Güzel Hikayeler Bir Günah Destanı: Rahip Barsisa, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

DiLaRa

EMEKLİ ADMİN
Nisan Forum
Katılım
3 Ağu 2010
Mesajlar
933
Tepkime puanı
144
Puanları
63
Bir Günah Destanı: Rahip Barsisa

Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o, bizim bugünkü halimizdir” diyen büyük İslâm arifi Mevlânâ Celaled-din Muhammed, gerçekten bugünkü halimiz olan bir hikâyeyi “Mecâlis-i Sab’a” adlı eserinde anlatmaktadır. Zahid Barsîsâ’nın başından geçen bu hikayeyi Mevlânâ’nın üstün belağatıyla nakletmek istiyoruz. Bu motifi iyice kavradıktan sonra niçin bizim hikayemiz olduğu üzerinde duracağa şimdi bu hikmetli hikayeyi okuyalım:
“İsrailoğulları içinde Barsîsâ denen bir ibadet ehli vardı. Zahidliğinin ünü doğuya ve batıya ulaşmıştı. Nerede bir hasta varsa, ona su yollardı. O da suya okur-üflerdi. Hasta o suyu içince hemen şifa bulurdu. Herkes de bilir ve anlardı ki bu, onun nefesinin eseridir. Çok geçmedi ki halk, “Bu sağlık ve esenlik, falan ilaçtan meydana gelir mi ki!” diye ilaçların tesirinde şüpheye düştü.
Barsîsâ öyle bir şöhret kazandı ki, o zamanın hekimleri işsiz-güçsüz kaldılar. O lanetlenmiş şeytan, o pusuda gizlenmiş eski düşman, o bel kıran mel’un, demir geveliyor; fakat bir çare bulamıyordu.
Bir gece lanetlenmiş şeytan, yüzünü oğullarına döndü ve dedi ki:
“Sizden hiç kimse yok mu ki, beni bu tasadan kurtarsın, bu tek eri tuzağa düşürsün?”
Oğullarından biri:
“Bu işi benim adıma yaz, benden iste. Senin gönlünü dertten ben kurtaracağım”, diye böbürlendi.
Şeytan:
“En gerçek oğlum sen olursun. Bu işi başarırsan, kör gözümü aydınlatırsın”, dedi.
Şeytanın o oğlu, mel’un aklına şöyle bir plan danıştı:
Halkı genç ve güzel kadınlardan daha iyi avlayacak hiçbir tuzak olamaz“, dedi.
Çünkü altın isteği ve lokma dileği tek taraflıdır. Sen altına âşık olursun ama onun canı yoktur ki, sana âşık olsun. Lokmanın canı yoktur ki, seni arasın, seninle konuşsun. Fakat genç kadınların sevgisi, iki yandan olur. Sen onu sever, istersin; o da seni sever ve ister. Sen ona ermek için çırpınır durursun; o da aynı çırpınmayı senin için ister. Duvarı bir yandan delmeye çalışırsan çabuk delinmez. Fakat biri bu yanda, diğeri diğer yanda duvarı delmeye başladığı zaman, duvarı delen aletler birbirine çabuk kavuşurlar.
Şimdi, senin ile o kadının arasında bulunan perde yani düşmanların korkusu, yabancıların sınayış perdesi korkusu, bir duvara benzer. Bu duvar, onunla senin arandadır. Sen bu taraftan o kadının sevgisiyle duvarda bir gedik açmak için çalışırsın; o kadın da diğer tarafta aynı gediği açmak için çalışır. Bu çatışmalar sonucu iki gedik tezce birbirine kavuşur.
Bir hırsız, geceleyin dışarıdan kapıyı açmak için çabalar. Elbette bu onun için çok zor olur. Fakat o hırsızın evde bir eşi veya ortağı olursa, ya da bir halayıkcağız içeriden kapıyı açarsa, bu, hırsızın dışarıdan para çalmasına uğraşmasına benzer mi hiç? Altın yahut sandık kalkıp kapıyı açamaz ki!
Şeytanın oğlu da bütün dünyayı dolaştı Güzel, akıllı, soylu-soplu, alımlı, işveli bir kadın arıyordu. Zahidi avlamak için böyle bir dilbere ihtiyaç vardı. Şeytanlık hasedinin kuvvetiyle ayıbını, kara yüzlülük haysiyetini unutmuş; ev ev, şehir şehir gezip dolaşıyordu.
Çok aradı. Arayan bulur. Ne mutlu o kişiye ki, aradığı şey, aramaya değer. Domuz avlayışına benzemez. O avda insan hem atını yorar, hem kendisini, hem de zamanını boşuna verir, kaybeder. Güzelim avları, domuz avı uğruna yele verir. Sonunda da hiçbir yarar sağlamadığı domuzu da atar, gider. Ne postu, ne dişi, ne eti, ne de kılının faydasını görür. Sonra yazıklanır:
“Böyle nesne için ömrümü yele verdim, oklarımı boşa harcadım”, der.
Bari yük, eşeğin kirasına değseydi, bari dost, gönlümün gamına değseydi.
O lanetlenmiş düşman, o pusudaki şeytan, çok arayıp gezdikten sonra o ülkenin padişahının kızını seçti. Çünkü o kızın güzelliği son dereceydi. Onun güzelliği dillere destandı. Şeytan, o kızın beynine girdi, onu deli divane etti. Onu korkunç bir hastalığa attı. Padişah, doktorları ve hikmet ehli olan bütün bilginleri topladı. Bunların tümü o kızı iyileştirmede, ona ilâç tertip etmede aciz kaldılar.
Şeytan, bir zâhid elbisesine bürünüp padişahın huzuruna çıktı:
“Eğer bu kızın hastalıktan kurtulmasını istiyorsanız onu Barsîsâ’ya götürün. O, okuyup üflesin; kız hastalıktan kurtulur”, dedi.
Onlar da başka çâre bulamadılar ve şeytanın sözünü dinleyip kızı Barsîsâ’ya götürdüler. Barsîsâ, dua etti. Şeytan da kızı bıraktı. Kız, iyileşti. Böylece şeytan, padişahın güvenin kazanmış oldu. O lanetlenmişin niyeti daha başkaydı.
Kız, iyileşince sevindi. Fakat şeytan, bir zaman sonra onu tekrar çıldırttı. Padişah, doktorlar ve hikmet ehli olanlar kızı iyileştirmede yine aciz kaldılar.
Şeytan, yine bir zâhid kıyafetine bürünüp padişahın huzuruna çıkıp kendilerine şöyle söyledi:
“Bunu yine Barsîsâ’ya götürün; ama bu sefer geri getirmeyin. O, size iyileştim, deyinceye kadar Barsîsâ’nın yanında kalsın. O, size sağlık haberini verinceye dek orada bekletin.”
O son derece güzel olan kızı, Barsîsâ’nın yanına götürüp Barsîsâ’nın yanına bıraktılar. Olayı Barsîsâ’ya nakledip geri döndüler.
Kız, Barsîsâ ve şeytan o ibadet yurdunda kaldılar. Barsîsâ, zahiddi ama bilgin değildi. İbadet ehliydi ama ilimden yoksundu. Eğer bilgin olsaydı, o ibadet yurdunda kız ile yalnız kalmaya asla razı olmazdı.
Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Bir kadın, bir evde bir erkekle beraber kaldı mı; onların üçüncüsü şeytandır.
Bir kadın, bir yerde bir erkekle yalnız kalınca şeytan, onların aracısı olur.
Nitekim padişahın kızı, Barsîsâ’nın yanında uzun bir zaman kaldı. Bu zaman içinde zâhid Barsîsâ, bu güzel kıza, göre göre, baka baka, konuşa konuşa âşık oldu. Ona gönlünü kaptırdı. Yıllardır Allah’a ibadet eden bir zâhid nefs-i emmaresinin tuzağına düştü. Nefs-i emmaresi ve şehveti ona galebe çaldı. Kız ile buluştu ve kız hamile kaldı. Bu olaydan sonra pişman olan Barsîsâ, bu hatasından ve günahından dolayı binlerce gam ve kedere daldı.
Lanetlenmiş şeytan, bir insan şekline bürünüp Barsîsâ’nın yanına geldi. Onu çok kederli ve düşünceli buldu.
Neden düşüncelisin?, dedi.
Barsîsâ, ona hikayeyi anlattıktan sonra:
Kız hamile kaldı, dedi. Şeytan:
“Kızı öldürmekten başka çare yoktur. Öldürür, sorarlarsa iyileşmedi, hastalığından dolayı öldü, ben de onu gömdüm dersin, dedi.”
Yaptıklarından dolayı şaşkına dönen Barsîsâ başka çare bulamadı. Kızı öldürdü. Şeytanın dediğini yapıp onu gömdü.
Öte yanda şeytan, insan şeklinde padişaha gidip şu haberi verdi:
“Kız iyileşti, gidip getirin”, dedi.
Padişahla hizmetçileri Barsîsâ’nın yanına gidip kızı istediler.
Barsîsâ:
“Kız, iyileşmedi öldü. Ben de onu gömdüm”, deyince ona inandılar ve geri dönüp kızın yasını tutmaya koyuldular.
Şeytan, yeni bir kılığa bürünerek padişaha geldi:
“Kız nerede?” Diye sordu Padişah:
“Barsîsâ’nın yanına götürdük, orada öldü”, dedi. Şeytan:
“Kim söyledi?” Diye sordu. Padişah:
“Barsîsâ söyledi”, deyince, şeytan:
“Yalan söylüyor. Barsîsâ onunla buluştu, kız hamile kaldı, sonra kızı öldürdü. Falan yere gömdü. İnanmıyorsanız orayı kazdırın, söylediklerimin doğru olduğunu görürsünüz”, dedi.
Padişah, tam yedi defa yerinden kalktı, bir başka yere oturdu; sonra yine yerine geldi. Şaşkına döndü, hali değişti. Kızdı ve sonra bir toplulukla atına binip Barsîsâ’nın ibadet yurduna gitti. İçeri girip:
“Kızım nerede”, diye sordu. Barsîsâ:
“Kızınız öldü, ben de onu gömdüm”, dedi. Padişah:
“Peki bize niye haber vermedin?” Barsîsâ:
“Evradla meşguldüm. Evradımdan kalırım”, diye korktum. Padişah:
“Bu sözünün tersi çıkarsa ne yapayım?” Diyence Barsîsâ kızdı ve ileri geri söylenmeye başladı.
Padişah, şeytanın bildirdiği yeri kazdırdı. Kızı çıkardılar ve öldürülmüş olduğunu gördüler. Barsîsâ’yı yakaladılar. Ellerini bağladılar ve boynuna ip taktılar. Bu olayı seyretmek ve ibret almak için toplanan halkı gören Barsîsâ, kendi kendine:
“Ey kutsuz nefs, duan kabul oluyor diye seviniyordun. Halkın gönlüne, gözüne üstün ve büyük görünüyorsun diye seviniyordun. Halkın inancı azalır diye de korkuyordun değil mi? Gerçekten bunların hepsi yılandı, akrepti. Evet, halkın beğenişi, zehirlerle dolu bir yılandı”, diyordu. İçten içe ah ediyordu ama bu ahların hiçbir faydası yoktu.
Onu yüce bir darağacının dibine getirdiler. Merdiven dayadılar ve boynuna halkasını taktılar. O anda şeytan bir insan şekline bürünüp kendisine göründü.
Barsîsâ’ya:
“Bunların hepsini sana ben yaptım. Hâlâ da gücüm var; çaren benim elimde. Bana secde et, seni kurtarayım”, dedi.
Barsîsâ:
“Nasıl secde edeyim, boynumda ip var”, deyince, şeytan:
“Secde niyetiyle başınla işaret et. Akıllıya işaret de yeter”, dedi.
Can tatlıdır ya, Barsîsâ can korkusuyla secde etmeye niyetlendi. Fakat başını eğince ip boynunu daha çok sıkmaya başladı.
Bu hal karşısında şeytan:
Gerçek şu ki, ben senden uzağım” dedi.
Şanı ululandıkça ululansın Allah buyuruyor ki:
“Ey insanlar, ey inananlar sizi kötü bir dost tutar da kötülüğe çağırırsa; bu iş, sizin faydanızadır derse, kötü dostlar size, sen yaşarken de bizimsin, öldükten sonra da bizim, biz de seniniz diye vaadde bulunursa inanmayın. Onlar bu tuzakla, kendileri gibi sizi de bozmak; bozguna uğratmak, kötülemek ve kötülüğe çekmek isterler. Sizi pis bir hale getirdiler mi, ne dostunuz kalır artık ne de eşiniz. Sizden bezerler. Onların hali, anlatılan şeytanın haline benzer.”

Mevlânâ’nın anlattığı hikaye bu kadar. Şimdi gelelim bu hikaye ile bugünkü halimizin ilişkisine. Niçin bu hikaye bugünkü halimizdir? Niçin Barsîsâ demek, biz demektir? Bu hikayedeki olayla bizim ne ilgimiz vardır?
Hikayede işlenen bir kaç konu var:

  • İlimsiz bir zahid.
  • Şeytanın inananlara bitmez düşmanlığı.
  • İnsan fıtratından habersiz ve Allah’ın hükmünü kulak ardı eden yönetici yani padişah.
  • Kızına dolayısıyla nesline yeterince sahip olamayan veliler.
Bugünün müslümanı yüzlerce bahane ve sebepten dolayı İslâm’ı bilmiyor, öğrenemiyor ve ilimsiz kalıyor. Yaptığı ibadetler ilimsiz olduğu için kendisini en umulmadık yerde yarı yolda bırakabiliyor. Şeytanın tuzakları, şeytanî güçlerin yani tağutîlerin tuzakları, ancak ilimle, feraset ve basiretle bilinir. İlmi, feraset ve basireti olmayanlar, bu tuzaklara kolayca düşebilirler. Cehaletinden dolayı tağuta kabul demesi, kendisinin altmış yıllık ibadetini sıfıra düşürdüğü gibi, imanından da eder. Fakat onun bundan haberi bile yoktur. Çünkü İslâm’ı tanımıyor ve bilmiyor.
İnsan fıtratını bilemeyen babalar, yönetici durumunda olanlar nesillere yeterince sahip çıkamıyor ve bozulmalarını sağlıyorlar. İslâm, fıtrat dinidir. Herhangi bir insanı İslam’dan alıkoymak, onu fıtrattan uzaklaştırmak demektir. Fıtrattan uzaklaşanlar, insanlık mertebesinden aşağıların aşağısına düşerler. Dolayısıyla herbiri bir canavar ve elleri kanlı birer katil, birer anarşist olurlar. Toplumda büyük bir anarşi meydana gelir. Toplumun bütün huzuru ve yapısı alt-üst olur.
Bugünün müslümanlarının çoğu İslâm’dan, onun hakikatinden mahrum oldukları için birçok hareketlerinde İslâm’dan adım adım uzaklaşmaktadırlar. Kimisi heva ve hevesini ilâh edinirken, diğeri üstadını, efendisini, hocasını ilâhlık mertebesine çıkarmakta; bilmeden onun kendisinin Rabbi olduğunu savunmaktadır. Kimi tağutu kabul etmekle İslâm’dan çıktığından habersizken, kimi de tağutlara hayır duaları etmektedir.
İslâm dünyasında, işgal edilmiş ülkelerde yaşayan müslümanlar, mustazaftır, mazlumdur ve bilgiden yana kısır döngünün içindedir. Tağutun hakimiyeti ve denetiminde tağutîlere hiçbir zarar vermeyen sözde ibadetlerine devam edenler, İslâm’ı bu yaptıkları hareketler olarak değerlendirmektedirler. Gözlerini kapatmış ve Ağustos gündüzünü kendilerine gece yapmış, “Güneş nerede?” diye sormaktadırlar. Bunlar günde beş vakit namaz kılmalarının yanı sıra geceleri bile yüzlerce rekat namaz kılar, sabaha kadar teşbih çekerler. Gece yarılarına kadar “Halka-i Zikir” ve Hatm-i Hace” ile uğraşırlar. Bu kadar temiz niyetle ve en samimi şekilde Allah için yaptıkları zikirleri, ibadetleri bir tek hareketleriyle yok olup gitmekle karşı karşıyadır.
Barsîsâ’nın şeytana secde niyetiyle başını eğmesi ve bütün ibadetleriyle imanının yok olup gitmesi gibi; bu âbid ve zahid müslümanım diyenlerin, bir cefaya mahsus tağutu kabul etmeleriyle bütün ibadetleri, zikirleri, inançları yok olup gider. Onların bu korkunç akıbetinin tek sehebi, ilimsizliktir. İslâm’ı bütünüyle bilmemek ve tatbik etmemektir, İslâm’ın akide ve amele ait hükümlerinden gafil olmak, insanı her an için küfür tuzağına düşürür.
Müslümanları cahil bırakmak ise; emperyalist güçlerin ve tağutun tuzaklarında biridir. Müstekbirler, bütün baskı yollarıyla, zulümle, işkenceyle İslâmi ilimleri ortadan kaldırmış ve o ilimlere giden bütün yolları kapatmışlardır. Ve müslümanları bir kısır döngüye mahkum etmişlerdir.
Koskoca İslâmiyet’ten sadece tesbih, namaz ve ibadeti almakla yetinmişiz ki, bunda ne ruh, ne de hayat vardır.” diye feryat eden İslâm alimi Taha Abdülbaki Sürür, şöyle devam etmektedir:
“Zekat vermek farzdır. Hacca gitmek farzdır. Zorbalarla savaşmak da kutsal bir görevdir. Yeri geldiğinde doğru sözü söylemek de kesinleşmiş bir farzdır. Emperyalistlerle sömürücülere boyun eğenlere ve onlara zemin hazırlayanlara, zekat farz değildir. Âsîlere boyun eğip itaat edenlere, Hacc farz değildir. Allah’ın koymuş olduğu sınırların çiğnendiğini görüp de sesini çıkarmayan; eliyle, koluyla engelleyici hiçbir faaliyette bulunmayan kişilerin de yapmış oldukları ibadetlerin zerre kadar önemi yoktur.”
Bugün müslümanların ayaklarının kaydığı tehlikeli durumlara gelmesinin tek sebebi İslâm’dan gafil oluşlarıdır. İslâm, müslümandan ne istemekte ve müslüman hasıl hareket etmektedir? Kime, nasıl ve hangi ölçüde itaat edilir, boyun bükülür? İbadet ne demektir? Nasıl ve hangi ölçülerde yapılır?
Allah şöyle buyurur:
Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka velilere (dostlara, koruyucu ve yardımcılara) uymayın. Ne de az öğüt alı*yorsunuz.
Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. ”
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’ın rivayetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Onlardan (yani başınızdakilerden) kim size Allah’a isyan etmeyi emrederse, sakın (bu hususta) o kimseye itaat etmeyın.”
Abdullah b. Ömer (r.a.)’dan:
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“(Müslüman) Bir günah işlemekle emrolunduğu zaman (hiç bir âmiri) dinlemez ve itaat etmez.”
İşte inanan mü’min için eldeki yegâne ölçü. Bunun dışında başka bir ölçü ve yol yoktur. Eğer müslüman cahil değilse veyahut cahil bırakılmamışsa kesinlikle bu ölçüleri anlayacak ve uygulayacaktır. Fakat ne yazık ki, bugün yüzbinlerce müslüman, müstekbirler tarafından saptırılmış olduğundan ve emperyalistlerin tuzaklarına düştüğünden, neyin ne olduğundan habersizdir.
Bu konuya değinen ve çağımızın firavunları tarafından şehit edilen Abdülkadir Udeh şunları söylüyor:
İslam’ın varmış olduğu bu durumdan, müslüman kitleler elbette ki sorumludur. Çünkü İslâm bu duruma, ancak bu kitlelerin İslâm’ı bilmemesi ve bu kalabalıkların azar azar İslâm’dan uzaklaşması sonucunda ulaşmıştır. Öyle ki bu kitleler, her şeyleriyle İslâm’dan uzaklaşmış olmakla birlikte, böyle bir uzaklaşmadan haberdar bile değildirler.

İslâm toplumları, fıska, küfre ve ilhada alışmış görünüyor. Bu toplumlar artık bunları gördüğü halde, bunların İslâm’a aykırı olmadıklarını veya İslam’ın fasıklıkla, kâfirlikle ve ilhad ile savaşmaya önem vermediğini ve bunların İslâm açısından herhangi bir önem taşımadığını sanır olmuşlardır.

Oysa İslâm, müslümanlara İslâm’ı öğrenmeyi, onda fakih olmayı (derinliğine bilmeyi), bilenlerin bilmeyenlere öğretmelerini farz kılmıştır.
Diplomalı, yüksek tahsilli fakat gerçek mânâda bilgisiz bırakılan gençliğin durumuna daha sonra eğileceğiz. Şimdi hikayemizde işlenen diğer bir motife gelelim:
Kadın Şeytan, bilgisiz fakat ibadet ehli olan zahid Barsîsâ’yı ancak kadın ile aldatmış ve saptırmıştı. Müslümanlar, âlim olurlarsa ve cehaletten kurtulurlarsa şeytanın tuzağına düşmezler. İslâm, cehaletin zıddıdır. Cehalet, İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdır. Zafere ermek için düşmanı yenmek ve ezmek gerekir.
Evet, lanetlenmiş şeytan, niçin başka bir tuzak seçmedi de kadını seçti?


 
  
 
Hayat Antivirüsü

Hayat Antivirüsü

Cami imamı Abdullah hoca, resmi işlerini yaptırmak için nufus müdürlüğüne gider. Kendisinden TC kimlik numarası istenince, en yakın internet cafenin yolunu tutmak zorunda kalır. Cafenin kapısından girerken levhada yazılı isim ‘fesuphân’ lar,estagfirullah cektirir hoca efendiye, hem de peşpeşe:
CEN.NET CAFE
Cafe işleten delıkanlıya:
- Evlâdım T.C. kimlik numarası istediler benden, yardımcı olabilir misin?
- Tabi amcacım, siz şuraya oturun, şu işimi hemen bitirip sizinle ilgilenirim.
Abdullah hoca başlar beklemeye. Boylelikle bulundugu mekânı inceleme fırsatı da geçer eline. Demek ki gençlerin girip bir türlü çıkmak bilmedikleri, internet-cafe denilen yer burasıdır. Gözüne takılan her detaydan rahatsız olarak, huzursuz bakışlarla etrafını süzer durur. Evin bodrumunda kurduğu fare tuzakları gelir aklına. Küçücük bir peynire tutsak olan fareler nasıl kapandan cikamiyorlarsa, ayrı telden ayrı telden oyunlara yakalanan gençlerin de buradan çıkamadıklarını düşünür. Bir ‘fesuphan’ Bir ‘fesuphân’ daha çeker ve:
- Ahir zaman fitneleri işte canım, der kendi kendine.
Hoca efendinin huzursuz olduğunu fark eden delikanlı hemen bir çay söyleyince, kendisine ikram edilmesinden memnun olur. En azından bu da bir hürmet ifadesidir. ‘Aferin’ derken içinden, hayıflanır, istemeden:
- Yazık oluyor bu gençlere, hayatlarını heder ediyorlar.
Boşa hayıflanmanın, vah vah demenin, bir faydası olmayacağını bildiği için, delikanlıyla hasbıhal etmeye karar verir:
- Delikanlı sana bir şey soracağım ama bilmem ne düşünürsün?
- Buyurun amca, ne soracaktınız?
- Sen Allah’ı bilir misin?
Birbirine girmiş, hiçbir şekle benzetemediği joleli saçları, her baktığında bir ‘fesuphanallah’ daha çektiği sakal şekliyle bu delikanlıdan aldığı cevap, hoca efendiyi pek şaşırtır. Cafeyi işleten delikanlı gülümseyen gözlerle bakarak:
- Kul, kendisini yoktan var edip hayat bahşeden, düşünecek akıl, görecek göz veren Rabbini nasıl bilmez amca?
Hayretle sormaktan alamaz kendisini:
- Biliyor musun? Peki neyle biliyorsun Allah’ı, bana bir anlatır mısın?
Delikanlı eliyle cafedeki bilgisayarları göstererek cevap verir:
- Bu bilgisayar ile biliyorum amca.
- Bunlarla mı? Pek anlayamadım.
- Bu bilgisayarların varlığı benim nazarımda Allah’ın varlığının en açık delillerinden biridir.
Bilgisayar kullananlar gayet iyi bilirler amca, böyle bir makine, ancak bir mühendis ve üstün bir teknoloji ile var olabilir. Ateistin en önde gidenine sorsan, bu makinenin tesadüf eseri oluşmayacağını, mutlaka birisi tarafından yapılmış olduğunu söyler sana. Meselâ Darwin kalkıp dirilse, şu laptopu göstersen, desen ki: ‘Bu Alet, şu hesap makinesinin tesadüfler zinciriyle evrimleşmiş hâlidir.’ Darwin bile ‘Bu Ne Saçmalık Böyle’ der.
Abdullah Hoca delikanlının anlattıklarından hoşlanmıştır. Keyiflenir:
- Bilgisayarın kendiliğinden yapıldığını kabul etmeyen adam , onu yapan insanın yaratılmış olduğuna gelince kıvırıveriyor değil mi evlâdım?
- Bak amca, burada 20 tane bilgisayar var, bunlar bir sistemle birbirine bağlı, hepsi bir program tarafından idare ediliyor. Bu sistemi ben kurdum, burayı ben çekip çeviriyorum. Buradaki düzen benden sorulur; Yani bir anlamda da farzımuhal buranın yöneticisi benim. Bazen oyun oynayıp, interneti kullanıp para ödemeden sıvışmaya kalkanlar oluyor. Hemen yakalıyorum onları. ‘Gel bakalım! Nereye gidiyorsunuz böyle? Buranın nimetlerinden faydalanıp başıboş bırakılacağınızı mı zannettiniz? ‘Paramız yok abi! ‘ derlerse; ‘Yok öyle yağma! ‘ deyip cezalandırıyorum. Internet-cafeyi temizletiyorum: paspas yapıyorlar, camları silip tuvaleti temizlettiriyorum. Bir saat oyunun, internetin bedeli olur, bunun hesabı sorulur da, sayısız nimetlerle dolu koca bir ömrün hesabını sormazlar mı insana? Bir cafenin bile işlerini düzenleyen, tertip eden biri varken, koca kâinatı kusursuz işleyen bu sisteminin bir kurucusu olmaz mı? Olmaz diyenin ahmaklığını bütün noterler tasdik etmez mi?
- Evlâdım pek takdir ettim seni. Peki Allah’ı nasıl bilirsin, neye benzetirsin?
- Ben Allah’ı hiçbir şeye benzetmeden bilirim amca.
- Bunun böyle olacağını nasıl bildin evlâdım?
Delikanlı eliyle bilgisayarları işaret etti:
- Yine bunlar sağ olsun. Bu bilgisayarları yapan mühendisler başka, bilgisayarlar başkadır. Birbirlerine benzemezler.
Programı yazan insan başkadır, ortaya konulan program ise bambaşka. Bilgisayarda yüklenmiş bilgiler vardır, fakat benim bilmem yine başkadır. Kamerası vardır, ses düzeni vardır, ama benim gözlerim ve duyup konuşmam farklıdır.
Abdullah amca çocuğun feraset ve anlayışını çok beğenmişti. Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, gayet mantıklıydı ve berrak bir imana işaret ediyordu. Aslında buradaki işi bitmiş, kimlik numarasını çoktan almıştı; ama muhabbete devam etmek istedi.
- Peki varlığına inandığın Rabbin için ne yapman gerektiğine dair ne biliyorsun?
- Ne yapmam gerektiğini biliyorum amca, fakat ne kadarını yapabildiğim hususunda kendimi yeterli görmüyorum.
- Ne bildiğini söylersen, neler yapabileceğine dair yardımcı olabilirim belki evlâdım.
- Neler yapmam gerektiğine dair şuradan biliyorum amca: Öncelikle, Rabbim bana bir gönül vermiş. Kendisini bilmeyi nasip edip muhabbetini gönlüme yerleştirmiş. Ben de gönlümde sadece O’na ve sevdiklerine yer vermeliyim, O’nun istemeyeceği şeyleri gönlümden uzak tutmalıyım. İkinci olarak bana verdiği dili razı olmayacağı sözlerden korumalıyım. Her zaman O’nu söylemeli, O’nu anlatmalıyım. Son olarak bana verdiği bu bedeni onun razı olacağı şekilde kullanmalı, bir gün toprak olacak vücudumu O’nun yolunda eskitmeliyim. Benim bildiğim bundan ibaret.
- Ee evlâdım daha ne yapacaksın, başka bir şey kalmadı ki!
- Efendim yapmalıyım, etmeliyim diyorum ama, bal demekle ağız tatlanmıyor ki! Gidilecek yolu bilmek ayrı, usulüyle yolda yürüyebilmek apayrı bir şey. Yine bilgisayar tabirleriyle söylemek gerekirse, Şeytan denilen melun HACKER, benim sistemimde ki NEFS virüsünü aktif hale getiriyor. Üstesinden gelebilene aşk olsun. Etkili bir antivirüs programı bulmam lazım belki de.
- Ben biliyorum, dedi Abdullah Hoca ve ekledi: NAMAZ.
- Evet amca, namaz antivirüs programlarından birisidir. Hayat sistemine kurup, günde beş kere da bağlanırız. Böylece sürekli güncellenir.
 
    
Eksiklik Yeter ki Kafalarda Olmasın

Eksiklik Yeter ki Kafalarda Olmasın

Japonya’da bir çocuk 10 yaşlarındayken bir trafik kazası geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş. Oysa çocuğun büyük bir ideali varmış. Büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş. Sol kolunu kaybetmesiyle bu hayali de yıkılan çocuğun babası, Japonya’nın ünlü bir Judo ustasına giderek yardım istemiş. Usta ertesi günden itibaren tam on yıl boyunca çocuğa tek bir hareket öğretmiş ve her gün bu hareketi çalışmasını istemiş.
Çocuk zaman zaman hocasının yanına gitmiş. “Bu hareketi öğrendim başka hareket göstermeyecek misiniz” diye sormuş. Hocanın cevabı “Sen aynı hareketi çalış oğlum. Zamanı gelince yeni harekete geçeriz” olmuş. 2 yıl, 3 yıl, 5 yıl derken çocuk judodaki 10’uncu yılını doldurmuş. Bir gün hocası yanına gelip “Hazır ol” demiş “Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın.” Delikanlı şaşırmış. Hem sol kolu yok hem de judoda bildiği tek hareket var. Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağını düşünmüş ama hocasına saygısından ses çıkarmamış. Delikanlı ilk müsabakasına çıkmış.

Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmış. İkinci, üçüncü maç, çeyrek final, yarı final derken final maçına çıkmış. Maç başlamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış. Rakibini yenmiş ve şampiyon olmuş. Kupayı aldıktan sonra hocasının yanına koşmuş ve “Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım” diye sormuş. Hocası da “Bak oğlum, 10 yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın k artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok. Bu bir, ikincisi de o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutması gerekir” demiş.
Bazen farkına varmasak da eksik gördüğümüz taraflarımız aynı zamanda en güçlü taraflarımız olabilir. Ama yeter ki bu eksiklik zihinlerde olmasın!
 
    
Yarbay Hasan Bey ve Köpeği Canberk

Yarbay Hasan Bey ve Köpeği Canberk

Çanakkale’de 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey, askerleriyle birlikte ilerliyordu. Ve bu vaziyette Kilitbahir köyünün ortasındaki meydan çeşmesine kadar geldiler. Çeşmenin önündeki Hasan Beyin dikkatini birşey çekmişti. Üzeri yara bere içerisinde ve tüyleri dökülmüş bir köpek su içmek için çeşmeye yanaşmaya çalışıyor, onun bu perişan halini görenler taş atarak köpeği çeşmeden kovuyorlardı. Hasan Bey bu duruma çok üzüldü, atından indi köpeğin üzerindeki yaralara aldırmadan onu kucağına aldı ve çeşmenin yanına götürdü. Hayvana su içirdi, yaralarını temizledi. Ardından karnını doyurdu ve köpeği alarak yoluna devam etti. O günden sonra köpeği yanından ayırmadı Hasan Bey! Adını da Canberk koymuştu.
Canberk kısa zamanda tüm Mehmetçiklerin dostu olmuştu. Türk askerleriyle siperden sipere atlıyor! Tüyleri yeniden çıkmış, yaraları ise tamamen iyileşmişti. Askerler soruyorlardı Hasan Bey’e; “Komutanım, bu köpeğe neden bu kadar alaka gösteriyorsunuz?” El cevap; “Yüce Allah’ın Kıyamette bu köpeğe neden merhamet etmedin, demesinden korkuyorum!” İşte Hasan Bey böylesine imami kamil biriydi.

Bölgedeki savaş olanca şiddetiyle sürüyordu. Yine siper savaşlarının birinde tarih 11 Temmuz’u gösteriyordu ve bizim Mehmetler, Fransızları püskürtmüşlerdi! Savaş alanı Fransız askerlerinin cesetleriyle doluydu. Ama biz de zayiat vermiştik. Mehmetçiklerimiz bir yandan ölen arkadaşlarının defin işleriyle uğraşıyor, diğer yandan ise yaralılara yardım ediyorlardı. Hasan Yarbay’da olayın tam ortasında askerledine direktifler veriyordu. O sırada bir Fransız askerinin yerde kıpırdadığını gördü! Askerin yaralı olduğunu düşündü. Yardım etmek için Fransız askerin üzerine eğildi ki, ölü taklidi yapan asker, sakladığı hançeri Hasan Bey’in göğsüne sapladı. Hasan Bey bir anda sarsıldı ve yere yığıldı. Yarasından oluk gibi kan akıyordu. Herşey aniden olup bitmişti. Yanına koşup gelen askerlerine fısıltı halinde şu sözleri söyledi; “Allah şahidimdir ki, bu Fransız’a iyilik etmek için yaklaştım!”
O an uzaklardan acı bir havlama sesi duyuldu. Canberk olanca hızıyla koşup koşup geldi ve velinimetinin yanına çöktü. Sahibinin ellerini yalıyor, adeta kalkması için yalvarıyordu. Derken, Kur’an okumak için “alay imamı” da geldi Hasan Beyi’in yanına! Hasan Bey; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim” duasını 33 kere okumasını söyledi alay imamına! İmam duayı okurken Hasan Bey de tekrar ediyordu. Artık Yarbay Hasan Bey’in gözleri buğulanmış, çehresi solmaya başlamıştı. Birden, silkinir gibi oldu ve yanındakilere; “Beni ayağa kaldırınız” dedi. Askerleri onu yavaşça ayağa kaldırdılar. Üstü başı kan içinde olan ve son anlarını yaşayan Yarbay Hasan Bey; “Lâ ilâhe İllallah Muhammedün Rasulallah” dedi. Yüzünde derin bir tebessüm oluşmuş ve olduğu yere yığılarak ruhunu teslım etmişti. Bunu gören Mehmetçıkler yarbayın üstüne Türk bayrağını örterler. Köpeği canberk te bayragın altına yarbay Hasan’nın ayak ucuna yatar ve bir süre sonra askerler yarbay Hasan’ı defnetmek için gelirler bayrağı kaldırdıklarında kopeği Canberk’i kaldırmak isterler ama bir türlü bunu başaramazlar. Aradan biraz zaman geçtıkten sonra Canberk’te olür. Yarbay Hasan defnettıkten sonra köpeği Canberk’i de ayak ucuna defnederler.
 
    
Günlük

Günlük

Genç adam, evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca, ahşap olanlara rağbet azaldı. Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş, biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca, yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur, yardımcıya ayırdığı parayı, çocukların harçlığına katardı. Adam, bir gün çalışırken, elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi, o akşam üzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken, sigortaya göz attı. Eğer yanılmıyorsa, bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı. Şalteri kaldırınca, atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama, bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese, böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu.
İşe koyulduğunda, yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu, evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada, babasını karşısında bulmuştu. Adam, on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü, onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa, ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması, hangi yönden bakılırsa bakılsın, büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Her şey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat, serseri olmasını engellerdi. Adam, oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra, eşine dert yanarak:
- Bu çocuğun, okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım! dedi. Eğer serbest bırakırsak, başımıza büyük dertler açacak!
Adam, bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde, arkadaşlarına ait ip ucu olmalıydı. Eşi istemese de, ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı. Oğlu, en son sayfada:
“Bu gece kötü bir rüya gördüm!” yazmıştı. “Atölyede çalışırken, babamı elektrik çarpıyordu. Allah’ım onu koru! Ben elimden geleni yapacağım!”
 
    
Kekeme Çocuk

Kekeme Çocuk

Adam, pencereden dışarı baktığında, bahçelerindeki erik ağacının üstünde küçük bir çocuk gördü. Meyveler henüz bir leblebi kadardı ama, hiç bir çocuk buna aldırmıyordu. Bu yüzden de bir takım önlemler düşünmüş, bahçesiyle yolu ayıran taş duvar üstüne, dikenli tel çekmişti. Dış kapı üstüne de, büyük büyük harflerle: ”Dikkat köpek var!” diye yazdırmıştı. Adam bunlara rağmen, haylazlara engel olamıyordu.
Bu çocuk da nasıl yapmışsa yapmış, bu tellere rağmen ağaca tırmanmıştı. Üstelik de son derece rahat görünüyordu. Adam, önce camdan seslenmeyi düşündü. Fakat hemen vazgeçti. Çünkü çocuk, gözlerini ağaca dikmiş, âdeta dünyayla ilgisini kesmişti. Adam, bundan yararlanıp dışarı çıktı ve sessiz adımlarla ağaca yanaşarak: “İn bakalım aşağıya!” diye gürledi. “İn de kulaklarını dibinden keseyim!” Çocuk, ancak yedi sekiz yaşlarındaydı. Bu yüzden de korkmuştu. Hem de çok fazlasıyla. ” U…U!…” deyip bir şeyler geveledi, başını titreterek.
Adam, biraz daha sinirlenmişti. Artistliğe hiç mi hiç tahammülü yoktu. Bu velet de kendisini kurtarmak için, kesinlikle numara yapıyordu. Anlaşılan, iyi bir ders gerekecekti. Ağacın dibinde duran bahçe süpürgesini, küçüğün ayaklarına doğru fırlattı. Süpürge tam hedefini bulmuştu. Çocuğun acıyla kasılan yüzü, birkaç damla göz yaşıyla ıslandı. Bütün bunlara rağmen: “U…U!…” dedi bir daha, tek eliyle ağacın üstünü gösterip. Uçurtması ağaca takılmıştı ufaklığın. Bunun için uğraşıp duruyordu. Adam, biraz geriye çekilince, uçurtmayı fark etti. Elbette ki yaptığı korkunç hatayı da. “Senin erik koparttığını sandım!” dedi. “Bir sürü çocuk geliyor her gün buraya, üstelik de dalları kırıyorlar.”

Çocuk, kekeme idi. Bu yüzden de konuşmakta zorlanıyordu. Uçurtmasını almaktan her nedense vazgeçip, sessizce indi taş duvar üstüne. Daha sonra, yine güçlükle konuşarak: “Bahçemizde bu ağaçtan iki tane var!” dedi. “Ama babam, çocukların kalbini kırmaktansa, dalların kırılmasına razı oluyor.”
 
    
Seçmece Ayakkabılar




Seçmece Ayakkabılar

Büyük Camilerden birinin avlusunda düzenlenen kitap fuarına gelen emekli öğretmen, aşırı fiyatlarından ötürü kitap alamayan öğrencileri görünce hayırlı bir iş yapmaya karar vermiş. Ve eşinden dostundan topladığı kitapları bedava dağıtmak için, onları bir masa üstüne sermiş. Daha sonra da, avludaki hattatlardan birine yazdırdığı, ”Bedavadır, bir tane seçip alın” levhasını iliştirmiş kitapların yanına. On beş dakika içinde tüm kitaplar tükenmiş. Gençler birer tane seçip gitmişler. Tabi ona bol bol dua ederek.
Öğretmen, içini ferahlatan bu işi fuar boyunca yapmaya karar vermiş ve namaz saati gelince câmiye girmiş. Ramazan olduğu için, içerisi ana baba günü gibiymiş. Öğretmen farz namazını eda ettikten sonra, bir de kaza kılıp çıkmış dışarı. Çıkmış ama, millet kapı ağzında mosmor. Merak edip sormuş ne olduğunu. Câminin müezzini, derinden bir ahhh çekip:
“Sorma birader!.” demiş. “Bunca yıllık müezzinim, böyle bir şey görmedim. Câmiden belki yüz tane ayakkabı almışlar. Üstelik de en yeni olanları.”
Emekli öğretmen, bir ayakkabının yarım maaşına denk olduğunu bildiği için, büyük bir acı duymuş bu olaydan. Bir ”lâ havle” çekerek: “İnşallah bulurlar” diye atılmış. “Rahatlarlar o zaman”
Müezzin: “Zannetmiyorum!.” demiş. Ama ayakkabılığın üzerine “Bedavadır, bir tane seçip alın” yazısını koyan adamı bulup dövdüklerinde, eminim ki rahatlayacaklardır.”
 
    
İçi Bozulmuş Çilek




İçi Bozulmuş Çilek

Nisan ayı gelmişti. O gün kurulan pazar, bir öncesine göre çok renkliydi. Kış ve yaz sebzeleri, aynı tezgaha yan yana konulmuş, küçüklerin gözleri, yeni çıkan meyvelere kilitlenmişti. Bir çok insan, eski ağza yeni tad peşindeydi. Pazarın önünden geçmekte iken, o renk cümbüşüne dayanamadım. Sonunda ben de katıldım kalabalığa. Sağa sola bakarak dolaşırken, tanıdığım bir pazarcıya rastladım. Önündeki tezgahta, dağ gibi yığılmış çilekler vardı. Her biri bir yumruk gibiydi sanki. Çocukların ağzına sığması mümkün değildi. Renkleri de bayraktan kırmızıydı. Adam, sigaradan ötürü çatlak çıkan sesiyle: “Bursa’nın bunlar!” diye bağırıyordu. “Her yerde var, vallahi böylesi yok!”
Yaklaşıp selam verdim. Uzun zamandan bu yana görüşmüyorduk. Beni hemen tanıdı. İzmit’te ne aradığımı, neler yaptığımı ve çocukların okul durumlarını sordu. Hemen yanında duran bir çocuğu, çay söylemesi için gönderirken: “Bu da benim oğlan” dedi. “Okumayı bırakınca tam bir serseri oldu. Hiç olmazsa pazarcılık öğren diyorum ama, aklı fikri sadece şeytanlıkta”.
Çocuğun arkasından tekrar bakıp: “Çok efendi görünüyor” diye itiraz ettim. “Öyle değil mi?”
“Uzaktan bakınca öyle görünür” dedi. “Ama içi, ne yazık ki çok bozuk.”
Bir babanın oğlu için söylediği bu sözler, ağırıma gitmişti. Acaba suç kimde?’ diye düşünmekteyken, tezgaha yaşlı bir kadın yanaştı ve elindeki poşeti adama uzatarak:
“Bu çilekleri biraz önce sizden almıştım” dedi. “Eve gittiğim zaman, hepsinin ham olduğunu fark ettim. Üstelik de zeytin gibi küçücük. Tezgaha koyduğunuz çilek yığını, uzaktan bakınca çok güzel görünüyor. Ama içi, ne yazık ki çok bozuk.”
Adamın yanında fazla kalmadım. Ayrılırken yine bas bas bağırıyordu: “Her yerde var, vallahi böylesi yok!”
 
    
Cennete Giden 5 Arkadaş ve Ramazan

Cennete Giden 5 Arkadaş ve Ramazan

Bir zamanlar beş arkadaş, içinde her lezzette nimetlerin sunulduğu, en muhteşem musikilerin çalındığı, gözün hoşlanabileceği en harikulade manzaraların temaşa edildiği, en nefis kokuların yayıldığı bir bahçeye davet edilmişler.
Ama birinin kulağı sağır, birinin gözü perdeli, birinin tatma duyusu kaybolmuş, ötekinin koku alma melekesi bozulmuş. Fakat farkında değiller. Diğeri ise sapasağlam!
O sıhhatli adam, nereye varsa muazzam bir haz alıyor ve kendinden geçiyormuş. Ağız tadı bozulmuş arkadaşı onun iştahla yemek yediğini görünce, ‘Ya’ demiş ‘Allahını seversen bu yavan yemeklerden ne anlıyorsun?”
Sıhhatli adam sonra dönüp o muhteşem manzaraları tasvir etmeye başlamış. Diğerleri onu tasdik etmişler fakat gözü güzü perdeli olan itiraz etmiş: ‘Amma da atıyorsun. Ne alakası var canım biz de bakıyoruz. Senin gördüklerini biz niye görmüyoruz!” demiş.
Derken bir esinti olmuş. Enfes rayihalar getiren o esintiyi doya doya içine çeken sağlıklı adam, ‘Aman allahım bu ne güzel koku böyle!” deyince burnu koku almayan bön bön arkadaşının yüzüne bakmış.
Ve hakeza. O sağlıklı adam, her ne yana yönelse, her ne yese ve tatsa büyük keyif alırken, diğerleri hep “ne alaka canım!” deyip durmuşlar.
Tabii ki o leziz yemeklerin damağı yanmış adama vereceği bir tad olmaz. O güzel manzaralardan kör bir şey anlamaz! O harika musiki sağıra bir şey demez! O hoş rayihalardan koku alma duyusu kaybolmuş adamın nasibi olmaz!
İşte böyle a dostlar. Dünya dahi bir nimetler sofrasıdır. Ramazan, o nimetin farkına varmamızı sağlayan dellal! Bize hatırlatıyor ki dünya dahi sayısız ilahi nimetlerle bezenmiş. O dahi cennetten bir numunedir ki bizi asıllarını tatmaya teşvik eder. Burada şu nimetlerin kadrini bilmeyen, onları bize İkram Edenin hakkını takdir etmeyen cennetten ne anlayacak?
Peygamber efendimiz (asv), bir hadisinde, bir kere de olsa dünyadaki nimetlerin farkına varmayanların, cennetten dahi pek nasipleri olmayacağını hatırlatır.
İnanın, Ramazan, şu nimetlerin farkına varma egzersizidir. Lütfen onu fırsata dönüştürün. Burada, mutlu, huzurlu, yediğinin içtiğin farkında olarak ve içinde bulunulan nimetleri idrak ederek yaşamanın keyfini sürmek varken, neden ihmalkarlık ve aşırı toklukla hayatımızı ve yaşamımızı eksikli hale getirelim?
Feriduddin Attar, “Çok yemek hastalık meyvesidir” diyor. Tıbbın üstadı İbni Sina ise, “Yediğini hazmetmeden tekrar yemekten daha büyük bir bela olmadığını” söylüyor.
Lütfen açlığın tadına varın ki, nimetlerin içindeki Mün’im’i görebilesiniz! Süleyman Darani, hazretleri, “Açlık Allah’ın hazinelerindendir; onu sevdiği kimselere verir” buyurmuş. Hz. İsa (as) da “Nefislerinizi aç bırakınız ki, kalpleriniz, Allah’ın cemalini müşahede edebilsin” diyor…
Peygamberimiz efendimiz (asv) de “Her derdin aslı çok yemek, her devanın aslı açlıktır” buyuruyor.
Hadi biraz gayret! Ramazan ağacının en lezzetli meyvesi olan Fıtır Bayram’ı, bizim için sıhhat ve afiyet lezzetine dönüşsün inşallah!
 
    
Günah var mı karıncayı kırınca?

Günah var mı karıncayı kırınca?

İstanbul’da güneşli bir günün sabahında Topkapı Sarayı’nın avlusunda bulunan Has Oda’nın kapısı açıldı. Uzun boylu genç bir adam arka bahçeye doğru ilerliyordu. Bu kişi, Avrupa’yı titreten, koca Akdeniz’i hâkimiyet altına alan Osmanlı Devleti’nin kudretli hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman’dan başkası değildi. Devlet işlerinden vakit buldukça soluklanmak için arka bahçeye çıkar, ağaçları, kuşları, denizi seyrederdi.
O gün deniz, ağaçlar bir başka güzeldi, yalnız ağaçlardan birkaç tanesinin yapraklarının buruştuğunu fark etti. Hemen yanlarına yaklaştı ve eliyle tutup incelemeye başladı. Biraz sonra ağaçların neden buruştuklarını anlamıştı. Karıncalar sarmıştı o güzelim dallarını.

Aklına bir çözüm yolu geldi. Ağaçları ilaçlatacaktı. Böylece ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaklardı. Fakat birkaç dakika daha düşününce bu fikrin o kadar da iyi olmadığını anladı. Karıncalar da can taşıyordu, ağaçları ilaçlatırsa onlar ölebilirdi. İşin içinden çıkamayacağını anlayan Kanunî, bu konuyu danışmak için hocası Ebussuud Efendi’yi aramaya koyuldu. Hocasının odasına gitti. Ama hocası odada yoktu. Hemen oracıkta bulduğu kâğıt parçasına kafasına takılan soruyu edebî bir üslupla yazdı ve hocasının rahlesi üzerine bıraktı.
Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlenin üzerinde el yazısı ile yazılmış kâğıdı görmüştü. Eline hat kalemini alan Ebussuud Efendi, talebesinin soruyu yazdığı kâğıdın altına bir şeyler yazdı ve kâğıdı rahleye bıraktı.
Kanunî bir ara tekrar hocasının odasına uğradı. Hocası yine yerinde yoktu; ama rahlenin üzerine bırakmış olduğu kâğıdın üzerine kendi yazısı dışında bir şeylerin daha yazılmış olduğunu gördü. Merakla kâğıdı eline aldı ve okumaya başladı. Yazıyı okuyunca yüzünde bir tebessüm belirdi. Kâğıdın üst kısmında Kanunî’nin hocasına yazdığı sual vardı. Kanunî şöyle diyordu hocasına:
Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günah var mı karıncayı kırınca?

Hocası Ebussuud soruyu şöyle cevaplıyordu:
Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca.
 
    
Emeğe Ve Paylaşıma Teşekkürler...
 
    
Emeğinize sağlık ...
 
    
 
 

Similar threads


Üst Alt