Güzel Hikayeler Bunların Hangisi Şehittir, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

melankolik

Member
Nisan Forum Üyesi
Katılım
19 Tem 2011
Mesajlar
60
Tepkime puanı
1
Puanları
8
Emîr Timur rahmetullahi aleyh, Halep Şehri'ni zaptederken, pek çok Müslüman kanı akmıştı. Savaştan sonra din adamlarını toplayarak sordu:
'Muhârebe esnasında sizden ve bizden epeyce adam öldü, dedi. Söyleyin bakalım bunlardan hangisi şehittir?

ve bir Allah (c.c) dostu ayağa kalkarak şöyle der:

'Sizden ve bizden olması bir şey değiştirmez; kim Allâh'ın ism-i Celîl'ini yüceltmek için mücâdele ve mukâbele etmişse, o şehittir.
 
  
 
Cevap: Bunların Hangisi Şehittir

çok güzel ve anlamlı bir paylaşım... çok teşekkürler


 
    
Cevap: Bunların Hangisi Şehittir

son cümlenin üzerinde ben de çok düşündüm.niyetin önemini bir kez daha anladım.senin de okuyan gözlerine sağlık
 
    
Cevap: Bunların Hangisi Şehittir

Emeğine elerine sağlık h geldin aramıza
 
    
Cevap: Bunların Hangisi Şehittir

tskl emegine yuregine saglik.....
 
    
Cevap: Bunların Hangisi Şehittir

hoşbuldum teşekkürler sizlerin de okuyan gözlerinize sağlık
 
    
Cihad

Hicretin sekizinci senesi idi. İslâm ordusu Zeyd bin Harise'nin kumandasında 15 bin kişilik bir askerle Mûte'de Rum ordularıyla savaşacaktı. Düşman ve İslam orduları harp meydanında hazır oldular. Nihayet Resûlüllah'ın verdiği beyaz bayrak Zeyd bin Harîse'nin elinde olduğu halde savaş başladı.

Zeyd bin Harise, düşman üzerine öylesine dalışlar yapıyordu ki, 15 bin kişilik islam ordusuna karşı savaşan 100 bin kişilik düşman askeri ummadıkları bir kuvvetle karşı karşıya olduklarını anladılar. Fakat müslümanlar az olduklarından ancak bir kişi bir manga düşmanla dövüşmek mecburiyetinde kalıyordu.

Birkaç dakika sonra Zeyd bin Harise şehit düştü. Atından düşen Zeyd'in bayrağını hemen Cafer bin ebi Talip alarak düşman üzerine olanca şiddetiyle saldırmaya başladı. Bayrağın Cafer'in eline geçtiğini gören kafirler, korku içinde sağa sola kaçışmaya başladılar. Onlar kaçıyor hazreti Cafer kovalıyordu. Harp bütün şiddetiyle devam ederken tenha bir yerden Abdullah bin Revaha'nın gür sesi bütün eshap tarafından işitildi. Abdullah bin Revaha (R.A.) şöyle nida ediyordu:

— Ey müslümanlar, Ey Resûlüllahın eshabı! Biz evlerimizden çıkarken şehid olmak ve islâmm izzetini yüceltmek için çıkmadık mı? Biz ölürsek, şehid olup irtihal eden kardeşlerimize kavuşuruz. Galip gelirsek Mûte'ye islamm bayrağını diker dünyada ve ahirette şerefe kavuşuruz, diyerek eshaba bir kat daha moral verdi.

Hazreti Cafer girdiği küffar askerlerini pırasa gibi doğrarken arkadan bir düşman askeri sağ kolunu bir kılıç darbesiyle düşürdü. Sağ elindeki islam bayrağını bu defa sol eline alan Cafer Hazretleri o haliyle bile düşmana karşı koymaya devam ediyor ve mücadeleyi sürdürüyordu. Biraz sonra bir kılıçla da Cafer'in (R.A.) sol kolunu kestiler. Fakat o hâlâ bayrağı bırakmıyor koltuğunun altında muhafaza etmeye çalışıyordu. Fakat artık takati kalmamıştı. Atından aşağı düşerek şehadet şerbetini içti.

Hazreti Cafer'in şehid edildiğini duyan Abdullah bin Ravaha elinde yemekte olduğu et parçasını bir tarafa fırlatarak:

— Cafer öldükten sonra bana yaşamak yakışmaz diyerek, bayrağı kaptığı gibi oda düşman saflarına hücuma geçti. O da Hazreti Cafer gibi çok üstün kılıç kullanıyordu ve her vuruşta bazan iki bazen bir kafir kellesini kesip canını cehenneme yolluyordu.

Müslümanların zayiatı çok büyük olmuştu. Nihayet Abdullah da şehid oldu. Bu sefer bayrağı Hazreti Halid almıştı. O gecenin karanlığından istifade ederek askerlerin yerlerini değiştirdi. Sabah savaşa sağdaki askerleri sola soldakileri de sağa alarak başladı.

Bu harp taktiği düşmanın aklına gelmemişti. Onlar müslümanlar'a yeni takviye kuvvetler gelmiş zannederek çareyi kaçmakta buldular ve savaş alanını terkettiler. Böylece Halid bin Velidin kumandasındaki İslam askeri 100 bin kişilik düşmana galip gelmiş zafer 15 bin kadar müslümana nasip olmuştu.
 
    
Şehit Anası

Hansa Radıyallahü Anha Hazretleri islâmiyetten önce kuvvetli şiir söylemesi ve güzel konuşmasıyla meşhur bir kadındı. Müslüman olduktan sonra o da kendi isteğiyle Mekke'den Medine'ye hicret etmişti.

İslâmiyetten önce kan davası yüzünden öldürülen iki kardeşi için şiir söylemiş ve «Eğer benim gibi yakınları öldüğü için ağlayan başka kimseler görmesem, bu ızdıraba dayanamaz intihar ederdim» demişti. İşte bu Hazreti Hansa, İslâmiyeti kabul edip de Medine'ye hicret ettikten sonra vukubulan Kadisiye savaşında dört oğlunu da seve seve harp meydanına göndermiş ve savaş alanına kadar giderek evlatlarını yanına çağırıp onlara şu nasihatta bulunmuştur;

— Ey benim evlatlarım! Yeminle söylüyorum ki, siz bir ananın ve bir babanın çocuklarısınız. Ben hiçbir surette babanıza ihanet etmediğim gibi babanız da mazisi çok temiz bir insan ve şerefli bir kimsedir. Sizler temiz asalete sahip olduğunuzdan ben savaş meydanlarında ilk hücumu sizden bekliyor, şecaat ve celadetinizi göstermenizi istiyorum. Çünkü bu harp Allah içindir, Resulü içindir. Ya İslâmın bayrağını Kadisiye'de dalgalandıracaksınız, yahut da ben sizin ön saflarda savaşırken şehid edildiğinizi duyacağım, dedi.

Kendisi hasta olduğundan evine geri döndü ve dört evladını da harp meydanında bıraktı.

Aradan çok geçmeden Hazreti Hansa'ya oğullarının dördünün de şehid olduğu haberi hasta yatağında iken bildirildi. O üzüleceği beklenirken sevinç göz yaşları dökerek:

— Yani ben şimdi şehid anası oldum öyle mi? diye sordu.

— Evet! Dediler, hem de dört şehid anası oldun.

O evlatlarının ölümünü hiç düşünmüyordu. Zafer kim de? Diye sordu, sadece. Zaferin müslümanlarda olduğunu duyunca da:

— Ya Rabbî! Sana hamd ü senalar olsun, bana emanet ettiğin dört oğlumu da senin yolunda şehid vermek şerefine ermiş bulunuyorum. Artık beni şehid anaları defterine kaydeyle! Benim için şehid anası olmaktan daha büyük şeref yoktur. Bunu benden esirgeme ya Rabbi! diye dua ettikten sonra:

— İslâmın zaferi için dört oğlum feda olsun, eğer başka evlatlarım da olsaydı onları da Allah için feda ederdim, dedi.

Her ne zaman Hazreti Hansa'nın ismi geçse Peygamber efendimiz:

— Örnek İslâm kadınıdır, buyururlar memnuniyetlerini izhar ederlerdi.
 
    
Devlet Hazinesi

Hazreti Ömer (r.a.). Halife. Bir gece. Makamında. Ashabtan biri ziyaretine gelir. Selam verir. Selamı alınmamıştır. Oturur. Ömer işiyle meşgul. Sahabe bekler. Ömer çalışır. Selam alınmamış, yüzüne bile bakılmamıştır.
İş biter. Ömer mumu söndürür. Bir başka mumu yakar. O anda selamını alır. Konuşmaya başlar.
Sahabe sorar:
- Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve niçin bir mumu söndürüp diğer mumu yaktın ve ondan sonra benle konuşmaya başladın?
Hazreti Ömer (r.a.):
- Evvelki mum devletin hazinesinden alınmışdı.O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum. Seninle devlet işi konuşmayacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle meşgul olmaya başladım. Sahabenin gözleri yaşarır, ellerini kaldırarak şöyle dua eder:
-Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme
 
    
İlimsiz Amel Edenin Sonu


Bersisa isminde bir zat, inzivaya çekilmiş, gece-gündüz vakti Allah'a (c.c.) ibadetle geçer ve hiçbir kötülükte bulunmazdı. Bu zatı şeytan aleyhilla'ne kandırmak için türlü hilelere başvurdu. Fakat bir türlü kandıramadı. En sonunda şeytan işin kolayını bulmuşt'u. Çünkü Şeyh Bersisa, âmil, mütteld, züht ü takva sahibi bir zattı ama, alim değildi. Yani ilm-i zahiri yoktu. Ondan dolayı onu kandırmak kolay olacaktı.

Plânını şöyle tatbik etti:

Şeytan, sırtında cübbesi, elinde asası, başında sarığı, elinde tesbihi olduğu halde bembeyaz sakalıyla Şeyh Bersisa'nın ibadet ettiği yere varıp kapısını çaldı. Şeyh Bersisa kapıyı açtıktan sonra, kim olup, nereden geldiğini ve niçin geldiğini sordu.

Şeytan Alleyhilla'ne ona şu, cevabı verdi:

- Ben dünya nimetlerinden uzak, ömrünü Allah'a ibadetle geçirmek isteyen bir kimseyim. Bir Allah dostu bulup kendime arkadaş edinmek için çok yer dolaştım, fakat sizden başka bir kimseye rastlamadım. Memleketine yaklaştığımda, sizin isminizi duydum. Sizin de bütün gayretiniz Allah'ın rızasını kazanmak olduğuna göre, beni de kabul buyur da, beraber ibadete devam edelim.» dedi.

Şeyh Bersisa, onun şeytan olduğunu ve kendisinin ayağını kaydırmak için geldiğini nereden bilecekti. Arkadaşlığı kabul etti... Beraber ibadete başladılar. Aradan zaman geçiyor, Şeyh Bersisa ibadet ediyor, yiyor içiyor ve diğer insanlar gibi yaşıyor, lâkin Şeytan Allah'a öyle ibadet eder gözüküyor ki yemiyor - içmiyor, yatıp uyumuyor ve bütün zamanını ibadet ederek geçiriyordu.

Şeyh Bersisa, yeni dostuna hayran kalmıştı. Aradan- çok zaman geçmeden dayanamayarak:

- Ey Allah'ın salih kulu, sen bu mertebeye nasıl yetiştin. Ben senelerden beri ibadet ederim, yeyip içmekten kurtulamadım. Sense bütün zamanını ibadete ayırabiliyorsun. Ne olur, bunun sırrını bana da öğret de, ben de senin gibi olayım, dedi.

Şeytanın istediği doğmuştu...

- Bunun kolayı var! Evvela bir büyük günah işleyecek, sonra da -ona samimiyetle tövbe edeceksin. Büyük bir günah işlemiş olduğundan Allah'tan daha fazla korkmaya başlayacak ve böylece de benim gibi, sen de her türlü insanî kötü hasletlerden kurtulmuş olacaksın, dedi.

Şeyh, meselâ ne gibi bir günah işlemesi lazım geldiğini sordu. Şeytan, artık bayram ediyordu. Çünkü avını kandırmıştı.

- Zina edebilirsin, dedi. Şeyh:

- Yapamam, dedi.

Bu sefer şeytan:

- Adam öldür! dedi.

Bersisa, yine:

- Onu da yapamam, dedi.

Şeytan:

- İçki içersin, dedi...

Bersisa, düşündü taşındı, onu biraz hafif görmüştü:

- O olur, yapabilirim, dedi.

Şeytan artık sevincinden havalarda uçuyordu. Bersisa doğru kasabadaki meyhanelerden birine gidip bir miktar içki istedi, içkiyi sunan saki kadındı, içtikçe içti ve sonunda sarhoş olup kadına zina etmeyi düşünmeye başladı. Şeytan tabiî ki boş durmuyor, adamın gözüne gözükmeden nefs yoluyla durma, böyle fırsat elegeçmez, hemen bu kadınla münâsebet kur, diyordu.

Bersisa, tamamen sarhoş olduktan sonra, meyhaneci kadına orada zina etti. Bu onun için çok kötü bir şeydi... Duyulursa ne derlerdi. En iyisi o kadını öldürüp gömmekti, ve öyle yaptı. Kadını öldürüp meyhanenin arkasında bir yere gömdü. Fakat hadise duyulmakta ve yayılmakta gecikmedi. Bersisa'yı yakalayıp mahkemeye çıkardılar. Katil oldüğü için kısasa kısas Ölümüne hükmolundu.

Bersisa idam sehpasına çıkmış, artık ip boğazına geçirildikten sonra onu kurtaracak hiçbir kimse yoktu. Şeytan karşıda görüldü.

- Bu hal nedir ey dostum, dedi. Bersisa:

- Görüyorsun ey Allah'ın sevgili kulu beni kurtar, diye yalvarmaya başladı. Şeytan:

- Bir şartla seni kurtarırım. O da bana secde edeceksin, dedi. Bersisa:

- Görüyorsun ip boğazıma geçirilmiş nasıl secde edebilirim, deyince de:

- İşaretle secde edebilirsin, dedi.

Bersisa başıyla işaret ederek secde etti ve sandalye ayağının altından çekilince imansız olarak göçüp gitti. Allah muhafaza buyursun.

İlimsiz amelin, insanı nereye kadar götüreceğine güzel bir misâl böylece vuku bulmuş oldu. Eğer onda şeriata müteallik ilim olsaydı içki içmek, zina etmekle, adam öldürmekle evliya olunamayacağını bilir ve şeytana uymazdı.
 
    
Ön Yargı

İmam-ı A'zam Hazretlerini sevmeyenlerden bir kişi birgün îmamın yanına gelerek şöyle dedi:

— Cenneti ümit etmiyorum, Cehennemden ve Allah'tan korkmuyorum, ölü eti yerim, rüku ve secdesiz namaz kılarım. Hakka buğzeder, fitneyi sever, rahmetten kaçarım. Yahudi ve Hıristiyanları tasdik ederim, görmeden şahitlik yaparım, diyen bir kimse hakkında ne dersiniz? Dedi.


Hazreti İmam;


— Senin bu hususta bir bilgin var mı? Diye sorunca adam:


— Ben bir şey bilmiyorum, dedi. Daha sonra İmam-ı A'zam Hazretleri talebelerine dönerek «siz ne dersiniz bu kişi hakkında,» dedi.


Onlar:


— Bu sayılanlar küfür alameti olduğundan bu hal o adamın kötülüğüne delalet eder, dediler.


Ebu Hanife Hazretleri gülümseyerek bu sayılanların manalarını şöyle açıkladı:


— Bu adam Allah'ın hakîkî dostlarındandır, dedikten sonra soruyu soran adama denerek; ben sana bunun mahiyetini anlatayım, sen de dilini tut, ayrıca lüzumsuz şeylerle de uğraşma! Dedi. Adam bundan böyle kendisini alakadar etmeyen şeylerden uzak duracağına dair söz verdikten sonra İmam-ı A'zam Hazretleri anlatmaya başladı:


— Cenneti ümit etmiyor, Cennetin Rabbını ümit ediyor. Cehennemden değil Cehennemin Rabbından korkuyor. Rabbının lütfuyla muamele edeceğine inandığından korku duymuyor. Ölü etinden muradı ise balık etidir. Görmediği birşey hakkında şahitlik yapması ile Allah'a imanıdır. Hakka buğzediyor ki bundan kastı ölümdür. Allah'a daha fazla ibadet edebilmek için ölümü istemiyor. Fitneyi severim demesinden kastı ise; evlatlarıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de «mal ve evlat fitne» olarak zikredilmektedir. Yahudi ve hıristiyanların biribirleri hakkında söylediklerini de tasdik ederim demek istiyor.


Bu açıklamayı sonuna kadar dinleyen soruyu soran şahıs, ayağa kalkarak İmam-ı A'zam Hazretlerinin gözlerinden öptü ve:


— İnanıyorum ki, sen doğru yoldasın, ya imam! Dedi.
 
    
Yirmi Saniye

Şeytan hizmetçi kılığına girmiş ve yirmi sene Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri'nin yanına gidip gelmişti. Bir türlü gönlüne vesvese vermeye, ona istediklerini yaptırmaya muvaffak olamamıştı. Birgün:
- Ey Üstad! Yoksa siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? dedi.
Hazreti Cüneyd:
- Sen lanetli İblissin. İlk geldiğin andan beri seni tanıyorum, buyurdu.
Şeytan:
- Ey Sultanü'l Muhakkikin! Sizin kadar yüksek dereceye ulaşan başka bir büyük zat tanımıyorum. Yirmi senedir size hiçbir isteğimi yaptırmaya muvaffak olamadım, dedi.
- Defol mel'un! Şimdi de beni kendini beğenme hastalığına düşürerek mahvetmek mi istiyorsun! Yirmi senede yapamadığını yirmi saniyede mi yapacaksın? Yıkıl karşımdan! diye bağırdı.
 
    
Son Nefes , Zor Nefes

Cüneyd-i Bağdad Hazretleri vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri:

- 'Aman efendim' der, 'Biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur?

- Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana, kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi?, red rüzgârı mı? olduğunu bilemiyorum.


Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir,


- 'Kendini yorma' derler, 'Cüneydin gözü Allah'ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.'


Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar:


- Efendim, Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti?


- İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti.
 
    
Anne Duası

Annelerin dualarının ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliriz ama bir de bunu Tirmizinin hikayesinde okuyalım.

Hakîm Tirmizî hazretleri gençliğinde ilim öğrenmek için, bulunduğu yer olan Tirmiz’den ayrılıp başka bir yere gitmek için iki arkadaşı ile anlaştılar.
Bu kararı annesine bildirince, annesi çok üzüldü. Oğluna dedi ki:
- Yavrum! Ben zayıf, biçare, yakını ve senden başka yardımcısı olmayan bir kimseyim. Üstelik hastayım. Benim bütün hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız, çaresiz kime bırakıp gidiyorsun?
Annesinin bu sözü ona çok te’sir etdi Bir taraftan ilim öğrenme arzusu, diğer taraftan ana hakkı kendini zor durumda bırakdı. Sonunda ana hakkının önemini düşünerek, ilim tahsiline gitmekden vazgeçdi. Durumu arkadaşlarına bildirerek, onlarla beraber gelemiyeceğini söyledi.
Arkadaşları şehirden ayrılıp ilim tahsiline gitdiler. Onlardan ayrı düşüp ilim tahsilinden mahrum kalmasına çok üzülüyordu. Aradan epey zaman geçmesine rağmen, ilim öğrenme arzusunu içinden bir türlü atamadı. Yalnız kaldığı zamanlarda bir kenara çekilir, uzun uzun bu üzüntü sebebiyle ağlardı. Bu halini gören annesi:
- Allahü Teala inşallah seni bu arzuna kavuşturur, diye dua ederdi.
Bir gün mezarlıkda oturmuş ağlıyor, hem de kendi kendine:
“- Benim halim ne olacak, arkadaşlarım ilim tahsil etmeğe gitdiler, gerekli ilmi öğrenecekler. Ben ise, burada cahil kaldım. Benim halim ne olacak? diyordu. Bu halde iken aniden yanma nur yüzlü tatlı sözlü bir ihtiyar çıkageldi.”
- Yavrum! Sen derdini anlatırsan sana yardımcı olabilirim, niçin böyle ağlıyorsun? dedi.
Hakîm Tirmizî hazretleri, başından geçenleri uzun uzun o zata anlatdı. Sonunda:
- İşte ağlamamın sebebi budur, dedi. O zat:
- Kısa zamanda, o iki arkadaşının ilminden daha fazla bir ilme sahib olman için, her gün gelip, sana ders vermemi ister misin? dedi.
Hakîm Tirmizî hazretleri sevinç içinde:
- Tabiî isterim, cevabım verdi.
Bu hadiseden sonra, bu nur yüzlü zat her gün gelip kendisine ders verdi. Ders verme işi üç yıl devam etdi.
Üç yıl sonra bu zatın Hazreti Hızır olduğunu anladı. Bunun üzerine buyurdu ki:
- Bu büyük ni’mete annemin rızasını almam ve onun duasına mazhar olmam bereketiyle kavuşdum.
Bundan sonra da her pazartesi gecesi Hazreti Hızır gelir, manevî hallerinin noksanlıklarını tamamlardı.
 
    
Güzel Bir Namaz Örneği


Hâtem-i Zâhid (k.s.)hazretleri Âsım İbn-i Yûsuf hazretlerinin yanına geldiğinde Âsım (kuddise sırruh) ona sordu:

-Ey Hâtem namaz kılmayı güzel becerebiliyor musun?

O da 'Evet'deyince, Âsım (k.s.):

-Peki, nasıl kılıyorsun? diye sordu. Hâtem-i Zâhid hazretleri başladı anlatmaya:

-Namaz vakti yaklaştığında abdestimi sünnet üzere tazeliyorum ve namaz kılacağım yere dikiliyorum. Tâ ki her uzvum yerleşiyor.

Sonra Kâbe'yi iki kaşımın arasında, Makâm-ı İbrahimi göğsümün hizasında, Allah Teâlâ'yı mekândan münezzeh (pâk ve uzak) olduğu halde başımda hâzır ve kalbimdeki her şeyi bilir halde görüyorum.

Sanki ayağım sırat köprüsünün üzerinde; cennet sağımda, cehennem solumda, ölüm meleğini de arkamda hissediyorum ve kılacağım namazın son namazım olduğunu düşünüyorum.

Sonra ihsan ile (Mevlâ'yı görür gibi) iftitah tekbirini tekbirini alıyorum, tefekkürle okuyorum, tevâzû ile rükûa eğiliyorum, tazarrû ile secdeye kapanıyorum.

Sonra tamamıyla oturuyor, ümitle teşehhütte bulunuyor ve sünnet üzere selâm veriyorum.

Sonra da o namazı ihlâsa teslim ediyor, korkuyla ümit arasında kalkıyorum ve bu hâl üzere sabra devam ediyorum.

Bunu duyan Âsam hazretleri:

-Ey Hâtem!Senin namazın böylemi? diye sordu. O da:

- Evet otuz senedir böyle namaz kılıyorum! deyince Âsım hazretleri ağlayarak şunları söyledi:

-Ben daha bu zamana kadar hiç böyle bir namaz kılamadım.
 
    
Hasetçinin Sonu

Eskiden âlim bir zatın, hükümdarın yanında çok değeri vardı. Bu zat, hükümdara gider şöyle derdi:
„İyilik yapana iyilik yap! Kötülük yapan için ceza olarak o kötülüğü ona yeter.“

Bu âlimi vezirlerinden birisi çekemedi. Hükümdara şikâyet etti:

- Hükümdarım! O âlim, sizin ağzınızın koktuğunu söylüyor.
- Sözlerinin doğru olduğuna nasıl inanayım?
- Âlimi yanınıza çağırırsınız.Size yaklaşınca eğer burnunu kapatırsa, sözümün doğruluğu meydana çıkar.

Hasetçi vezir, hükümdarın yanından ayrılır ayrılmaz, âlimi yemeğe davet etti. Sarımsaklı yemek yedirdi. Biraz sonra o âlim, hükümdarın yanına gittiğinde, hükümdar, yanına yaklaşmasını söyleyince, âlim sarımsak kokusunu hemen hatırlayarak hemen ağzını kapattı. Hükümdar da, hasetçinin doğru söylediğine kanaat getirdi. Başvezire; „Bu mektubu getiren şahsı öldürt!“ diye şifreli bir mektup yazdı. Âlime, bu mektubu başvezire götürmesini ve bir hediye almasını söyledi. Âlim de mektubu alıp giderken, yolda o hasetçiye rastladı. Hükümdarın emriyle hediye almak için başvezire gittiğini söyledi. Hasetçi, mektubu kendisine hediye etmesini söyleyince, âlim de ona hediye etti. Mektubu götüren hasetçi vezirin de boynu vuruldu.


Âlim, yine âdeti üzere hükümdarın yanına vardı. Hükümdar onu görünce çok şaşırdı. Hemen sordu:

- Sen mektubu ne yaptın?
- Mektubu götürürken vezirin biri istedi, ona verdim.
- Dün, o vezir bana, senin, „Hükümdarın ağzı kokuyor.“ dediğini söyledi. Doğru mu?
- Asla öyle bir şey demedim.
- O hâlde dün huzuruma gelince neden ağzını kapadın?

Âlim, o vezirin sarımsaklı yemek verdiğini ve hükümdarın rahatsız olmaması için ağzını kapattığını söyleyince, hükümdar, „Söylediğin doğruymuş.“ diyerek âlimin söylediği sözü tekrar etti:

„Kötüye kötülük kâfi geldi. Hasetçi cezasını buldu.“
 
    
Zenginin Çorabı

Çok zengin bir adamcağız, ölümünün yaklaştığını hissedince, oğlunu yanına çağırmış.
Evvelâ en mühim vasiyetini bildirmiş. Demiş ki :
“Beni mezara çoraplarımla gömün.”
Anlamamakla berâber kabul etmiş oğlu. Adam bir de mektup tutuşturmuş oğlunun eline.
“Ölümümden sonra, ilk başın sıkıştığında bu mektubu açarsın” demiş sonra.
Ona da “Peki” demiş çocukcağız.
Neyse hak vâkî olmuş, adam rûhunu teslim etmiş. Eş dost toplanıp ağıt yakarken,
oğlanı almış bir düşünce. “Ben şimdi bu adamı çoraplarıyla nasıl gömerim” diye. Bir
hoca bulup sormuş acele tarafından. Ama müspet cevap alamamış. “Olmaz” demiş hoca,
Dinimizce uygun değil böyle bir şey.” Başka hocaya sormuş, o da “Olmaz” demiş. Çocuk çâresiz, ölüyü de artık bekletmeden gömmek lâzım. Aklına birden babasının “İlk başın
sıkıştığında aç” diyerek bıraktığı mektup gelmiş. Hemen mektubu arayıp, bulmuş.
ektupta şunlar yazılıymış:
“Oğlum, gördüğün gibi ben bunca zenginliğime rağmen yanımda bir çorap bile
götüremiyorum. Sen düşün gerisini...”
 
    
Emeğe Ve Paylaşıma Teşekkürler...
 
    
Emeğinize sağlık ..
 
    
 
 
Üst Alt