Güzel Hikayeler Istanbulun manevi fatihi..., dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

F@ROZ

⭐Teknik Admin⭐
Yönetici
ADMİN
Katılım
4 Şub 2010
Mesajlar
80,326
Tepkime puanı
32,701
Puanları
300
Konum
Kocaeli
Web sitesi
www.youtube.com
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir:

"Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine;
"Siz burada durunuz!" buyurdu.

Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı:
"Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu."

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;
"Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı" buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir:

"Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr'ın şeklini ve şemâilini târif etti ve;
"O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı:

Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi:
"İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi;

"Korkma!" buyurdu.

Ben de;

"Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok." dedim.

Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm.

"İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver." buyurdu.

Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."
 
  
 
Allahın evi cami değil kalbidir..

Osmanlı sultanlarından Yıldırım Beyazıd, Osmanlı imp. merkezi olan Bursa'da bir cami yaptırmıştır. Caminin inşatı tamamlandıktan sonra, zamanın büyüklerinden Emir Sultan Hz.lerinide yanına alarak camiyi gezdi ve Emir Hz. sordu; Nasıl?Cami güzel olmuş mu? diye...(bazı rivayetlere göre içki içtiği bilinen Yıldırım'a Emir Sultan Hz.;sultanım , Cami çok güzelolmuş.Lakin bir eksiği var; o da, bir köşesine meyhane yaptırmayı unutmuşsunuz. dedi. Yıldırım Beyazıd bu sözlere sinirlenmişti, hiddetle; Ne demek! hiç Allahın evinde meyhane olur mu? (kendisinin içki içtiğini kimsenin bilmediğini sanıyodu, manevi sultanların her şeyden haberdar olacağını düşünmemişti.) Emir Sultan Hz.;Allahın asıl evi kalbidir.Sen kendi yaptığın bir yapıya içkiyi koymak istemiyorsun da nasıl? Allahın yapısı olan kalbe haram şeyi koyabiliyorsun? buyurunca, Yıldırımhan hatasını anlayarak bir daha içki içmedi Camide, Bursada ki ULU CAMİ'dir.
 
    
Bir Tatlı Tefekkür

Gecenin karanlığında uyandı. Kalktı, hemen pencereyi açtı.

“-Sübhânellezî yuhyil mevtâ ve hüve alâ külli şey’in kadîr.”
(Ölüleri dirilten ve her şeye gücü yeten Allâh’ı her türlü eksik ve noksan vasıftan tenzih ederim.) dedi.

Abdest aldı, biraz öyle kaldı. Seccadeye yöneldi, serdi, oturdu.
Salavat getirdi, ellerini kaldırdı, boyun büktü, yalvardı. Birkaç damla gözyaşı döktü. İçini tesbihine döktü. Tesbih tanelerini gönlüne doldurdu, gönlü tesbih oldu.
Elini semânın uçsuz bucaksız derinliklerine kaldırdı, heybesini doldurdu.
Tevbe ve istiğfarda bulundu. Bütün zerreleri buna dâhil oldu.

“Estağfirullah el-azim”
(Sen ne kadar yüceler yücesisin, Sen’in mağfiretini dilerim.) derken kendisi küçüldü, küçüldü, eridi, kayboldu.

Sonra huzura alındı. Sanki cennet bahçelerinde salındı. Yüreği yandı, Rabbini hemencecik yanında sandı. Şimdi ne müthiş bir andı.

“-Allâh’ım özledim!..” derken gözünden yaşlar boşandı.

“Lâ ilâhe illâllâhu’l meliku’l hakku’l mübîn”
(Hiçbir ilâh yoktur, sadece apaçık bir hak ve her şeyin sahibi olan ALLAH vardır.) cümlesini tamamlayamadı.

Ağladı, ağladı…

“Muhammedü’r-Rasûlullâh es-Sâdık’ul va’di’l emîn”
(Va’dine sâdık, güvenilir ve Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed!..) dedi, ferahladı.

Sanki Rasûlullah yanındaydı demin. Salavâta başladı, dili tatlandı, salavât katlandı, o kanatlandı.

“ALLAH ümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”
(Ey Yüce Allâh’ım!.. Seyyidimiz, Efendimiz Muhammed’e, O’nun âilesine, ashâbına salât ü selâm olsun!..)

Rasûlullâh’ı görüyormuş gibi gözünde canlandırdı. Ayakları yerden kesildi, sanki Rasûlullâh’ın kalbine girdi.
Orada kendini gördü. Sûreler okuyup Allâh’ın Habîbi’ne hediye etti.
Sonra gecenin derinliğinde, ölümün soğukluğunu düşündü.

“-Tefekkür-i mevt.” dedi.
İçi titredi. Sanki sur üzerine üflendi. Öldü, dirildi, telkin verildi. Kefen biçildi, salâ söylendi.
Azrail’i gördü, sanki yakın tanıdığıymış gibi bir sıcaklık hissetti. Mezara girdi.
Hiç kimsenin olmadığı, yalnızlar ve garipler mekânı burası...

Elhamdülillah, îmânı vardı. Bunun en büyük kâr olduğunu bilse de onu bir korku sardı. Sarardı…
Allâh’ın izniyle amelleri, ona arkadaş olacaktı. Mahşere çıktı, mizana baktı, dizleri titredi, cehennem kükredi.

Rabbinin huzurunda durdu. Ve suâl olundu:
“-Ne getirdin?”
Yutkundu, yutkundu…
“-Gariplik.” diyebildi.

O gün orada ALLAH mü’minleri rahmetinin içine alacak elbet… Ama rahmeti gibi gazabı da şiddetli olacak!..
Mücrimler kaçacak yer arayacak, her yer daralacak. O da endişe içinde Rasûl’ünü aradı.
Mahşer meydanında koşuştururken nûrdan bir topluluğa rastladı.
Hepsinin önünde Âlemlerin Efendisi’ni gördü. Kalbini, O’nun kalbine rabtetti.
Öylece kala kaldı. Nebevî feyz, bütün rûhunu sardı. Rabbi’ne yakınlaştı, huzur deryasına daldı.

Bu tefekkürden ayrılıp, biraz önce tattığı beraberliği namazla taçlandırmak istedi. Tam seher vaktiydi.
Üç kalbi birleştirdi. İnsanın kalbi, gecenin kalbi, Kur’ân’ın kalbi… Üç gül derdi.
Birini Rabbi’ne, birini Rasûl’üne, birini üstâdına verdi. İkisi gonca, birisi tam yedi verendi.
Yeniden tesbihini eline aldı. Dili hep damağında kaldı.

“ALLAH ALLAH ALLAH ” nağmeleri, inci taneleri gibi kalbinden döküldü. Zikrin tadını buldu.
Kalbinde ayrı bir sıcaklık duydu. Zikirle mutmain olmak bu muydu? Mânevî tahsil yapıyordu.
Her sınıfta farklı dersler görüyordu. Kağıt, kalem ve satırlar kullanılmıyordu bu tahsilde...
Derslerin mahalli kalpler ve sadırlar idi.

Diplomasını en büyük muallim olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- verecekti.
Heyecanı kat be kat arttı. Rûhunun yelkenleri dalgalandı. Yolun sonu yok, mânevî ufuklar engin…
Bu yolculuk sonsuzluğa, bu yolculuk sonsuz huzura…

Ne mutlu, yüz akı ile âhirete göç edebilenlere!.. Ne mutlu sıratı geçebilenlere, âb-ı Kevser’den doyasıya içebilenlere!..



selam ve dua ile...
 
    
Körler Ülkesinde Gören Olmak..

Dere tepe ,dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış.
Yürür yürür gidermiş,gider gider yürürmüş.
Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş;alacalı bulacalı garip bir köy.
Yaklaşmış köye doğru.
Yolları bir tuhaf,evleri bir tuhaf,insanları bir tuhafmış köyün…
Girince köyün içine anlamış meseleyi körler köyüymüş burası.
Kadınların,erkeklerin,çocukların,velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri…
Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya…
-Hiç değilse benim bir gözüm var,diyormuş.
Körler ülkesinde şaşılar kral olur,derler.
Bende bunların başına geçer yaşarım demiş.
Körlerin gözleri yokmuş ama elleri,kulakları,burunları çok hassasmış.
Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.
Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların.
Yürümeleri,konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.
Bir gün körlerden biri ötekinin malını aşırmış.
Sadece tek gözlü adam görmüş bunu.
Bağırarak ilan etmiş.
-Filanca malını çaldı falancanın.
Körler:
-Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki,demişler.
-Ben duymadım,gördüm.
Gözüm var benim.
Görüyorum.
Körler göz diye,bir şey bilmiyorlarmış.
Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
-Ne demek görmek,demişler nasıl görüyorsun yani,duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
-Anlıyorum tabii…
-İnanmayız,imtihan edeceğiz seni…
Adamı almışlar,uzakça bir yere dikmişler.
Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
-Anlat bakalım,şimdi biz ne yapıyoruz,demişler.
Adam anlatmış:
-Oturuyorsunuz,konuşuyorsunuz,şu ayağa kalktı,bu elini oynattı,beriki bacağını sallıyor vs…
Derken körler bir evin içine girmişler,bağırmışlar:
-Anlatsana…
-İçeri girdiniz,göremiyorum ki…
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:
-Ne olmuş yani içeri girmişsek.
Elli santim fark etti,anlat anlat demişler.
-Arada duvar var,görmüyorum.
Körler …
Sen atıyorsun,demişler,Demincek tesadüf etti.
Bak,şimdi bilemiyorsun.
-Çıkın dışarı söyleyeyim.
-Bu kadar uzaktan duyunca ha içerisi ha dışarısı,ne çıkar yani…
-Ben duymuyorum,ben görüyorum diyormuş adam.
-Öyle şey olmaz,demişler.
Sende bir bozukluk var.
Saçmalıyorsun,acayip şeyler söylüyorsun.
Hekime muayene ettireceğiz seni…
Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler.
Hekimde kör tabii…
Elleriyle yoklamış ve parmaklarını adamın gözünde gezdirirken:
-Buldum,demiş.Bozukluk burada…
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
-Saçmalaması bundan dolayı,diyormuş.
Ben şimdi hallederim,düzeltirim onu…
Körler ülkesinde kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.
Körler görenleri anlayamazlar.
Saçmalıyor sanırlar ve onu düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.



Aya giden,atomu parçalayan,genleri yeniden birleştiren insanlık,kendi insanlığını henüz öğrenemedi.
Tüm teknik gelişmelere rağmen insanlık yönünden henüz karanlık çağları yaşıyoruz.



Göz odur ki dağın ardını göre,akıl odur ki başa geleceği bile…


“Dünyaya güzel karakterlerini göstermeyi isteyenler,önce devletlerini bir düzene koymaya çabaladılar.
Devletlerini düzene koymak isteyenler,önce evlerine çeki düzen verme gereğini gördüler.
Evlerini düzene koymak isteyenler,önce kişiliklerini terbiyeden geçirmeleri gereğini anladılar.
Kimse bütünden tek başına sorumlu değildir ve kimse bütünün dışında bırakılmamıştır.
Kimse sorunların sorumluluğunu kimseye yükleyemez.
Bütünün bir parçası olarak sorun da,çözüm de insanın kendisinde başlar.


Doğan CÜCELOĞLU
 
    
Cennete Girecek İlk Kadın

Hazreti Fatimatüzzehra (r.a.) Hazretleri bir gün babasi Peygamberimiz (s.a.s.)' e:

- Babacigim cennete en önce kadinlardan kim girecek? diye sordu.

Peygamberimiz (s.a.s.):

- Falan mahallede bir kadin var. O kadin ilk cennete girecek kadindir, buyurdular.

Hazreti Fatima cok merak etmisti:

- Benden de mi evvel girecek babacigim? diye sordu. Hazreti Peygamberimiz:

Senden de evvel girecek, istersen git de bir tanis. O zaman sen de neden önce onun girecegini ögrenirsin, buyurdular.

Hazreti Fatima' nin o kadin hakindaki meraki iyice artmisti. Bir gün
kadinin evini sora sora buldu, kapisini caldi, icerden ihtiyar bir
kadin sesi duyuldu:
- Kim o?

Hazreti Fatima, kendisini tanitip görüsmek istedigini söylediginde kadin:

- Canim sana feda ey Allah(c.c.) Resulünün kizi. Sizinle cok görüsmek
arzu ederdim. Fakat disari cikmadigim icin ziyaretinize gelemedim.
Sizin beni arayip bulmaniz benim icin bir lütuftur. Ancak ne var ki ben
kocamdan izin almadan size kapiyi acamayacagim. Sizden cok özür
dilerim. Yarin gelirseniz iceri girmeniz iccin izin alir kapiyi acarim,
görüsürüz, dedi.

Hazreti Fatima geri gitti, kadin da meseleyi anlatip kocasindan izin
aldi. Ikinci gün kadinla görüsecegine emin olarak gelen Hazreti Fatima
yanina Hazreti Hasan' i da alarak geldi. Kadinin kapisini calarak
geldigini bildirdi. Fakat kadin Hazreti Fatıma' nin yaninda bir cocuk
bulundugunun farkina varmisti. Hazreti Fatima' ya:

- Yaninizda bir de cocuk var. Ben yalniz sizin icin izin almistim,
iceri siz girebilirsiniz, fakat cocuk disarda kalir, isterseniz yarin
gelin onun icin de izin alayim, beraber iceri girersiniz, dedi.

Hazreti Fatima ikinci defa iceri giremeden geri döndü. Ücüncü gün
yanina Hazreti Hüseyin' i de alarak gitmisti.- Kapida yine ayni durumla
karsilasarak Hüseyin' i iceri alamayinca geri dönmek mecburiyetinde
kaldi. Ücüncü gün ücü birden gittiklerinde kadin kocasindan her ücü
icin de izin almisti, iceri girdiler. Hazreti Fatima bir de bakti ki,
icerde kendisini karsilayan disarda sesinden tanidigi kadin degil. Genc
ve güzel bir kadin... Hayretle sordu:

Sizinle disardan konusurken sesiniz baska idi, simdi baska, bu nasil oluyor? dedi.

Kadin;

- Sizinle konusurken sesim disariya cikmakta idi. Ben de sesimi yabanci
erkek duyar da günaha girerim diye agzima tas parcasi alarak
konusuyordum. Simdi ise o tasi cikardim, dedi.


Hazreti Fatima' nin gözleri yasarmisti. Babasinin neden cennete evvelâ bu kadinin girecegini söyledigini anladi.


Kadin Hazreti Fatima (r.a.)' ya:

- Ey Allah(c.c.)' in Resulünün kizi! Acaba ben kocama karsi vazifemi ifa
etmis oluyor muyum? "Allah(c.c.) beni kocama itaatsizlikten dolayi
hesaba ceker diye korkuyorum, dedi.

Hazreti Fatima babasinin müjdesini bildirdi:

- Hayir! Sen bil' akis babamin cennete ilk girecek kadin diye
müjdeledigi birisin. Hicbir kadin sizin yaptiginizin onda - birini bile
yapamaz, dedi.

Ve cennete ilk girecek olan kadinla bir hayli sohbet ettikten sonra müsaade isteyerek oradan ayrildi..


selam ve dua ile...
 
    
Nasıl bizim bu saf hatuna iyi söylemiş miyim?"

Bir zamanlar Fatih Camiinde Beşiktaşlı Cemal Hoca vardı. Tebessüm ettirici vaazlar yapar, hem düşündürür, hem güldürürdü.

Tebessüm ettirdiği fıkraları da hep hanımı üzerine inşa ederdi.
Birgün yine Fatih Camiinde, bir Ramazan gününde vaaz ediyor. Dışarıda oruç tutmayanları, başı açıklan, namaz kılmayanları görüyor, onlara birşeyler demesi lazım, ama direkt olarak birşey de söylemek istemiyor.

Konuya şöyle giriyor. Şu Hacı Cemal var ya, bu saf hanımla nasıl yaşayacak, nasıl idare edecek, bilemiyorum. Diyeceksiniz ki:

"Senin hanım çok mu saf?"

Aman sormayın, o kadar saf, o kadar saf ki, isterseniz bir saflık örneği vereyim de bakın anlayın. Hacı Cemal'in de bu saf hanımla nasıl yaşayacağını siz düşünün.

Efendim, öğle namazından önce abdestimi aldım, cübbemi giydim, kapıya da çıktım, buraya vaaza gelmek üzere ayakkabılarımı giyerken bizim hanım da mutfakta iftarlık yemek hazırlıyordu. Birden feryadı bastı.

"Eyvah, bu da mı gelecekti başıma?"

Hemen ayakkabılarımı çıkardım, mutfağa doğru koştum, baktım, mutfakta birşey yok. Dedim ki:

"Hanım, yangın alarmı verir gibi ne bağırıyorsun öyle? Ne var?" Dedi ki:

"Görmüyor musun kediyi?" "Görüyorum, kediye ne olmuş?"

"Daha ne olacak? İftarlık pideleri yiyor" demez mi? Tepem attı.

"Hanım sen de ne kadar cimrisin. İnsan bir pide için bu kadar çığlık atar mı? İşte camiye gidiyorum. Ne kadar pide istersen alır getiririm, hem de tazesinden" deyince, hanım bu sefer saf saf bana baktı, dedi kir

"İlahi hoca, asıl saf olan sensin! Ben pideye mi acıyorum? Görmüyor musun, şu mübarek Ramazan gününde hayvan oruç tutmuyor, oruç?
Şapur şupur pide yiyor. Ben hayvanın oruç yediğine kızıyorum, ona üzülüyorum."

Tepem iyice attı. Ben de dedim ki:

"İlahi hatun, sen bilmiyor musun ki, hayvanlar oruç tutmaz, sen bilmiyor musun ki hayvanlar namaz kılmaz, sen bilmiyor musun ki, hayvanlar açık yerlerini örtme ihtiyacı duymazlar."

Cemal Hoca cemaate döner: "Nasıl bizim bu saf hatuna iyi söylemiş miyim?"
 
    
Emeğinize sağlık ....
 
    
 
 
Üst Alt