordum ben. Ayakkabımı babam giydirdi. Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım, dardı ve canımı yakmıştı. Ama bunu babama söylemedim. O “Sıkıyor mu?” diye sordukça “Hayır” yanıtını veriyordum. “Dar, ayağımı acıtıyor” desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı. O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm. Bir sure sonra acı dayanılmaz oldu. Dişimi sıktım. Topalladım. Soranlara “Dizimi vurdum” dedim, ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim.
Doğrusunu isterseniz yaşam dar ayakkabıyla yürümektir.
Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş.
Kimi zaman bir mekân dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir cevre.
Kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir.
Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür.
Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.
Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık.

Canınız yanar. Topallaya topallaya gidersiniz. Sonradan öğrendim yaşamın dar ayakkabıyla yürüme sanatı olduğunu.
 
    
Amerika’nın islama bakışı

Amerika’nın islama bakışı

Adamın biri New York, Central Park’ta yürüyüş yaparken, aniden kuduz bir köpeğinin küçük bir kıza saldırdığını görür.
Koşar ve köpekle boğuşmaya başlar. Hayli uzun bir uğraştan sonra üzeri yara bere içinde kaldığı halde köpeği öldürür. Ama küçük kızın da hayatını kurtarmıştır. Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese olay yerine koşar ve adamın yanına gelir.
Sarılıp teşekkür ettikten sonra ‘Sen’ der ‘bir kahramansın, yarın bütün gazeteler seni yazacaklar. Ve göreceksin başlık da şöyle olacak; Cesur New York’lu küçük kızın hayatını kurtardı.’
Adam ‘Ama ben New York’lu değilim!’ der. Polis ‘Fark etmez, bu durumda gazeteler şunu yazacaklar; Cesur Amerikalı küçük kızın hayatını kurtardı’ cevabını verir.
‘Ama ben Amerikalı da değilim’ der adam artık şaşırarak. Polis ‘Ya, o halde nerelisin?’ diye sorunca adam cevap verir; ‘Ben Iraklıyım!’
Polis adama başka bir şey söylemez. Ama adam ertesi gün gazeteleri aldığında şöyle bir başlıkla karşılaşır;
‘Radikal İslamcı, masum Amerikan köpeğini öldürdü.’
 
    
Baba ile oğul

Baba ile oğul

Yoksuldu baba… Çok zor koşullarda, zar zor büyüttü oğlunu… Yemedi ona yedirdi, giymedi onu giydirdi. En büyük ideali yavrusunun kendi ayakları üzerinde durabildiği günleri görüp Avrupa’ya yerleşmekti. Orada iyi para kazanacak, bundan böyle adam gibi yaşayacaktı.
Zamanla oğlan büyüyüp serpildi, bağımsızlığını ilan etti. Ancak bir arkadaşıyla ayrı evde oturduğu halde, kendi harçlığını çıkaramıyor, hala babasının eline bakıyordu. Üstelik ev arkadaşıyla da kavgalıydı. Baba yine de her eziyete katlanıyor, dişinden tırnağından artırdığını oğluna aktarıyordu. Ne de olsa o, kendi kanından, kendi soyundandı.
Bir yaz günü, oğlanın evinde büyük bir kavga koptu. Evladının dövüldüğünü duyan baba sopayı kapıp evi bastı; öfkeyle oğlunun ev arkadaşının kafasını yardı. Tabii bütün mahalle ayağa kalktı. Herkes babayı suçladı. Adı “belâlı”ya çıkmıştı.
Yıllar geçti… Baba bir daha dayak yemesin diye, oğlunun yanından hiç ayrılmadı; ona aş, para, silah verdi, yanına adam koydu. Artık yavrusunun güvencede olduğunu düşünüyor, kendi düşlerinin peşine düşme vaktinin geldiğine inanıyordu.
Yeni bir hayata kanatlanmak üzere vize kuyruğuna girdi. Ancak: “Sen giremezsin” dediler, “Haneye tecavüz etmişsin”. ”Ama oğlumu dövüyorlardı” diyecek oldu, dinlemediler. Yıkıldı baba… Yavrusunu koruma uğruna büyük idealinden olmuştu. Kimi dostları “Oğlanı evlatlıktan reddet, kurtul. O zaman alırlar seni” dedi. Baba “İnsan hiç oğlundan vazgeçer mi” diye direndi, dinlemedi.
Gel zaman git zaman, yoldan çıktı bizim oğlan… Kirli işlere bulaştı. Evinde uyuşturucu ticareti yaptığı, silah sakladığı, kanun dışı işlere bulaştığı haberleri geliyordu. Babasından zengin hale gelmişti, ama hala ondan harçlık alıyordu. Üstüne üstlük babasını da sevmiyor, “Başıma ne geldiyse senin yüzünden” diye dikleniyordu. Zavallı adamcağız, onu kollayacağım diye hem fakirleşmiş, hem yalnızlığa itilmiş, hem de istikbal planlarını ertelemişti. Şimdi kendisini sevmeyen problemli bir oğlanla baş başa kalmıştı.
Sonra bir gün, araya aracılar girdi, oğlan ev arkadaşıyla barıştırıldı. Eski kavgaları unuttular, birlikte vize alıp güle oynaya Avrupa’nın yolunu tuttular. Babanın düşlerinin ülkesiydi orası… Baba “Madem onlar barıştı, ben de gideyim” diyecek oldu, ama yine aynı gerekçeyle kapıdan kovuldu: “Sen bir süre daha bekleyeceksin. O arada sicilini düzeltmeye çalış.” Simdi baba, bir yandan oğluna harcamaktan biriktiremediği paraları biriktirmeye, bir yandan da oğlu yüzünden bozulan sicilini düzeltmeye çalışıyor. Ve boynunu büküp, eski kavgalısıyla, el ele kendi mutluluk diyarına uçan oğlunun ardından el sallıyor: “Oğlum, KIBRIS’IM! Sen mutlu ol yeter… Belki bana da bir gün verirler. Ben de birgün gün yüzü görürüm.”
 
    
Bu iş hepimizin

Bu iş hepimizin

Hikayemiz HERKES, BİRİSİ, HERHANGİBİRİ ve HİÇKİMSE adlı dört kişi hakkında.
Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve HERKES, BİRİSİ’nin bu işi yapacağından emindi. Gerçi bu işi HERHANGİBİRİ de yapabilirdi ;ama HİÇKİMSE yapmadı. BİRİSİ buna çok kızdı. Çünkü iş HERKES’in işiydi.
HERKES, HERHANGİBİRİ’nin bu işi yapabileceğini düşünüyordu ama HİÇKİMSE, HERKES’in yapamayacağının farkında değildi.
Sonunda HERHANGİBİRİ’nin yapabileceği bir işi HİÇKİMSE yapmadığı için HERKES, BİRİSİ’ni suçladı.
 
    
Emeğe Ve Paylaşıma Teşekkürler...
 
    
Emeğinize sağlık ...
 
    
 
 
Üst Alt