BİLGİ Efendinin son anlarıydı...

*NiSaN*

Misafir
Katılım
6 Şub 2010
Mesajlar
6,141
Tepkime puanı
1,023
Puanları
166
Konum
Manisa/Akhisar
Web sitesi
www.nisanforum.com
Bugün 8 Haziran 2009. Hüzünlü bir günün sene-i devriyesi...

Peygamber Efendimizin miladi olarak 8 Haziran 632 de vefat ettiği düşünülürse, bugün itibari ile tam 1377 yıl olmuş.

Peygamber Efendimizin vefatından bir gün önceydi. Herkes nefesini tutmuş bekliyordu. Çünkü az evvel Hazreti Peygamber, “Bende bir hakkı olan varsa gelsin alsın” dediğinde, orada bulunan sahabelerden biri; “evet, benim bir alacağım var. Bir gün kırbacınızın ucu o sıra açık olan sırtıma değmişti de, canım yanmıştı” dedi. Hz. Peygamber hiç tereddüt etmeden üstündeki kıyafeti sıyırdı, arkasını döndü ve ‘vur’ dedi. Herkes şaşkındı. O sahabe hemen koşturdu ve elini yüzünü Hz. Peygamber’in mübarek sırtına sürdü, doyasıya öptü. Ardından da, “teninizin değdiği yerleri cehennem ateşinin yakmayacağını bildiğimden, mübarek bedeninize dokunabilmek için mahsus böyle söyledim” dedi. Hz. Peygamber bu davranışıyla, kul hakkının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.

Vefatına çok az bir süre kala göz nuru kızı Hz. Fatma’yı yanına çağırdı ve kulağına bir şeyler söyledi. Hz. Fatma’nın önce üzüldüğü sonra sevindiği görüldü. Hikmeti sorulduğunda; “Babam bana yakında vefat edeceğini söyleyince çok üzüldüm. Fakat benim yanıma ilk sen geleceksin dediğinde ise sevindim” cevabı verdi. Nitekim Hz. Fatıma Peygamber Efendimizden 6 ay sonra vefat etti.

Peygamber Efendimiz vefat etmeden az önce eşi Hz. Ayşe’nin dizine uzandı ve mübarek başını Hz. Ayşe’nin çenesi ile göğsü arasına yasladı. Misvak istedi. Takatsiz olmasına rağmen, zaten inci tanesi gibi olan dişlerini temizledi. Rabbi’nin huzuruna tertemiz gitmek istiyordu.

Peygamber Efendimiz vefatından az önce son sözleri olarak; Namaza dikkat edilmesini, kadın haklarının korunmasını, idare altındakilere iyi muamele edilmesini, emanetlerin yerlerine ulaştırılmasını istedi." (Câmiü's-Sağîr, c.3, s.188/3190) İnsanlık sırf bu öğütlere kulak verse, daha yaşanılabilir bir dünya oluşturmak işten bile değildir.

Son cümlelerini tamamlamıştı ki, bir ara kapı çaldı. Gelen Hz. Cebrail’di. Selam verdi. Peygamberlik görevinin sona erdiğini söyledi. Ardından, kapıda bekleyen bir misafir daha olduğunu ve eğer izin verirse ancak içeri girebileceğini söyledi. Hz. Peygamber “o kim?” diye sordu. Hz. Cebrail, ölüm meleği Hz. Azrail dedi. Hz. Peygamber, “gelebilir, ben hazırım” cevabı verdi. Şahadet parmağını yukarı kaldırdı; “Yüce Dosta" gittiğini söyleyerek ruhunu teslim etti. Hz. Ayşe seslendi, cevap alamadı. Hz. Peygamber’in mübarek gözünden bir damla yaşın yanağına süzüldüğünü gördü.

Bilemiyoruz artık Hz. Peygamber niçin ağlıyordu Geride bıraktığı dost ve arkadaşlarının hasretine mi, yoksa Müslümanların emanete yeterince sahip çıkamayacakları endişesi ile mi?

Ya Rasül... Emanetine yeterince sahip çıkamadık, doğrudur. Ama bugün dünyanın dört bir yanında milyonlarca Müslüman yeni bir kıpırdanışın arefesinde... Kar çiçekleri sert kışın ardından yeniden boy göstermeye başladı...
 
  
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Söylem-eylem uyuşmazlığındaki insan

İnsanlar, tabiatları gereği her zaman doğru yolu göstermek anlamına gelen irşâda, davete, öğüt ve nasihate muhtaçtırlar. Kur'an-ı Kerim'de: "Öğüt ver, doğrusu öğüt inananlara fayda verir." (Zâriyat sûresi, 55) buyurulmaktadır.

İrşâd misyonunu üstlenen kimsenin gayretli bütünüyle Allah (c.c.)'ın rızasına endeksli olmalıdır. Bu rızaya endekslenmeyen irşâdın, Allah Teâlâ'nın katında herhangi bir değeri olmadığı gibi, insanlar nazarında da kalıcı bir etkisi olmayacaktır. İrşâd eden, söylediklerini önce kendi hayatında tatbîk etmelidir. "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir." (Sâf sûresi, 2-3), "Siz kitabı okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsuuz? Düşünmez misiniz?" (Bakara sûresi, 44) ayetlerini devamlı zihninde canlı tutmalı, söylem-eylem uyuşmazlığı içerisinde olmamalıdır.

Söylem-eylem uyuşmazlığının manevî boyutunu Peygamber Efendimiz çarpıcı bir örnekle şöyle dile getirmiştir: "Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehennem ateşine atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkep gibi döner durur. Cehennem halkı onun yanına toplanırlar ve derler ki: Ey filan! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülüklerden nehyetmez miydin? O kişi de: Evet, iyiliği emrederdim fakat kendim yapmazdım, münkerden nehyederdim, fakat kendim yapardım, der." (Buharî, Bed'ül-Halk, 10; Müslim Zühd, 51).
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
İslâm'da müflis kime denir?

Hz. Aişe (r.a.) validemiz Resulullah'tan (s.a.v.) bildirmiştir. Kabahat ve kusur üç türlüdür:
1. Allahu Teâlâ'nın affettiği kabahat ve kusur.

2. Allahu Teâlâ'nın affetmediği kabahat ve kusur.

3. Allahu Teâlâ'nın affetmediği ve hiç eksiltmediği kahabat ve kusur.
Allahu Teâlâ'nın affettiği, kulun kendi nefsine ettiği zulmü, kul ile Allah arasında olan kabahat ve kusur, yani günahlardır. Allahu Teâlâ'nın affetmediği şey kendisine ortak koşulmasıdır. Allahu Teâlâ'ya şirk koşana, Allahu Teâlâ cennetini haram eder. Onun devamlı kalacağı yer cehennemdir. Allahu Teâlâ'nın affetmediği ve hiç eksiltmediği, kulların birbiri hakkında yaptıkları zulüm ve düşmanlıktır. Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir: Resûlullah (s.a.v.) Ashab-ı Kiram'ına buyurdu ki: "Kıyamet gününde ümmetimden müflis olan kimdir, bilir misiniz?" Ashab-ı Kiram: "Bize göre müflis altın ve gümüşü olmayandır" deyince, Resûlullah (s.a.v.) efendimiz: "Kıyâmet gününde ümmetimin müflisi, namaz, oruç ve ibadetlerle gelen sevapları, bir kimseye sövmüş, birine iftira etmiş, birinin malını yemiş, birinin kanını dökmüş, birini dövmüş olduğundan ve yaptığı cevr ve zulme karşılık hak sahiplerine verilen sevapları bitince, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilen ve cehenneme atılan kimsedir." buyurmuşlardır.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Lem yelid ve lem yûled

Yıllar önce, Almanya’da bir dostumu ziyaret etmiştim. Kendisi doktora yapmak üzere bu ülkeye gelmişti. Kendisinden birbiriyle yakından ilgili iki önemli haber almıştım:

Birincisi; doktora yaptığı üniversitede yapılan bir ankette, öğrencilerin yüzde doksanının ateist oldukları sonucunun çıkması.Dostum bu acı haberi verirken bir noktanın da altını önemle çizmişti: Bu gençler, tahrif edilmiş İncil ile ve kilisede verilen dinî bilgilerle tatmin olamadıkları için dinden kopuyorlar. Şu var ki, bunlar ne din düşmanı oluyorlar; ne de vatan haini. Sadece, kendi ifadeleriyle “metafizik konulara ilgi duymadan” yaşıyor, dünyaya olasıya dalıyor, sefahat bataklığında bocalıyor, iman boşluklarını eğlence ile, içki ile ve daha kötüsü uyuşturucu ile kapatmaya çalıyorlar.

Dostumun verdiği ikinci haber hem ilginç hem de ümit vericiydi: “Papazlar arasında tevhit inancı hızla yayılıyor.”Demek oluyor ki, üç ilah safsatası artık papazları da tatmin etmiyor. Bu tatminsizlik gençlik bazında çok daha büyük bir orana varıyor ve onları düşünmeden yaşamaya, adeta, mecbur ediyor.

Ne var ki, düşünmeden yaşamak asla bir çözüm değil.Düşünmemek ne ihtiyarlığı engelliyor, ne ölümü, ne de ölüm ötesi ebediyet yolculuğunu.Bu gençler kendilerine uzanacak bir yardım elini hasretle bekliyorlar. Bu el, onları öncelikle üç ilah safsatasından kurtarıp tevhit inancına kavuşturacak, onlara hayatın gayesini öğretecek, ölümle başlayan ebedî yolculuğun güzergâhını gösterecek ve ileride iki kola ayrılan bu yolculukta akıbetlerinin “saadet” olması için neler yapmaları gerektiğini ders verecektir.

Tevhidin, en veciz ve en kuvvetli dersi ihlas Suresindedir.

“De ki, O Allah bir tektir.

Allah Sameddir (hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey ona muhtaçtır).

Doğurmadı ve doğurulmadı.

Ona bir denk ve benzer de olmadı.”
Alimlerimiz surede geçen “Doğurmadı ve doğurulmadı.” hükmünü tefsir ederken “doğuran ve doğurulanlar, eşi ve benzeri olanlar ilah olamazlar” şeklinde bir işarî manaya dikkat çekerler.

Hz. Meryem’in de Hz. İsa’nın da ilah olamayacakları bu ayetle bütün Hıristiyan alemine en güzel şekilde ders verilmiştir.

Nur Külliyatından Lemaât adlı eserde, İhlas Suresinin özlü bir tefsiri yapılır.Lem yelid (doğurmadı) için şöyle bir açıklama getirilir:

“Yani, tağayyür, ya tenasül, ya tecezzi eden elbet, ne Hâlık’tır, ne Kayyum’dur, ne ilâh…”Bu sureyle, hem Hz. İsa ve Hz. Üzeyr’in, hem melaikelerin, hem de ukul-u aşere inancının kökünün kesildiği belirtilir.

Kur’an-ı Kerimde bildirildiği gibi, Yahudiler Üzeyr peygambere, Hıristiyanlar da İsa aleyhisselama “Allah’ın oğlu.” demekle şirke ve küfre düşmüşlerdir.Yine bir kısım müşrikler de meleklere “Allah’ın kızları” demişlerdir. Öte yandan bazı felsefeciler ukul-u aşere (on akıl) tezini ortaya atmışlar, Allah’ın önce akl-ı evveli (birici aklı) yarattığını, daha sonra bu aklın ikinci aklı (akl-ı saniyi), onun da üçüncü aklı (akl-ı salisi),…. yarattığını, onuncu aklın da bu âlemi idare ettiğini iddia etmişlerdir. Nur Müellifi bu inancın da “lemyelid” hükmüne zıt olduğunu ifade etmiş, insan aklından doğan bu hurafelerden de Cenab-ı Hakkın münezzeh olduğunu ifade etmiştir.

Yine Lemaât’ta, “Ve lem yuled” (doğurulmadı) ibaresi hakkında da şu açıklama getirilir:

“Yani, ya müddeten hadis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldın münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah.”

Burada “doğurma” ifadesi çok geniş bir çerçevede ele alınmıştır.Hz. Meryem ve Hz. İsa gibi biri doğan diğeri doğuran iki varlığa ilahlık isnat edildiği taktirde, bu yanlış telakki burada kalmaz, bütün varlık alemine dal budak salar:Buluttan doğan yağmur, denizden doğan balık, ağaçtan doğan meyve, topraktan doğan ağaç, güneşten ayrılan gezegenler, koyunun doğurduğu kuzu, elementlerden doğan cisimler, gıdalardan doğan hücreler …

Örnekleri artırabiliriz.

Doğanlar ve doğuranlar ilah olsalardı, bütün bu varlıkların da ilah olmaları gerekirdi. O taktirde etrafımızda kaynaşan bütün varlıklar hep ilah olurlardı. Hepsi ilah olunca da ortada mahluk kalmazdı. Bunların hepsi “maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl”dırlar. Yani bu maddi varlıklar yine maddi olan varlıklardan doğmuşlar, o asıllardan ayrılmış, çoğalmışlardır.

Bütün bu varlıklar, aynı zamanda “müddeten hadis”tirler. Yani, zaman itibariyle sonradan ortaya çıkmışlardır. Dünyaya gelmelerinden bir müddet önce yoklukta idiler. Onları yokluktan varlığa kim getirdi ise İlah ancak O’dur; bu doğuran ve doğurulanlar değil.

Ağaç ve meyve örneğini ele alalım: Ağaçtan doğan meyve ilah olamayacağı gibi, onu doğuran ağaç, o ağacı doğuran toprak, yeryüzünü doğuran güneş de ilah olamazlar. Her doğan, bir sonrakine göre de “doğuran” oluyor. Bunların hepsi mahlukturlar, hepsi acizdirler. Hepsi doğup doğurma kanununun mahkûmudurlar. Onların tümünün Hâlık’ı, bu kanunun Hâkim’idir.

Batı gençliğinin dikkat ve insafla değerlendirmeleri gereken çok önemli bir ayet-i kerime de şudur:

Meryem oğlu Mesîh sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Onun annesi dürüst ve inançlı bir kadındır. İkisi de yiyip içen birer insandı. Bak, ayetleri onlara nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl saptırılıyorlar.” Mâide Suresi, 75
Bütün peygamberler, âlemlerin Rabbi olan Allah’ı, bu âlemlerden süzülmüş en mükemmel meyve olan insanoğluna tanıtmak üzere gönderilmişlerdir. Bunlardan birisi de Hz. İsa’dır.

Ayet-i kerimede bu hatırlatma yapıldıktan sonra, Hz. Meryem’in de, Hz. İsa’nın da yemek yediklerine vurgu yapılır. Her ikisi de bu âlem tezgahında dokunan gıdalarla beslenmektedirler.

Bu hatırlatmada, o günün Hıristiyan’larına büyük bir ders veriliyordu: Onların her ikisi de gıdaya muhtaç idiler, muhtaç olan ise İlah olamazdı. Yine her ikisi de kâinatın mahsullerini yiyorlardı. Kâinata muhtaç olan bu kişilerin “kâinatın yaratıcısı” olmaları nasıl düşünülebilirdi?!..

Öte yandan, kâinat onlardan önce de vardı. Ve yine onlardan önce de resuller gelmişti.

Bu peygamberleri kim göndermişti?

Onlara indirilen kitaplar ve suhuflar kimindi?

O dönemlerin âlemlerini kim yaratmıştı?

O devirlerin insanlarını, hayvanlarını, bitkilerini yaratan kimdi?

Her halde Hz. Meryem ve oğlu İsa (as.) değillerdi.Maziye nüfuz edemeyen bu iki seçkin kulun istikbal hakkında da hiçbir tasarrufları olamazdı. Ayetlerde verilen önemli bir mesaj da Hz. Meryem’in “sıddıka” olduğu, yani doğruluktan ayrılmayan, sıddıkiyet makamında tertemiz ve üstün bir insan olduğudur.Kur’an-ı Kerimde sırat-ı müstakimde gidenler tarif edilirken, sırayla, peygamberler, sıddıklar, şüheda ve salihler zikredilirler. Peygamberlerden sonra en üstün insanlar sıddıklardır. İşte Hz. Meryem de doğruluk ve sadakat ehli olan bu seçkin zevat içinde yer almış müstesna bir hanımdır.

Hz. Meryem’e iftira atan Yahudilere karşı Kur’an-ı Kerim onun gerçek mahiyetini böylece ortaya koymuş ve müdafaasında bulunmuştur. Bu ise Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun apayrı bir delilidir. Aksi düşünülemez. Zira Peygamber Efendimize (asm.) karşı çıkan iki ehl-i kitap grubundan birisi diğerinin aleyhinde çalışırken ve iftiralar atarken, Kur’an-ı Kerim o iftira edilenin müdafaasını üslenmekle, hem Hz. Meryem’i ve Hz. İsa’yı layık oldukları makamlara oturtmuş, hem de Peygamber Efendimizin (asm) risaletini bütün Hıristiyan âlemine şöylece göstermiştir:

“Sizin rakibiniz sizi müdafaa ediyor. Siz ona karşı çıkarken o size yapılan hücumlara karşı koyuyor. O, Allah’ın elçisi olmasa hiç böyle yapar mıydı? Düşmanlarının birbirlerine karşı çıkmalarından memnun olması, bu hücumları desteklemesi gerekmez miydi?” Öte yandan, aynı mana, Allah Kelamında farklı biçimlerde defalarca nazara verilmektedir. Miraçtan ilahi bir hediye olarak gelen ayetler de (Bakara Suresinin son iki ayeti) bu noktada çok önemlidir.

Bu ayetlerde Allah resulünün kendisine indirilenlerin tümüne iman ettiği, bütün müminlerin de bu yolda gittikleri nazara verilir.

Onların (müminlerin) hepsi Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. ‘Biz Allah’ın peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız. Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, mağfiretini niyaz ederiz. Bizi bağışla. Son varışımız ancak sanadır. dediler.’ ” Bakara Suresi, 285
Bilindiği gibi iman tecezzi kabul etmez. Yani imanın altı rüknü bir bütündür, birine bile inanmamak insanı küfre götürür.İman tecezzi kabul etmeyeceği gibi, rükünleri de tecezzi kabul etmezler. Yani, peygamberlerden, yahut kitaplardan birisine bile iman etmeyen kimse mümin olamaz.Bu hükümler, bir hikmet ve ibret tablosu olarak bütün insanlık aleminin önünde bulunuyor. Bir Hıristiyan’ın bu tabloyu iyi değerlendirip şöyle düşünmesi gerekmiyor mu?

“Ben İslâm dinine karşı çıkıyorum. Ama İslam dininde benim peygamberime inanmayan bir kişi mümin olamıyor. Bu din İlahi olmasa, böyle bir hükme nasıl yer verir?”

Bugün batı dünyası bu değerlendirmeyi insafla yapamıyorsa, daha önce de belirttiğim gibi, dinlerinin kendilerini tatmin etmemesinin bir sonucu olarak, din konusunda “düşünmeden yaşama” yoluna girdiklerindendir. Onların dikkatini çekmenin bir tek yolu vardır. O da İslam’ın güzelliklerini hayatıyla sergileyen örnek Müslümanların çoğalması.

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler." (Tarihçe-i Hayat)
Biz, hepimiz, bütün bir İslam dünyası bir yönüyle teşvik, bir yönüyle de tehdit unsuru taşıyan bu ifadelere kulak vermeli, örnek bir Müslüman olmaya çalışmalı ve İslam’ın tevhit inancını muhtaç ruhlara böylece ulaştırmalıyız.

Bunu yapmadığımız takdirde sorumluluğumuzun çok büyük olacağı açıktır. Çünkü, sergilediğimiz kötü örnekler nice muhtaçları hidayet kapısından geri çevirecektir.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Miraç öncesi Efendimiz'in (a.s.m) sıkıntıları

Mirac hadisesi, bir dizi sıkıntılı ve üzücü hadiseden sonra meydana gelmiştir.

Efendimiz’in mübarek eşleri Hazreti Hatice validemiz vefat etmiş, daha sonra da amcası Ebu Talib’in ölümüyle daha da yıkılmıştır.

O seneye Hüzün Senesi denmiştir. Efendimiz’in günlerce dışarı çıkmadığı olmuştur. Dışarı çıktığında ise Kureyş müşriklerinin, Ebu Talib’ten dolayı yapmaya çekindikleri davranışlarla karşı karşıya kalıyordu. İşte onlardan birkaçı:

Hz. Peygamber (sas), başı toz toprağa bulanmış halde evine geldi. Müşrikler başına toprak saçmışlardı. Kızlarından biri, başındaki, toprağı temizlerken ağlamaya başladı. Bunun üzerine, şöyle buyurdu: “Kızım, ağlama! Muhakkak ki, Allah, babanı koruyacak ve savunacaktır.”

Hz. Peygamber (sas), bir yanında Hz. Ebubekir (ra), diğer yanında Hz. Osman (ra) olduğu halde Kabe’yi tavaf ediyordu. Müşriklerin bazıları da Kabe’nin hizasına oturmuşlardı. Efendimiz’e sataştılar. Ebu Cehil, yerinden sıçrayarak Hz.Peygamberin (sas) yakasını tuttu. Diğerleri de harekete geçtiler. Kısa bir itiş-kakıştan sonra müşrikler dağıldılar. Hz.Peygamber (sas): “Vallahi, Allah’ın (cc) acil azabını hak edinceye kadar, siz bu işten vazgeçmeyeceksiniz! Sizler, Peygamberiniz için ne kötü bir kavimsiniz!” buyurdu ve evine döndü. Hz.Ebubekir (ra) ve Hz.Osman (ra) da kendisini eve kadar takip ettiler. Hz.Peygamber (sas), kapısının önünde durarak onlara yönelip:

- Sevininiz! Hiç şüphesiz, Yüce Allah, dinini açıklayacak ve üstün kılacak. Peygamberine de yardım edecek. Şu gördüğünüz kimselerin de sizin ellerinizle, tez zamanda canlarını alacak! Hz.Osman (ra) şöyle diyor:

- Vallahi ben, yüce Allah’ın (cc), bizim ellerimizle, onların canlarını aldığını gördüm.

Ukbe, Peygamber’e düşmanlıkta müşriklerin en ileri gidenlerindendi. Hz. Peygamber (sas) Kabe’nin yanında namaz kıldığı sırada, Ukbe yanına geldi. Omuz atkısını toplayarak, boynunu sıkmaya ve boğmaya başladı. Sonunda Peygamber dizlerinin üzerine düştü. Çevredekiler, öldüğünü sanarak bağrışmaya başladılar. Hz. Ebubekir (ra) yetişerek Ukbe’yi Peygamberin üzerinden çekti ve bağırdı: “Rabbim Allah’tır” diyor diye bir adamı öldürecek misiniz!”

Hz. Peygamber (sas), Kabe’nin yanında namaz kılıyordu. Yakında oturan müşriklerden birisi bir teklifte bulundu: “İçinizden kim, falanca kişinin evinde kesilmiş bulunan devenin midesi ve bağırsaklarını getirip de bu adamın sırtına atabilir?” Ukbe bin ebi Muayt, ayağa kalktı. Pislikleri alıp getirdi. Secdeye eğildiği sırada Hz. Peygamberin (sas) sırtına bıraktı. Hz. Peygamber (sas) başını secdeden kaldıramıyor, müşriklerse bu duruma kahkahalarla gülüyorlardı.

Bir çıkış yolu bulmak için Taif’e giden Efendimiz’e orada da müşrikler hakaretlerde bulundular, taşlattılar.

İşte bu ve buna benzer sıkıntılı hadiselerden ve zahiren yapayalnız kalmış durumdayken Mirâc hâdisesi hicretten 1,5 yıl kadar önce meydana gelmiştir. Hz.Peygamber (sas), Kabe’nin Hicr denen yerine gidip ayakta durdu, müşriklere yaşadıklarını anlattı. Hiç biri inanmadı. Hz.Peygamber (sas), üzgün bir halde bir tarafa çekilip oturdu. Bu sırada Ebu Cehil çıka geldi. Söylenenleri duymuştu. Onunla alay etmek istiyordu. Mescid-i Aksa’yı sordu. Efendimiz de en ince ayrıntısına kadar anlattı. Çünkü Rabbimiz o anda Aksa ile aradaki perdeleri kaldırıvermişti. Müşrikler şaşkınlığa düştüler. Bunun üzerine müşriklerden bir kısmı: “Ey Muhammed! Sen bize kervanlarımızdan haber ver. O bizim için Mescid-i Aksa’dan daha önemli. Sen onlara rastladın mı?” dedi. “Evet, vallahi filan oğullarına rastladım. Bir deve kaybetmiş, onu arıyorlardı. Onların kafilesi şu anda Tenim yokuşundan iniyor. Kafilenin önünde de, siyah renkli erkek bir deve var.”

Kureyşliler, koşarak Tenîm yokuşuna doğru gittiler. Verilen haberleri yalan çıkarmak umuduyla beklemeye başladılar. Fakat kervan göründüğünde hayal kırıklığına uğrayacaklardı. Sordukları tüm sorular cevaplanmış, verilen haberler doğru çıkmıştı. Fakat söyledikleri “Bu apaçık bir sihir” demekten ibaret oldu.

“Sıddîkıyet” makamı sahibini buldu

Müşriklerden bir kısmı Hz.Ebubekir’in (ra) yanına koştular:

- Ey Ebubekir! Muhammed’in söylediklerinden haberin var mı? Güya bu gece Mescid-i Aksa’ya gitmiş, namaz kılmış ve dönmüş!

- Siz Onun hakkında yalan söylüyorsunuz.

- Hayır, kendisi şu anda Mescid’de halka bunları söylüyor.

- Vallahi O bunu söylediyse muhakkak doğrudur.

- Sen onu doğruluyor ve kendisinin bir gecede Mescid-i Aksa’ya gidip döndüğüne inanıyor musun?

- Evet, bunda şaşacak ne var? Gecenin, gündüzün herhangi bir saatinde kendisine semadan haber geldiğini bana haber veriyor, ben onu da tasdik ediyorum.

Bunları söyledikten sonra, doğruca Hz.Peygamber’in (sas) yanına gitti: “Ey Allah’ın (cc) peygamberi! Sen şu halka, bu gece Beytül Makdis’e gittiğini söyledin mi?

- Evet!

- Ey Allah’ın (c.c) peygamberi! Onu bana tarif et! Çünkü ben oraya gitmiştim.” Hz.Peygamber (sas) tarif etti: “Doğru söylüyorsun! Şehadet ederim ki, Sen Allah’ın (cc) peygamberisin!”. “Ey Ebubekir! Sen de Sıddîk’sin (doğrunun tasdikçisi, doğrunun şahidi)! O günden sonra Hz. Ebubekir (ra), Sıddîk olarak anılmaya başladı.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Bir müslüman hakkında kötü düşünmek

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) zamanında adamın biri bir topluluğun yanından geçerken selâm verdi ve biraz uzaklaşınca toplulukda bulunanlardan biri:
-Ben bu adamı hiç sevmiyorum, dedi. Oradakiler:
-Sus. Allah'a yemin ederiz ki, gidip ona söyleyeceğiz, dediler. Hatta bir arkadaşlarına:
-Kalk git, ona söyle, dediler.
Adam da bunu öğrenince, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'e başvurarak durumu anlattıktan sonra:
-Yâ Resûlullah! Onu çağırt da, niçin beni sevmediğini kendisine sor, diye rica etti.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) de onu çağırtarak:
-Söyle bakayım: Niçin bu adamı sevmiyorsun? dedi.
O da:
-Yâ Resûlullah! Ben onun komşusuyum. Durumunu herkesten daha iyi bilirim. Şu iyi ve kötü insanların kıldığı farz namazlardan başka bir namaz kıldığını görmedim, diye cevap verdi. Adam:
-Yâ Resûlullah! Ona sor: Herhangi bir namazı vaktinin dışına bıraktığım veyahut kötü veya yarım bir biçimde abdest aldığımı hiç görmüş müdür? dedi. Adam:
-Hayır. Ancak onun komşusu olduğum için durumunu herkesten iyi bilirim. Şu iyi ve kötü insanların verdiği farz zekâttan başka, herhangi bir muhtaca bir yardımda bulunduğunu görmedim, dedi.
Adam, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'e:
-Ona sor: Herhangi bir dilenciyi eli boş geri gönderdiğimi görmüş müdür? dedi. Adam:
-Hayır. Ancak yâ Resûlullah! Ben onun komşusuyum ve dolayısiyle onu herkesten daha iyi tanırım. Şu iyi ve kötü insanların tuttuğu Ramazan orucundan başkka -bir gün olsun- oruç tuttuğunu görmedim, dedi. Adam:
-Yâ Resûlullah! Ona sor: Hiç hasta veyahut yolculukta olmadığım zaman oruç tutmadığımı görmüş müdür? dedi. Adam:
-Hayır, dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ona:
-Gerçeği Allah bilir amma, kanâatimce o senden iyidir, buyurdu.

Kaynak: Kenzü'l-Ummâl, c. II, s. 170.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
"Duâ ettim, kabul edilmedi."

Peygamberimizin bu husustaki hadislerinden bazıları şunlardır: "Acele edip, duâ ettim kabul edilmedi demedikçe birinizin duası kabul edilir." (Buharî, Müslim)

"Bir günah veya akraba ile ilgiyi kesmeyi istemez ve acele etmezse, kulun duâsı kabul edilir."

Soruldu: Ya Resûlallah, acele etmek nedir? Buyurdu ki: "Duâ ettim, duâ ettim hiç kabul edildiğini görmedim deyip duâdan bıkmak ve duâyı terketmektir." (Müslim, Tirmizî)

"Bazı kimseler, namazda gözlerini göğe dikerek duâ etmekten vazgeçsinler. Yoksa Allah onların gözlerini kör eder." (Müslim, Nesaî ve diğerleri)

"Kalpler, birtakım kablardır. Kimi kiminden büyüktür. Ey insanlar, Allah'tan bir şey istediğiniz, kabul edeceğine inanarak isteyiniz. Zira Allah, gönülden gelmeyen gaflet içinde bir kalbin dışından çıkan duâyı kabul etmez." (Ahmet İbn Hanbel)

"Kabul edileceğine inanarak ALlah duâ ediniz ve biliniz ki, Allah gaflet ve hevâ içinde olan bir kalbden gelen duâyı kabul etmez." (Tirmizî, Hakim)

Allah'ın Resûlü buyurdu ki: "Kendi nefsinize, çocuklarınıza, hizmetçilerinize, mallarınıza kötü duâ etmeyiniz. Zira (belli olmaz) Allah'ın böyle bir zamanına rastlar ki yaptığınız duâ kabul edilir." (Müslim, Ebu Davud)

"Üç duâ var ki, bunların kabul edileceğinden şüphe yoktur. Mazlumun duâsı, misafirin duâsı, evladın babasına duâsı." (Tirmizî)

(Büyük duâ mecmuası, Kılıç Kitabevi, s. 11-12)
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Sadat-ı Kiram

“Sadat” seyyid kelimesinin çoğuludur. Sözlükte; efendi, reis, büyük gibi anlamlara gelir. Şöhret bulmuş terim olarak, ehlibeytten olanlar, tarikat büyükleri ve şeyhleri anlamında kullanılır.

Kiram ise, kerim kelimesinin çoğuludur, cömert, şerefli, mümtaz şahsiyet anlamına gelir. Buna göre, “sadat-ı kiram” terkibi, şerefli büyükler anlamına gelir. Bu itibarla, bu terkip, belli bir tarikatın büyükleri için değil, herhangi bir tarikatın büyükleri, şeyhleri için kullanılabilen bir tamlamadır. Her grup kendi büyükleri için bunu kullanabilir ve kullanıyorlar..

- Şüphesiz, İslam’da Ehl-i beyt sevgisi çok büyük önem arz etmektedir. Nitekim, Kur'an’ı Kerim’de, Hz. Peygamber (a.s.m)’in -insanlara hitaben-: “Ben peygamberlik hizmetime mukabil sizden bir ücret istemiyorum, yalnız sizden ehl-i beytimi sevmenizi bekliyorum.” (bk. Şura, 42/23) demesi istenmiştir.

- Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamber (a.s.m)’in şöyle dediğini bildirmiştir: “Ben size iki halife (benden sonra benim görevimi devam ettiren iki şey) bırakıyorum. Bunlardan biri; gökten yere uzatılmış Allah’ın kitabı, diğeri de ehl-i beytimdir. Bu ikisi (kıyamet günü) (Kevser) havuz(u) başına gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” İmam Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bu hadis hasendir. (bk. Mecmau’z-zevaid, 9/162).

Bununla beraber, ehl-i beytten olanlar sadece tarikattakiler değildir. Tarikatların dışında olanlar daha çoktur. Bu sebeple, onları yalnız belli bir kalıba oturtmak doğru değildir.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Efendimizin (a.s.m) döneminde Kur'ân okunuşu

Peygamberimiz döneminde de Kuranı Kerim tecvidli okunurdu. Kuranı en güzel okuyan ve Kuranın en güzel şekilde okunmasını isteyen ayetleri ilk olarak uygulayan Peygamberimiz ve sahabelerdi.

TECVÎD: Sözlükte; bir şeyi süslemek, güzel ve hoşça yapmak anlamlarına gelen, ıstılahta ise; kuvvet, zayıflık, şiddet, yumuşaklık, sadelik vb. bakımlarından çıkış yerlerine göre, her bir harfin hakkını vererek telaffuz etmek anlamını ifade eden Arapça "C-V-D" kökünden "tef'îl" ölçüsünde bir mastar.

Tecvîd'in birbirine yakın pek çok tarifi yapılmıştır. Bu tariflerden anlaşıldığına göre tevcîd, bilim olarak harfleri incelemektedir. Tecvid, Kur'an-ı Kerîm'in okunuşuyla ilgili bir bilim olunca, onun ilgi alanı Kur'an'dır; yani Kur'an'ın kelimeleri ve bu kelimeleri oluşturan harflerdir. Kur'an harflerinin durumunu söz konusu eden Tecvid, Kur'an-ı Kerîm'i hatasız okumayı öğreten bir ilimdir. Buna göre tecvîdin gayesi, ilahî kelâmın okunuşunda, dili her türlü hatadan korumaktır.

Tecvîd ilmini bir çok âlim, Kıraat ilminin bir parçası olarak değerlendirmişlerdir. Fakat tecvîd, Kur'an'ın Allah ve Resulunun isteğine göre okunması konusunda önemli bir rol üstlendiği için, ayrı bir bilim dalı olarak sayılması gerekli görülmüştür. Çünkü Kıraat ilminin konusu Kur'an-ı Kerim'in kelimeleri, tecvîdinki ise, onun harfleridir.

Tecvdin gayesi, Yüce Allah'ın "Kur'an'ı açık açık, tane tane oku" (el-Müzemmil, 73/4) buyruğunu gerçekleştirmektir. Buna göre Kur'an-ı Kerim, ağır ağır, harflerini belli ede ede, öyle ki, dinleyenlerin adeta harflerini sayabileceği şekilde okunmalıdır. Bu ayette Kur'an'ın güzel, ahenkli ve tane tane okunması, telaffuzu ve harflerin çıkış yerlerine uygun bir şekilde tilavet edilmesine dikkat çekilmektedir.

Kur'an, Allah sözü olduğu için, indiği şekilde korunması ve böylece okunması gerekmektedir. Âilimlerin belirttiğine göre bu ayette Allah, Peygamberine Kur'an'ı tecvîd ile okumayı emretmiştir. Dolayısıyla bu emir, bütün Müslümanlar için de geçerlidir. Zemahşeri, ayetteki "tertîlen" mastarının emrin vücûbunu te'kid etmek ve Kur'an okuyan kimseye tecvîdin muhakkak gerekli olduğunu göstermek için geldiğini belirtmiştir (Zemahşerî, Keşşaf, III, 281).

Kur'an-ı Kerim Allah katından lafız ve manasıyla birlikte inmiş olduğu için, Kur'an bütünlüğünü oluşturan lafız ve mana örgüsüne önem vermek gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'in arapça olması onun bu dilin özelliklerine göre okunmasını da gerekli kılmaktadır. Kur'an'ın belirli kurallara göre okunması gerektiğine göre, bu kuralların bir çeşit toplamı demek olan tecvîd de, Kur'an tilâvetinin ayrılmaz parçası durumundadır.

Hz. Peygamber, Kur'an'ın tecvîdle okunmasına büyük önem vermiş ve böyle okuyanları da takdirle karşılayarak bu kimselere iltifatta bulunmuştur. Meselâ, Kur'an'ı güzel okuma konusunda ün yapmış bir sahabe olan İbn Mes'ud için; "Kim Kur'an'ı ilk indiği şekilde okumayı severse, İbn Mes'ud'un kıraatini okusun" (İbn Mâce, Mukaddime, 11, I, 49, no: 138). buyurmuşlardır.

İbn Mes'ud'un "Kur'an'ı tecvîd ile okuyun, güzel seslerle onu süsleyin ve Arapça kurallara uygun olarak okuyun" (İbnü'l-Cezerî, en-Neşr fî Kıraati'l-Aşr, I, 210) şeklindeki sözleri de tecvîde uyma konusunda Sahabenin titizliğini göstermesi açısından önemlidir. Özetle söylenecek olursa; tecvîdin konusu, Kur'an kelimelerini oluşturan harfler; gayesi de, Kur'an-ı Kerîm'i hatasız ve güzel bir şekilde okumaktır.

Sorularla İslamiyet Editör
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Vahşî b. Harb'in müslüman oluşu

İbn-i Abbas (r.a.)'dan: "Rasûlüllah (s.a.v.) Hamza (r.a.)'yı öldüren Vahşî b. Harb'in arkasına adam gönderip müslüman olmasını teklif etti. Vahşî kendisine: "Yâ Muhammed! Sen "kim adam öldürür, yahut da Allah'a ortak koşar veya zina ederse cezaya çarpılır. Kıyamet günü de azâbı katmerleşir ve azâb içinde hor ve hakîr olarak ebedî kalır." diye söylüyorsun. Halbuki ben bunların hepsini yaptım. Benim için bir kurtuluş yolu bulur musun?" diye cevap gönderdi. Bunun üzerine: "Meğer ki, tevbe ve imân edip iyi amel ve davranışlarda bulunan kimseler ola. İşte Allah bunların günahlarını iyiliklere çevirir. Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir." meâlindeki Furkan sûresinin yetmişinci âyeti nazil oldu. Fakat Vahşî: "Yâ Muhammed! "Tevbe, imân ve iyi amel" ağır bir şarttır, olabilir ki, gücüm yetmez" diye haber gönderdi. Cenab-ı Allah: "Şüphesiz Allah, kendisine eş tanınmasını yarlığamaz. Fakat bunun dışında kalan günahları dilediği kimselere yarlığar." meâlindeki Nisâ' sûresinin kırk sekizinci âyetini indirdi. Vahşi bu sefer: "Yâ Muhammed! Bundan; "eğer Allah dilerse bunu yapacaktır" mânâsı anlaşılmaktadır. Ben bilmiyorum, benim hakkımda Allah dileyecek mi?" diye haber gönderdi. Bu sefer Cenâb-ı Allah: "De ki, ey kendilerinin aleyhinde günah sırrını aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları yarlığar. Şüphesiz O, çok esirgeyici, çok yarlığayıcıdır." meâlindeki Zümer sûresinin elli üçüncü, âyetini indirdi. Vahşî: "İşte şimdi oldu" diyerek Müslüman oldu. Bunun üzerine halk: "Yâ Resûlüllah! Vahşi'nin yaptıklarını biz de yaptık. Onun hakkında bu müjde bize de yok mu? dediler. Resûlüllah (s.a.v.): "Bu müjde yalnız, Vahşî'ye değil, bütün müslümanlaradır." dedi. (Heysemî. (Taberâni'den) c. Vil, s. 100'de: "Bu hadisin senedinde Ebyen b. Süfyân vardır. Zehebî, bu adama zâif demiştir" diyor.)
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Hz. Peygamber'in davet mektubu

Hz. Muhammed (a.s.m.) bütün insanlara peygamber olarak gönderilmişti. O, önce yakın çevresini ve içinde yaşadığı toplumu İslâma davet etti.

Daha sonra da İslâm Dini'ni dünyaya tebliğ etme görevine başladı. Bu maksatla Bizans İmparatoruna, İran, Mısır, Habeşistan, Umman ve Bareyn devlet başkanlarına elçiler yolladı. İslâma davet mektupları gönderdi.

Peygamberimiz gümüşten bir mühür yaptırmış, üzerine de "Muhammedü'r-Rasûlüllah" cümlesini yazdırmıştı. Mektuplarının altını bununla mühürlüyordu.

Habeşistan hükümdarı Peygamberimizin mektubunu alınca müslümanlığı kabul etti.

Bizans İmparatoruna gönderilen mektup: "Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın kulu ve Resuûlü Muhammed'in Rumların büyüğü Hirakl'e. Hidayet yoluna uyanlara selâm olsun. Bundan sonra, ben seni İslâma davet ediyorum. Müslüman ol ki selâamete eresin. Allah da sana ecrini iki kat verir. Eğer kabul etmezsen halkının vebali senin boyundadır. Ey Ehl-i Kitap! Biizmle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin: Ancak Allah'a kulluk edelim. O'na hiçbir şeyi ortak yapmayalım. Allah'ı bırakıp bir kısmınız diğer kısmınızı rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse, şahit olun, biz müslümanız deyin."

Bizans İmparatoru Hirakl, Peygamberimizin gönderdiği elçiye: "Ben bu Peygamberin zuhur edeceğini biliyordum fakat onun Arabistan'dan çıkacağını zannetmiyordum. Eğer ona ulaşabileceğimi bilsem, her zahmete katlanırdım, yanında olsam ayaklarını yıkar, hizmet ederdim." dedi.

İmparator, müslümanlığı kabul etmedi ancak peygamberin elçisine iyi davrandı ve ona hediyeler vererek geri çevirdi.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Hz. Peygamber'in merhameti

Rahmet peygamberi olarak gönderilen Allah Rasûlü (a.s.m.)'nün kalbi, şefkat, merhamet ve insan sevgisi ile dopdolu idi. Kimseye bir kötülüğün dokunmasını ve hiç kimsenin incinmesini istemezdi.

O, kendisini çok zor durumda bırakan düşmanlarından bile, şefkât ve merhametini esirgememişti.

Nitekim Uhud günü yüzündeki kanını silerek: "Allah'ım kavmimi bağışla! Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar." (Seçme hadisler, s. 87, Buharî-Müslim'den) diye dua ve niyeazda bulunmuştur. Yine o, "İnsanlara merhamet etmeyen kişiye, Allah merhamet etmez." (Riyazu'S-sâl, Trc. 1/273, Buharî-Müslim'den) buyurmuştur.

Allah Rasûlü (a.s.m.)'nun temiz hayatında temiz hayatında kin ve intikama yer olmadığına sayısız örneklerinden biri de şu olaydır: İslâm'ın en büyük düşmanlarından birisi de Ebu Cehil olduğu malumdur. Oğlu İkrime (r.a.) müslüman olunbca İkrime'nin incinmemesi için, onun yanında ölmüş babası Ebu Cehil'e dil uzatılmaması hususunda Allah Rasûlü (a.s.m.)'nün ashabını uyarması (müstedrek 3/241) gerçekten çok büyük bir merhamet örneğidir.

Kur'an'ın, "Mü'minler şefkat ve merhamet kanatlarını indir." (Hicr, 15/88) emri uyarınca, onun sosyal hayatında olduğu gibi dini hayatında da sevgi, şefkat ve merhamet, daima ön planda yer almıştır. Bu engin duyguların, "gözümün nuru" diye ifade ettiği namazda bile öne çıktığı görülmektedir. Örneğin: "Ben (çok kere) uzun kılmak niyetiyle namaz dururum da (geriden) bir çocuğun ağladığını duyunca, annesi üzülmesin diye namazı kısa keserim." (Buhari, Ezan, 64) buyurmuşlardır.

Kısaca peygamber (a.s.m.) gibi yaratılanlara saygı ve şefkatle yaklaşmak, bizler için de yüce bir erdemlilik olduğu gibi, Allah rızasını elde etmeye de bir vesiledir. Hadis-i Kutsi'de: "Rahmetime mazhar olmak isterseniz, yaratıklarıma şefkat ve merhametle muamele ediniz." (İlahî Hadisler, H. No: 48) buyurulmuştur.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Peygamberimizin ilk Cum'â hutbesi

Hicretin birinci yılında Hz. Muhammed (a.s.m.) Mekke'den Medine'ye hicret ederken Kuba ile Medine arasında bulunan Ranuna Vadisi'ne geldiğinde Cum'a namazı farz kılındı.

Hz. Muhammed (a.s.m.) ilk Cuma namazını "Beni Salim" yurdunda kıldırdı ve ilk hutbesini de burada okudu. Peygamberimiz ilk hutbesinde ashabına şöyle hitap etmiştir;

"Ey insanlar! Ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz, fırsat elde iken iyi işlere koşunuz. Allah'ı çok anmak, gizli ve aşikar çok sadaka vermek suretiyle O'nunla aranızdaki bağı kuvvetlendiriniz. Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görürsünüz, kaçırdıklarınızı tekrar elde edersiniz.

Bilirsiniz ki Cenab-ı Hakk, içinde bulunduğum yılın bu ayında, bugün şu bulunduğum yerde Cuma namazını kıyamete kadar, üzerinize farz kıldı. Hayatımda veya benden sonra, başında adil veya zalim bir imam (yönetici) olduğu halde, önemsiz gördüğü veya inkâr ettiği için kim bu namazı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve hiç bir işine hayır vermesin. Biliniz ki, böylesinin, tevbe etmedikçe, ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ne de herhangi bir iyiliği Allah katında değer taşır. Ancak kim tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder.

Ey insanlar! Kendinize ahiret için azık hazırlayıp önceden gönderin. Hepiniz ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız. Sonra Rabbiniz, orada hiç bir tercüman vasıtası olmaksızın bizzat şöyle diyecek; "Sana benim Peygamberim gelip haber vermedi mi? Ben sana nasıl vermiş, ihsanda bulunmuştum, sen bunlardan ahiretin için ne gönderdin?" diye soracaktır. O kimse sağa bakacak, sola bakacak, hiç bir şey göremeyecek. Sonra önüne bakacak, orada Cehennem'i görecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa, kendini ateşten korumaya gücü yeten, bunu yapsın. Buna gücü yetmeyen, bari güzel sözle kendini kurtarsın. Çünkü bir iyiliğe 10'dan 700 katına kadar sevap verilir. Allah'ın selâm ve rahmeti üzerinize olsun!"
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Aşûre günü

Aşûre, kamerî takvime göre Muharrem ayının onuncu günüdür. Bu günde tutulması tavsiye edilen oruca "aşûre orucu" denir.

Tüm Sâmî dinlerde özel bir yere sahip olan "aşûre günü" geleneğinin tarihi çok eskidir. Hatta Hz. Nûh'a kadar dayandırılmaktadır. Yanî aşûre günü, tarih boyunca ve çeşitli milletlerce dînî yönden kutlanagelmiş bir gündür.

Buharî'nin rivayetine göre; İslam'dan önce, cahiliyye devrinde, Kureyşliler, aşûre orucu tutardı. Hz. Peygamber de bu geleneğe uyarak oruç tutmuştur. Hatta Medine'ye hicret ettikten sonra da bu oruca devam etmiş ve nafile oruç olarak bunu tavsiye etmişti. (Buharî, Savm, 69) Bundan sonra müslümanlardan dileyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır. Dolayısıyla aşûre orucu, tutulması isteğe bağlı olan müstehap bir oruçtur.

Muharremin dokuzuncu ve onuncu ya da onuncu ve onbirinci günlerinde oruç tutmak tavsiye edilmiştir. Yalnız Muharremin onuncu günü olan Aşûre gününde oruç tutmak ise mekruh görülmüştür.

Müslüman Türkler'deki Muharrem ayında ve özelik bu ayın onuncu gününden itibaren "aşûre" adı verilen bir tatlı pişirilerek, komşulara dağıtılması geleneği, hayır işlemek ve gönül almak için güzel bir vesile olagelmiştir.

Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehit edilmesi de Muharrem'in onuncu günü gerçekleştiği için, aşûre günü aynı zamanda, İslam tarihinde son derece acı, acıklı ve üzücü bir olayı hatırlatma özelliği de taşımaktadır. Bunun için Şiiler, aşûre gününü bir mâtem günü kabul ederler.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Ruha eziyet veren dokuz şey

Ünlü müctehit Süfyan es-Sevrî, şu dokuz şeyin ruhun cilâsını azaltıp ona eziyet verdiğini belirtmiştir:

1- Kendi nefsi için duâ edip ana-babası ve mü'minler için duâ etmemek.

2- Zaman zaman Kur'an okumaz, ama onu vird (zikir) haline getirip günde yüz âyet okumamak.

3- Kabristanın yanından geçerken ölüler için dua etmemek ve onların ruhuna Fâtiha okumamak.

4- Cuma günü bir şehir ve kasabaya girip, cuma namazı kılmadan ordan ayrılmak.

5- Semtlerine gelip yerleşen âlime gitmemek, ondan istifade etmemek.

6- İki adam biraraya gelip arkadaş olurlar da birbirlerinin ismini öğrenmeden ayrılırlarsa.

7- Meşru bir ziyafete davet edilip ona gitmemek.

8- Gençliğini ilim ve ahlâktan uzak tutup tüketmek.

9- Kendisi tok yattığı halde komşusunun aç yatması...

 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Ef'âli mükellefin

Mükellef ne demektir? Allah (c.c.)'ın emir ve yasaklarından sorumlu olan ve O'nun emirlerine teslim olan kimseye denir. Ef'âli Mükellefin (Müslümanın görevleri) kaçtır? Sekizdir, bunlar:

1- Farz: Allah (c.c.)'ın kesin olarak, yapın dediği görevlerdir.
2- Vacip: Farz kadar kat'i delile dayanmamakla beraber, yapılması farz gibi mecburî olan Allah (c.c.)'ın emrine denir. Vitir namazı ve bayram namazları gibi.
3- Sünnet: Farz ve vacibin dışında Efendimiz (s.a.v.)'in söz, fiil ve davranışlardır.
4- Müstehap: Lügatta; sevilmiş şey demektir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) efendimizin bazen yapıp bazen terk ettikleri şeydir. (Kuşluk namazı gibi)
5- Mübah: Yapılıp, yapılmamasında günah olmayan şeylerdir. Yemek yemek, su içmek, uyumak ve kalkmak gibi.
6- Haram: Allah (c.c.)'in, kesin olarak "yapmayın" diye emrettiği işlerdir. İçki içmeyin, kumar oynamayın ve hırsızlık yapmayın gibi emirleri.
7- Mekruh: İbadette sevilmeyen şeyler, Mesela: Abdest alırken konuşmak gibi.
8- Müfsid: Başlanmış bir ibadeti bozan işlere denir. Namazda iken gülmek gibi.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Ehli Beyti sevmek

Rasulüllah (s.a.v) buyurdular ki: "Nimetleriyle sizi beslediği için Allah'ı sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehl-i Beytimi de benim sevgim için sevin." (Tirmizi, Menakıb)

Şu ayet indiği zaman, (mealen): "Sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle bu hususta mücadele edecek olursa de ki: 'Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendinizi ve kendimizi çağırıp toplanalım, sonra niyaz edelim ki, Allah'ın laneti yalancılar üzerine olsun!" (Al-i İmran 61)

Rasulüllah (s.a.v) Ali'yi, Fatıma'yı Hasan ve Hüseyin (r.a)'i çağırdı ve: "Allah'ım, bunlar da benim ehlim (ailem)" buyurdu. Tirmizi. Ümmü Seleme (r.anha ) Ben Rasulüllah (s.a.v)'ın evinin kapısında iken şu ayet nazil oldu: "...Ey peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor..." (Ahzab 33). Evde Rasulüllah (s.a.v), Ali, Patıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve: "Allahım, işte bunlar benim ehl-i bey-timdir, bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl" buyurdu. Ben atılıp: "Ey Allah'ın Rasulü! Ben ehl-i beyt-ten değil miyim? dedim. Bana: "Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın, sen Rasulüllah'in zevcesisin" diye cevap verdi. (Tirmizi)

Rasulüllah (s.a.v), üzerinde siyah (yünden) nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı. O sırada Hasan geldi, onu örtünün altına soktu. Sonra Hüseyin geldi onu da soktu, sonra Patıma geldi, onu da soktu. Sonra Ali geldi onu da örtünün altına soktu. Sonra da: "Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor' (Ahzab 33) buyurdu. (Müslim)
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
İbadeti tehir etmek

Şurasını iyi bil ki; bir adamın hariçte iki kardeşi olsa, birisinin yarın, diğerinin ise en az bir ay sonra geleceğini bilse, elbette ki bir ay sonra gelecek için değil, yarın gecelek olan kardeşi için hazırlanır. Bunun gibi, ölümün daha bir yıl sonra geleceğini tahmin eden, bir yıl daha müddet var diyerek ölüm için hazırlanmaz ameli te'hir eder. Bu, doğru değildir.

Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v.): "Sizden herbirinizin dünyadan beklediği, ya azdırıcı zenginliik veya unutturucu yoksulluk yahut ifsad edici hastalık veyahut da bağlayıcı ihtiyarlık veya sür'atli ölüm veya deccal -deccal ise beklenen bir kötülüktür- veya kıyamet- kıyamet size tez gelir." buyurmuştur.

İbn Abbas (r.a.)'ın rivâyetinde bir adama nasihat ederken, Resul-i Ekrem (s.a.v.): "Beş şeyden önce beş şey'i fırsat ve ganimet bil. İhtiyarlık gelmeden gençliğini, hastalık gelmeden sıhhatini, yoksulluk gelmeden zenginliğini, meşguliyet gelmeden rahatlığını ve ölüm gelmeden hayatını ganimet bil." (İhya 4.c.s:820)
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Bayram günü oruç tutulmaz

Bayram günü oruç tutulmaz. Ayrıca bayram günü sabah kurban ciğeri ile oruç açılacağı ve bunun oruç sevabı getireceği düşüncesi de doğru değildir.

Zaten o gün oruç tutulması tahrimen mekruhtur. Kurban Bayramı'ndan (bayramlarda tutulmaz!)önce nafile oruçlardan Zilhicce ayının ilk on (10) gününde oruç tutulabilir. Zilhicce orucu bayramdan önceki gün olan arafe gününde tutularak bitirilir. Kişi bayram günü ister kurban eti ile ister başka bir şey ile yeme ve içmeye başlayabilir. Ancak kurban eti ile yemeye başlamak müstehaptır.
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
Allah ümitsizlik konusunda dikkatli olmayı emreder

Allah Kur'an'da, Kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım edeceğini (Hac, 40) bildirmiştir. Bu Allah'ın vaadidir. Öyleyse insan bundan hiçbir kuşku duymamalı, asla ümitsizliğe düşmemeli ve Allah'tan gelecek yardımı her an bekleme konusunda dikkatli ve uyanık olmalıdır.

"Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle, "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şühpesiz Allah'ın yardımı pek yakındır." (Bakara, 214)
 
    
Moderatör tarafında düzenlendi:
KONU GÜNCELLENDİ..
 
    
 
 

Similar threads


Üst Alt