Güzel Hikayeler Ali el–Esedî,kan döken haydudidi ayeti duyunca kurbanın olayım birdaha oku diyo, dini hikayeler, din

F@ROZ

⭐Teknik Admin⭐
Yönetici
ADMİN
Katılım
4 Şub 2010
Mesajlar
81,275
Tepkime puanı
33,330
Puanları
300
Konum
Kocaeli
Web sitesi
www.youtube.com
KURBANIN OLAYIM
BİR DAHA OKU
Ali el–Esedî, yol kesen, kan döken, mal gasp eden, yol emniyetini ihlal eden, dağların, sahraların, ıssız vâdilerin ele avuca sığmaz, güç yetmez şâkisi, haydududur.
Verdiği huzursuzluğun, gelip geçeni soyarak ele geçirdiği malın haddi hesabı yoktu.
Devlet gücü peşine düşmüş, zulmünden çaresiz kalan halk, birleşerek üzerine gitmiş; ama her seferinde Ali el–Esedî onlardan kurtulmasını ve dağlarda, sahrâlarda kaybolmasını becermiş, işlediği cürümlere yenilerini eklemişti.
Bu kadar vebâl, zulüm dolu bir hayat Ali'ye tevbe kapısını, gönül yumuşaklığını, Rabbine dönerek pişmanlığını dile getirmeyi unutturmuş, af ve mağfireti düşünemez hâle gelmişti.
Bu kadar mazlumun âhı, Mevlâ–yi Bârî'ye isyân nasıl temizlenebilirdi ki?
Siyah yağmur bulutlarının, yavaş yavaş kaybolmaya yüz tutan, gündüz aydınlığının yokluğundan da istifade ederek, her geçen dakika biraz daha ortalığı karanlığa boğduğu, yere düşen iri yağmur damlalarının bir araya gelerek dağlardan, kayalardan süzülerek vâdilerde ırmaklar meydana getirdiği bir vakitte, Ali el–Esedî de yeni avını takip ediyordu. Bu ıssız sahrâda, yük hayvanlarıyla birlikte yalnız yol alan bu av, onun için çok kolay bir lokmaydı.
Yağmur ve karanlıkta daha fazla yol alamayacağını anlayan yolcu, ortalık tamamen kararmadan bir mağara bulmuş, binekleri için de uygun bir yer ayarlayarak, tutuşturduğu ateşle kurumaya ve ısınmaya başlamıştı.
Dışarıda yağan yağmurun, içerde çıtırdayan ateşin sesini bir müddet dinledikten sonra, Allah kelâmını kendine dost edinmiş, bu ıssız dünya parçasında onun arkadaşlığına sığınmış bir şekilde okuyordu:
"Ey günah işleyerek nefsine zulüm eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah, bütün günahları affetmeye kâdirdir. O, sonsuz rahmet ve mağfiret sahibidir.
Size azap gelip çatmadan, Rabbinize yönelin; O'na teslim olun. Sonra yardımcı bulamaz, çaresizlik içinde kıvranırsınız.
Ansızın gelecek azapla yüz yüze gelmeden, Rabbinizden size indirilenin en güzeline, Kur'an'a tâbi olun.
Nefsin: "Yazıklar olsun bana! Allah'a karşı azgınlık içinde oldum. Hak ve hakikatle alay edenlerden, onu hafife alanlardandım." diyeceği ve pişmanlıkla kıvranacağı günden sakının!" (Zümer, 53–56)
Ali el–Esedî, mağaradan içeri girmiş, hançerini sıyırmış; ama duyduklarıyla sanki yerine çivilenmiş, donmuştu. Dinledi, dinledi… Sonra ilerledi.
Kendine doğru gelirken, yolcu onu görmüş ve korkuyla yerinden fırlamıştı. Ünü her yeri tutan, dağların şakisi Ali el–Esedî karşısındaydı. Onu tanıyordu. Çaresizdi; kimsesizdi. İliklerine kadar ürpermişti; düşünceleri bile donmuştu.
Ama kendine doğru ilerleyen Ali el–Esedî, her zamanki Ali el–Esedî'ye pek benzemiyordu. Parmakları elindeki hançeri sıkıca kavramıyordu. Bütün kasları yay gibi gerilmemişti. O gün, avının üzerine atlayacak bir parsa benzemiyordu.
Yavaş yavaş parmakları çözüldü. Hançerin yere düşüşü, bir anda sessizliği bozdu.
Ali el–Esedî'nin gözleri dolu dolu olmuştu. Yolcuya yalvarmaya başladı:
"Anam babam sana feda olsun. Ne olur bir daha oku!"
Yolcu onun duygularını ve ne istediğini anlamıştı. Korkuları dağılmaya başladı. Kendini toparladı ve okudu:
"Ey günah işleyerek nefsine zulüm eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeyin. Allah, bütün günahları affetmeye kâdirdir. O, sonsuz rahmet ve mağfiret sahibidir." (Zümer, 53)
"Kurbanın olayım bir daha oku!"
Tekrar, tekrar okudu.
Kalbi yumuşamış, ümitle dolu dolu olmuştu. Ali el–Esedî artık Medine yollarında… Yeni arkadaş olduğu yolcunun tavsiyesiyle gusül abdesti alacak, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Mescidi'ne varacak, sabah namazını orada edâ edecek, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzurunda tevbe edip, Rabbinden mağfiret dileyecek, ortalık tam aydınlanıp insanlar kendisini tanımadan, Ebû Hüreyre Radıyallahu Anh'ı bulacaktı…
Devir, Emevî Hilâfeti devriydi. Ebû Hüreyre Radıyallahu Anh, henüz hayattaydı. Ona, tevbe ederek geldiğini söyleyecek ve yardımını isteyecekti… Öyle de oldu.
Ortalık aydınlanmaya başlayınca insanlar onu tanıyor. Fısıldaşmalar, uçuşan haberler ve garip bir hareketliliğin peşinden çevresinde şaşkın ve öfkeli halkalar oluşmaya başlıyor.
Dağların, sahraların yırtıcı parsı, Ebû Hüreyre'ye teslim. Onun koruması altında. O ne derse yapıyor, onu dinliyor.
Ebû Hüreyre, toplanan insanların Ali'ye saldırısına mâni oluyor. Tevbe ederek geldiğini söylüyor; ele geçmeden tevbe ederek gelip teslim olanın hükmünü hatırlatıyor ve:
"Ancak ele geçmeden, kendisi tevbe ederek teslim olanlar hariç. Bilesiniz ki, Allah, Gafûr'dur çok bağışlayıcıdır; Rahîm'dir çok merhametlidir." (Mâide, 34) âyetini okuyordu. (3)
 
  
 
Dağ başına mı şehir içine mi?

DAĞ BAŞINA MI ŞEHİR İÇİNE Mİ?

İki kardeştiler. Biri köyde çobanlık yapmayı tercih ederek diyordu ki:
Bu zamanda şehre gitmek, oranın günahlı hayatına karışmak çok kötü.
İyisi mi, ben köyün çobanlığını yapayım, günahlardan uzak kalayım.
Diğeri ise şehre gitti. Bir mahallede küçük bir tamir kulübesi açıp
başladı ayakkabı tamirine.
Çoban dağda koyunları, keçileri otlatıyor, hiçbir namazını kaçırmıyor,
hiçbir şekilde de nâmahreme nazar etmiyordu. Bütün gün ormanın
sessizliği içinde zikirle, fikirle, şükürle yaşayıp gidiyordu.
Bu sebeple de manen bir hayli ilerledi, kerametlere mazhar oldu.
Düşünüyordu ki, kardeşi şehirde bir sürü günah ve nâmahreme nazar ile
manen sukût ediyor...
Bir ara ona acıyarak ziyaretinde bulunmayı düşündü. Otlattığı
koyunlarından bir miktar süt sağıp bir bez torbaya doldurarak ağzını
bağlayıp şehrin yolunu tuttu.
Sora sora bir mahalledeki eskici kulübesinde kardeşini buldu.
Torbadaki sütünü duvardaki bir çiviye asıp oturarak hal hatır sormaya
başladı. Bu sırada bir hanım geldi, ayakkabısını çıkarıp topuğunu
gösterdi. Kardeşi baktı. Tamir edebileceğini söyledi. Hanım çıplak
ayakla beklemeye başladı. Kadın az sonra ayakkabısını giyip giderken
ormanda görmediğini gören çobanın zihnindeki temizlik de gitmeye
yöneldi. İşte o sırada yukarıdan bir şeyler dökülmeye başladı.
Başlarını kaldırıp yukarıya baktıklarında bunun süt damlası olduğunu
anladılar. Meğer o anda torbadaki süt de damlamaya başlamış.
Eskici kardeş şöyle bir baktı ve söylendi:
- İnsanlardan kaçarak dağ başında veli olmak kolay şey. Bütün mesele
işte bu insanların içinde veli olabilmekte. Anladın mı şimdi farkı?

Çoban başını sallayarak cevap verdi:
- Sen haklısın şehirli kardeşim. Demek senin manen yükselmene mani bu
gibi manzaralar. Bunun için düşüş var sende.
Eskici cevap verdi:
- Nereden bildin bende düşüş olduğunu?
- Baksana, bir anda düştüm senin yanında. Sen ise her gün bunlarla yüz
yüze, göz gözesin. Düşmemen mümkün mü?
Eskici cevap verdi:
- İşte ben de onu söylüyorum sana. Asıl mesele bunların içinde kendini
muhafaza etmektedir. Rabb'ime şükürler olsun ben kendimi şimdiye kadar
muhafaza ettim, bundan sonra da muhafaza ederim, inşaallah.
Çoban buna itiraz etti.
- Beni bir anda makamımdan düşüren manzara seni her gün neden
düşürmesin? Sen çoktan düşmüşsün de haberin bile yok.
Eskici buna bir cevap vermek istiyordu. Bunun için şehadet parmağını
ağzına götürüp dilinin ucuyla ıslattıktan sonra doğruca torbanın süt
akan yerine Bismillah diyerek bastırdı. Bir de baktılar ki, şıp şıp
diye akan süt anında kesildi.
Birbirlerine bakıştılar. Bir anlık sessizliği yine çobanın feryadı
bozdu. Kucakladığı kardeşine şöyle diyordu:
- Sen haklıymışsın şehirli kardeşim! Asıl mesele, dağ başına kaçmak
değil, insanlar içine girmek, onların arasında durumunu muhafaza
etmekmiş.

Siz ne dersiniz bu olaya? Dağ başına mı gitmeli, yoksa şehir içinde mi
muhafaza olmalı?
 
    
Allahü Teâlâyı Bilirmisin?

Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:

-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.

Çocuk:

-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.

-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?

-Bu koyunlarımla.

-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?

-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim

-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?

-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.

-Böyle olduğunu nasıl bildin?

-Yine bu koyunlardan.

-Nasıl?

-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:

-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.

Çocuk:

-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.

-Peki başka ne öğrenmişsin?

-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.

-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.

-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.

Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:

-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.

-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.
 
    
“Biri seni görüyor!”

“Biri seni görüyor!”


BİR ZAMANLAR, başkalarının sırtından geçinmeye meraklı bir adam vardı. Adam, kendi tarlasını ekip biçmeye üşendiğinden, komşu tarlaların hasadından azar azar çalmaya karar verdi ve:

“Hepsinden azar azar çalacağımdan, kimse olanın bitenin farkına varmaz” diye düşündü.

Yaramaz adam, planını uygulamak için, geceleri gökyüzünde ayın görülmez olduğu günleri bekledi ve o gün gelip çattığında, kızını geceleyin gelip gözcü olması için tembihledi.

Gece olunca, baba ve kız, yola çıktılar. Tarlalara geldiklerinde, baba ekinlerin arasına daldı ve dalarken, kızına o çuvalları doldururken biri görecek olursa sessizce haber vermesini istedi.

Adam, tarlanın bir kenarından hasadı devşirmeye başlayacaktı ki, kızının sesini işitti:

“Baba, biri seni görüyor.”

Adam telaşla çuvalı kapıp kızının olduğu yere geldi ve bir müddet yürüyüp başka bir tarlaya girmeye karar verdi. Kızını bir kez daha tembihledi.

Biraz sonra, yine tam hasadı devşirecekken, kızının sesini duydu:

“Baba, seni gören biri var.”

Adam telaşla çıktı tarladan. Biraz sonra, üçüncü tarlayı gözüne kestirdi. Gelin görün ki, tam tarladan hasadı devşirecekken, yine kızının:

“Baba, seni gören biri var” sesini duydu.

Dördüncü tarla, beşinci tarla derken, adam girdiği hiçbir tarladan birşey devşirememişti. Planını yürürlüğe koyamamanın sıkıntısıyla, kızına:

“Kızım” dedi, “sen her seferinde bana seslendin ama, ben ortalıkta hiçbir karaltı göremedim” dedi.

“Karaltı göremediğin doğru baba!” dedi kız. “Ama seni gören biri hep vardı. Allah bizi görüyor.”
 
    
Hafızın İmtahanı



bismillah.gif

Küçük bir çocuk hafızlığını ikmal etmiştir.Sabaha kadar kur'an-ı kerim'ı hatmediyor namazını kılıyor ertesi günde hocasının karşısına çıkıyor çıkıyor ama biraz da rengi benzi sararmış olarak çıkıyor.Hocası maddi manevi murşid olabilecek durumda bir üstaddır.

Talebesinin renginin niçin sarardığını diger talebelere soruyor.Onlar da "Üstadım bu talebeniz sabaha kadar kur'an-ı kerim i hatmedip duruyor ve tabi sabaha kadar gözüne uyku girmiyor sabah oluncada kalkıp derse geliyor" derler.

Üstad talebesının böyle kur'an-ı kerim okumasını arzu etmediginden onu karşısına alır ve ona kur'an indiği gibi okunmalıdır evladım der...
Bugunden ıtıbaren sen kur'an-ı şu ana kadar okudyğun gıbı degıl onu okurken benı karşında farz et ve üstadına dersını okuyormussun gıbı oku tavsiyesinde bulunur.

Çocuk gider gece kur'an-ı kerim 'i okur ve sabah üstadının huzuruna geldiginde "efendim bu gece ancak kur'an-ı kerım 'ı yarısına kadar okuyabıldım "der.Üstad "pekala sen bu gece de kur'an-ı kerim 'ı dogrudan dogruya Rasulu ekrem sallALLAHu aleyhi vessellem in huzurunda okuyormus gıbı oku "der.

Talebe"ben kendısıne kur'an-ı kerım nazil olan zâtın huzurundayım ;dogru okumalıyım "heyecanıyla daha bir dikkatlice tilavet eder...ve o gun üstadına ancak kur'an-ı kerımın dörtte birini okuyabildigini belirtir.Üstadı da terakkiyi görüncebir mürşidin müridinin dersini artırması gibi " Sen şimdide o emin melek Cibril'in Rasulu ekrem sallALLAHu aleyhı vessellem e tebliğ ettigi anda dinliyor gibi kur'an-ı kerimi oku der.Talebe gider gelir VALLAHi üstadım bugün ancak bir sure okuyabildım der...

Üstadı da "Evladım şimdi de onu binlerce hicabın verasında bulunan MEVLA-YI MÜTEAL'in huzurunda okuyor gıbı oku.Düşün ki okuduğunu ALLAH cellecelalıhu dinliyor senİn için indirdigi kelamını senin ile mukabele ediyor."


Talebesi ertesi gün aglayarak üstadının karşısına gelır..."Üstadım EL HAMDULILLAHI RABBİ'L-ALEMİN dedim MALİKİ YEVMİ'D-DİN'e kadar geldimİYYAKE NA'BUDU' demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü bunun manası "SADECE SAN'A KULLUK YAPARIM "halbuki ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısın da serfüru ediyorum ki O'nu karşimda hazır ve nazır mülâhazaya alınca "İYYAKE NA'BUDU' yu aşamadım der.

Hafız Münaviden rıvayet edılen bu hadıse debu gencin fazla yaşamadığı bir-iki gün sonra da vefat ettıgını kaydeder. O nu bu sevıyeye getiren o bilge ve mana eri üstad gencin mezarının başında dururonu dinler onun haline bakar ahvalini müşahade ederken delikanlı üstadının duyabılecegı bir sesle"ÜSTADIMTAYYİM DENEN ÖNEMLİ BİR MAKAMA ULAŞTIM VE HESAP GÖRMEDİM " diye konuşur
.


Kur'an-ı Kerim 'in manasını mülahaza ederek ve kelimeler üzerinde durarak"RABBİMİN KELAMI" deyip tazimde bulunarak hatta yüzüne gözüne sürerek ona karşı saygısını ifade çerçevesinde okumak onun gönüllere açılması adına o kadar önemlidir ki bu samimi duygular okuyanı da dinleyeni de kur'an iklimine çeker ve onlara semaviliğin kapılarını ardına kadar açar...
M.Fethullah Gülen Çekirdekten Çınara adlı kitabından bir bölümdür
 
    
Gönül Huzuru

Kıpır kıpır oynayan ekran önünde, bir çift el yazı yazıyordu. Zamanla gözleri dalıyor, sonra yeniden kendini toparlıyordu. Unuttuğu bir şey vardı. Fırını mı açık unutmuştu?
Yoksa evdeki ışıklardan biri yanık mı kalmıştı? Sonra televizyonun fişinin çekmediğini hatırladı. Derin bir oh çekti. Ama içini derinden kemiren şeyin bu unutma ile ilgisi azdı. Çünkü uzun bir zamandan beri aynı tedirginlik ve içinde doldurulamayan bir köşe, bir duygu, bir istek kalıyordu. Bu huzursuzluğun bir tanımı yoktu. Hele sebebi de hiç belirgin değildi. Ne zaman kafasındaki yoğun düşünceler dağılsa kendi için düşünmeye başlasa lokantaya girip, yemeği yedikten sonra hesabı ödemeyen müşteri gibi hissediyordu kendini.

Aynaya baktığı zaman yüzünde kırışık yoktu. Ama bununla birlikte huzur da yoktu. Bu yüzden uzun süreden beri aynaya gönül huzuruyla bakamıyordu ama dedi ben kendimle barışık bir kızım. Görevlerimi eksiksiz yerine getiririm. Öyleyse sorunum ne? Neden huzursuzum?
Bu sorunun kaynağını bulmak için zaman kaybetmeden harekete geçmek gerekliydi. Öyle de yaptı. Önce çalıştığı şirkete birilerine borcu var mıydı? Hayır. Bilakis çoğu kişi ondan yardım alırdı. Ailesi onu çok severdi. Gerçi ayrı bir evde yaşıyordu. Ama sorunun bundan kaynaklanmadığından emindi. Yoksa bu sözünü ettiği şey herkeste var mıydı? Bazen herkes için hayatın bu kadar amaçsız ve anlamsız kaldığı bir zaman dilimi oluyor muydu. Evet evet belki de herkes aynı sorunlarla boğuşuyordu da o çok abartıyordu bu durumu. Yazı yazdığı klavyeyi ileri doğru itti. Gözlüklerini çıkarıp, becerikli hareketlerle gözlüğün camlarını sildi. Gözlüğünü kabına yerleştirip bilgisayarın ekranını kapattı. Çalıştığı masanın karşısındakileri bir bir süzmeye kendince tahlil etmeye koyuldu. Cemal Bey telaşlı bir kişiydi ona göre yüzünde huzurlu bir adamın çizgileri yoktu. Masasının üzeri kağıt tomarından geçilmezdi ve sürekli meşgul bir adamdı. Hayatını hep plansız yaşar, sürekli zamanın kısıtlı olduğundan şikayet ederdi. Aslın pek o kadar da yaptığı bir iş yoktu. Elif'in aradığı yüz yoktu Cemal Bey'de. sonra kendinden imzaya gidecek raporları isteyen Sekreter Nuran Hanım'a baktı uzun süre. Temiz ve bakımlı bir kadındı. Tam bir asistandı. Şirkette bir şeflerin söküklerini dikmediği kalırdı. Her şirkete bir Nuran gerekliydi. Ancak garip olansa Elif'in ne aradığını bilmediği ama aradığını sandığı şeyin Nuran Hanımın yüzünde olmamasıydı.Yeter dedi. Bu modern hayat karmaşası tüm insanları hasta ediyor. Ne aradığımı bilmeden çırpınıyorum. Buna daha fazla dayanamayacağım.

Öğle tatilinde bir değişiklik yapıp yemeğini büroya söylemedi. Dışarıya çıktı. Sokaktaki insan selinin arasına karıştı. Mağazalar, insanlar, binalar yanından sel gibi akıp gidiyordu. Aslında dedi. Akıp giden zaman bizi de içinde sürüklüyor. Yolun karşısın metal sandalyeden kaldırımı mekan tutmuş bir lokantaya ilişti gözleri. Buraya oturayım zaten zaman da dar. Yemeğini garsona söyledikten sonra etrafı seyre koyuldu. Ilık bir rüzgar yüzüne vurdu. Rüzgarın geldiği yöne doğru çevirdi başını. Yan masada genç bir çift vardı. Muhtemelen sevgili olmalıydılar. Kumrular gibiydiler. İkide bir kıkırdama sesleri duyuluyor. Bu sesler yoldan geçenlerin ayak seslerine karışıyordu. Evet dedi. Elif, buldum bende aşk yok, bak şunlara belki de dünyanın en mutlu çifti. Aradan biraz zaman geçtikten sonra kıkırdama sesleri kesildi. Sonra geri döndü mutlu çifte son bir kez bakmak için. Bir mutluluk tablosu görebilmek umuduyla. Bu tabloyu zihnine kazıyacak ve mutluluk sembolü olarak hatırlayacaktı. Ancak az önce gülüp etrafa neşe saçan bu mutlu çift, şimdi bir birine yaslanmış kayıtsız gözlerle yoldan geçenlere bakmaya koyulmuşlardı. Tüm arayışlarının bittiğini sanan Elif için bu durum bir hayal kırıklığıydı. Çünkü yüzlerinde derin kaygılar taşıyan bu çiftte de gönül huzuru yoktu.

Büroya yeniden döndü bulmak istediği şeyin fantastik, hayal ürünü bir şey olduğuna karar verdi. Artık bu defteri kapatmalıydı. Koltuğuna yaslandı. Bir kahve söyledi. Evraklarla boğuşmak için masasına yumuldu. Bir süre sonra;

- Abla kahveniz. Sesiyle doğruldu.

Çaycının elinden kahvesini aldı. Masaya koyarken çaycıya dikkatle baktı. Birden gözbebekleri büyüdü. - "Aradığım şey bu yüzde" dedi. O olaydan iki hafta sonra Elif çaycının namaz kıldığını öğrendi. Ve çaycının yüzündeki Gönül huzurunun namazdan dolayı huzur ve sükun içinde olduğunu keşfetti. Kısa bir zaman sonra çok kimse bilmese de Elif gizli gizli namaz kılmaya başladı. Şimdiden gönlündeki huzur yüzüne yansımaya başlamıştı. Daha sonra Elif aynaya, gönül huzuruyla bakmanın tadını doyasıya çıkartacaktı.
İkrime Fırat
 
    
Allah ne güzel vekildir,o bize yeter!

Bazen çaresiz kalırsınız yüzde yüz haklı da olsanız elinizden hiçbir şey

gelmez. Haksızlığın karşısında mahzun mahzun bakmak içinizi acıtır. Böyle bir durumda yapılacak tek şey

var: Derdinizi herkesin hakkından gelen birisine anlatmak. 7 yaşındaki İbrahim Hakkı’nın yaptığı gibi.

Zaman olur olayların üstesinden gelemezsiniz. Boyunuzu boynunuzu ve gücünüzü aşar imkânınızı zorlar

eliniz ayağınız tutulur. Bir yerde çaresiz kalırsınız.

Yüzde yüz haklısınız sonuna kadar doğrusunuz. Bir şeyler yapmak istersiniz bir karşılık vermeniz gerekir.

Melül mahzun bakakalmak içten içe sizi bitirir.

Iraklı Fuzûlî’nin yakındığı gibi

“Dert çok hemdert yok; düşman kavi tâlih zebûn.”

Derdinizi kime açacaksınız şikâyetinizi kime ileteceksiniz hakkınızı kim savunacak kim alacak?

Ümitsiz sönük el avuç ovuşturup bekleyecek misiniz?

Yoksa sizden daha güçlü herkesten daha kuvvetli herkesin hakkından gelen birisine mi havale etmek gerekiyor?

İbrahim Hakkı Hazretleri yedi yaşında annesini kaybeder. Dokuz yaşına geldiğinde iyi bir eğitim alması

için Tillo’ya götürürler ilim ve mâna büyüğü İsmail Fakîrullah Hazretlerine teslim ederler.

Hocası genç İbrahim Hakkı’nın eline bir testi vererek çeşmeye gönderir. Testiye suyu doldururken bir atlı yanaşır:

- “Çekil bakayım önümden be çocuk!” diye İbrahim Hakkı’yı azarlayarak bir tarafa iter ve atını çeşmeye sürer.

İbrahim Hakkı testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam onu bir köşeye

sıkıştırır. İbrahim Hakkı testisini yere bırakır canını kurtarmak zorunda kalır. Bu esnada at da üzerine

basıp testiyi kırar.

Ağlayarak hocasının huzuruna gelir. Hocası:

- “Ne oldu evladım neden ağlıyorsun?” diye sorar.

- “Efendim çeşmede su alırken bir atlı geldi atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya

çalışırken testimi de atına tepeletip kırdı.”

- “Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?

- “Hayır” der “hiçbir şey söylemedim.”

Hocası “Çabuk git ve o adama bir-iki laf söyle” der.

İbrahim Hakkı gider çeşmenin başında atını tımar etmeye çalışan adamın yanına varır bekler. Fakat bir

türlü ağzını açıp da

“Testimi niye kırdın be zâlim adam?” diyemez.

Az sonra döner hocasının huzuruna gelir.

Fakîrullah Hazretleri sorar:

- “Atlıya bir şey söyleyebildin mi?”

İbrahim Hakkı boynunu büker yere bakarak “Söyleyemedim efendim. Bir şeyler demeye niyet ettim ama bir türlü ağzımı açıp da ağır bir söz sarf edemedim.”

Hocası sinirlenir:

- “Sana diyorum çabuk git ve o adama bir şeyler söyle karşılık ver yoksa sonu felâket olur.”

İbrahim Hakkı kesin emir almıştır bu sefer kararlıdır. Çar çabuk çeşmenin başına varır. Bir de ne görsün

testisini kıran adamı kendi atı attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış. Oracıkta cansız yatmaktadır.

Büyük bir korku ve heyecan içinde koşarak gelir vahim durumu hocasına haber verir.

Hocası bu duruma çok üzülür ve şöyle der:

- “Vah vah! Bir testiye bir adam ha! Üzüldüm buna doğrusu!”

Huzurda olanlar söylenenlerden bir şey anlamadıklarını söyleyince Fakîrullah Hazretleri durumu şöyle açıklar:

- “O atlı adam İbrahim Hakkı’ya zulmetti. Zulme uğrayan kişi de tek kelimeyle olsun karşılık vermedi ve

zâlimi ALLAH ’a havale etti. Yapılan bu zulüm de ALLAH ’ın gayretine dokundu ve zalimi cezalandırdı.

Şâyet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip ona bir şeyler söyleyecek olsaydı ödeşeceklerdi.

Fakat İbrahim büsbütün mazlum durumuna düştü. Ben ise ödeştirmek için uğraştım maalesef muvaffak olamadım.”

Firavun’un zulmüne maruz kalan Kur’ân’ın “mü’min” olarak anlattığı kimse de Kur’ân lisanıyla kendine

zulmedenlere şöyle sesleniyordu:

“Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi ALLAH’a havale ediyorum. Şüphesiz ki kullarını

hakkıyla görür. ALLAH o mü’mini onların tuzaklarından korudu. Firavun ehlini ise azabın en kötüsü

kuşatıverdi.” (Mü’min Sûresi 44-45.)
 
    
“Biri seni görüyor!”

“Biri seni görüyor!”


BİR ZAMANLAR, başkalarının sırtından geçinmeye meraklı bir adam vardı. Adam, kendi tarlasını ekip biçmeye üşendiğinden, komşu tarlaların hasadından azar azar çalmaya karar verdi ve:

“Hepsinden azar azar çalacağımdan, kimse olanın bitenin farkına varmaz” diye düşündü.

Yaramaz adam, planını uygulamak için, geceleri gökyüzünde ayın görülmez olduğu günleri bekledi ve o gün gelip çattığında, kızını geceleyin gelip gözcü olması için tembihledi.

Gece olunca, baba ve kız, yola çıktılar. Tarlalara geldiklerinde, baba ekinlerin arasına daldı ve dalarken, kızına o çuvalları doldururken biri görecek olursa sessizce haber vermesini istedi.

Adam, tarlanın bir kenarından hasadı devşirmeye başlayacaktı ki, kızının sesini işitti:

“Baba, biri seni görüyor.”

Adam telaşla çuvalı kapıp kızının olduğu yere geldi ve bir müddet yürüyüp başka bir tarlaya girmeye karar verdi. Kızını bir kez daha tembihledi.

Biraz sonra, yine tam hasadı devşirecekken, kızının sesini duydu:

“Baba, seni gören biri var.”

Adam telaşla çıktı tarladan. Biraz sonra, üçüncü tarlayı gözüne kestirdi. Gelin görün ki, tam tarladan hasadı devşirecekken, yine kızının:

“Baba, seni gören biri var” sesini duydu.

Dördüncü tarla, beşinci tarla derken, adam girdiği hiçbir tarladan birşey devşirememişti. Planını yürürlüğe koyamamanın sıkıntısıyla, kızına:

“Kızım” dedi, “sen her seferinde bana seslendin ama, ben ortalıkta hiçbir karaltı göremedim” dedi.

“Karaltı göremediğin doğru baba!” dedi kız. “Ama seni gören biri hep vardı. Allah bizi görüyor.”
 
    
Gönül Huzuru

Kıpır kıpır oynayan ekran önünde, bir çift el yazı yazıyordu. Zamanla gözleri dalıyor, sonra yeniden kendini toparlıyordu. Unuttuğu bir şey vardı. Fırını mı açık unutmuştu?
Yoksa evdeki ışıklardan biri yanık mı kalmıştı? Sonra televizyonun fişinin çekmediğini hatırladı. Derin bir oh çekti. Ama içini derinden kemiren şeyin bu unutma ile ilgisi azdı. Çünkü uzun bir zamandan beri aynı tedirginlik ve içinde doldurulamayan bir köşe, bir duygu, bir istek kalıyordu. Bu huzursuzluğun bir tanımı yoktu. Hele sebebi de hiç belirgin değildi. Ne zaman kafasındaki yoğun düşünceler dağılsa kendi için düşünmeye başlasa lokantaya girip, yemeği yedikten sonra hesabı ödemeyen müşteri gibi hissediyordu kendini.

Aynaya baktığı zaman yüzünde kırışık yoktu. Ama bununla birlikte huzur da yoktu. Bu yüzden uzun süreden beri aynaya gönül huzuruyla bakamıyordu ama dedi ben kendimle barışık bir kızım. Görevlerimi eksiksiz yerine getiririm. Öyleyse sorunum ne? Neden huzursuzum?
Bu sorunun kaynağını bulmak için zaman kaybetmeden harekete geçmek gerekliydi. Öyle de yaptı. Önce çalıştığı şirkete birilerine borcu var mıydı? Hayır. Bilakis çoğu kişi ondan yardım alırdı. Ailesi onu çok severdi. Gerçi ayrı bir evde yaşıyordu. Ama sorunun bundan kaynaklanmadığından emindi. Yoksa bu sözünü ettiği şey herkeste var mıydı? Bazen herkes için hayatın bu kadar amaçsız ve anlamsız kaldığı bir zaman dilimi oluyor muydu. Evet evet belki de herkes aynı sorunlarla boğuşuyordu da o çok abartıyordu bu durumu. Yazı yazdığı klavyeyi ileri doğru itti. Gözlüklerini çıkarıp, becerikli hareketlerle gözlüğün camlarını sildi. Gözlüğünü kabına yerleştirip bilgisayarın ekranını kapattı. Çalıştığı masanın karşısındakileri bir bir süzmeye kendince tahlil etmeye koyuldu. Cemal Bey telaşlı bir kişiydi ona göre yüzünde huzurlu bir adamın çizgileri yoktu. Masasının üzeri kağıt tomarından geçilmezdi ve sürekli meşgul bir adamdı. Hayatını hep plansız yaşar, sürekli zamanın kısıtlı olduğundan şikayet ederdi. Aslın pek o kadar da yaptığı bir iş yoktu. Elif'in aradığı yüz yoktu Cemal Bey'de. sonra kendinden imzaya gidecek raporları isteyen Sekreter Nuran Hanım'a baktı uzun süre. Temiz ve bakımlı bir kadındı. Tam bir asistandı. Şirkette bir şeflerin söküklerini dikmediği kalırdı. Her şirkete bir Nuran gerekliydi. Ancak garip olansa Elif'in ne aradığını bilmediği ama aradığını sandığı şeyin Nuran Hanımın yüzünde olmamasıydı.Yeter dedi. Bu modern hayat karmaşası tüm insanları hasta ediyor. Ne aradığımı bilmeden çırpınıyorum. Buna daha fazla dayanamayacağım.

Öğle tatilinde bir değişiklik yapıp yemeğini büroya söylemedi. Dışarıya çıktı. Sokaktaki insan selinin arasına karıştı. Mağazalar, insanlar, binalar yanından sel gibi akıp gidiyordu. Aslında dedi. Akıp giden zaman bizi de içinde sürüklüyor. Yolun karşısın metal sandalyeden kaldırımı mekan tutmuş bir lokantaya ilişti gözleri. Buraya oturayım zaten zaman da dar. Yemeğini garsona söyledikten sonra etrafı seyre koyuldu. Ilık bir rüzgar yüzüne vurdu. Rüzgarın geldiği yöne doğru çevirdi başını. Yan masada genç bir çift vardı. Muhtemelen sevgili olmalıydılar. Kumrular gibiydiler. İkide bir kıkırdama sesleri duyuluyor. Bu sesler yoldan geçenlerin ayak seslerine karışıyordu. Evet dedi. Elif, buldum bende aşk yok, bak şunlara belki de dünyanın en mutlu çifti. Aradan biraz zaman geçtikten sonra kıkırdama sesleri kesildi. Sonra geri döndü mutlu çifte son bir kez bakmak için. Bir mutluluk tablosu görebilmek umuduyla. Bu tabloyu zihnine kazıyacak ve mutluluk sembolü olarak hatırlayacaktı. Ancak az önce gülüp etrafa neşe saçan bu mutlu çift, şimdi bir birine yaslanmış kayıtsız gözlerle yoldan geçenlere bakmaya koyulmuşlardı. Tüm arayışlarının bittiğini sanan Elif için bu durum bir hayal kırıklığıydı. Çünkü yüzlerinde derin kaygılar taşıyan bu çiftte de gönül huzuru yoktu.

Büroya yeniden döndü bulmak istediği şeyin fantastik, hayal ürünü bir şey olduğuna karar verdi. Artık bu defteri kapatmalıydı. Koltuğuna yaslandı. Bir kahve söyledi. Evraklarla boğuşmak için masasına yumuldu. Bir süre sonra;

- Abla kahveniz. Sesiyle doğruldu.

Çaycının elinden kahvesini aldı. Masaya koyarken çaycıya dikkatle baktı. Birden gözbebekleri büyüdü. - "Aradığım şey bu yüzde" dedi. O olaydan iki hafta sonra Elif çaycının namaz kıldığını öğrendi. Ve çaycının yüzündeki Gönül huzurunun namazdan dolayı huzur ve sükun içinde olduğunu keşfetti. Kısa bir zaman sonra çok kimse bilmese de Elif gizli gizli namaz kılmaya başladı. Şimdiden gönlündeki huzur yüzüne yansımaya başlamıştı. Daha sonra Elif aynaya, gönül huzuruyla bakmanın tadını doyasıya çıkartacaktı.
İkrime Fırat
 
    
Kissadan Hisse

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister.

Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip: "Oğlum" der,"Bunu al, önüne gelen esnafa göster,kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.

Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.

İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar.
Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.

İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.

Üçüncü defa bir semerciye gidir: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der "benim semerlere iyi süs olur.Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm."

En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm."

Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: "Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim." Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler.

Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır.

Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?"

Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık" diye cevap verir.

Bilge hoca çok kısa cevap verir: "Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bileni anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir."
Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır.
Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...)
Kissadan Hisse
 
    
Emeğinize sağlık ...
 
    
 
 

Similar threads


Üst Alt