Güzel Hikayeler bir insanı tanımanın yolları nelerdir, dini hikayeler, dini bilgiler, islam dini, din ve islam

ƬuaƝa

EMEKLİ ADMİN
Nisan Forum
Katılım
14 May 2011
Mesajlar
6,069
Tepkime puanı
3,093
Puanları
200
Konum
Ukrayna Kiev
BİR İNSANI TANIMA YOLLARI NELERDİR?
</B>
'Bir adam Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,

' Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi.

Orada bulunanlardan birisi,

' Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer,

' Nasıl bilirsin? diye sordu. O da,

' Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, cevabını verdi.

Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:

' Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?

' Hayır, diye cevap verdi adam.

Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:

' İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?

Adam tekrar,

' Hayır, dedi.

Hz. Ömer (r.a.) bu defa;

' Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.

Adam bu soruya da,

' Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),

' Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,

' Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.'


Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin... Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun.
 
  
 
Doğruluk

Doğruluk

Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:

- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.

O gayet sakin:

- Evet, dedi.

- Nerede?

- İşte şu kulübemde...

Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:

- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.

- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?

Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:

- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.

Hazreti Habib mahcub bir şekilde:

- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.

Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.


 
    
Alın Teri

İmam Kazım (a.s) kendi tarlasında çalışmakla meşguldü. Fazla faaliyet İmamdın bütün vücundan terler akıtmıştı bu arada Ali ibni Ebi Hamza-i Bata ini geldi imamın yanına, ve o manzarayı görünce:
- Kurban olayım, niçin bu işi başkalarına bırak mıyorsun? diye sordu.
- Niçin başkalarına bırakayım? Halbuki benden daha üstün kişiler bile, daima bu gibi işlerle meşgul olmuşlardır.
- Allah'ın elçisi, Emirülmü'minin ve bütün ecdadım. Esasen tarlada çalışmak ve ziraatla meşgul olmak Peygamberlerin, peygamber vasilerinin ve Allah'ın seçkin kullarının başta gelen, en önemli adetlerinden biridir. (1)
 
    
şeytanın pisliği

ŞEYTANIN PİSLİĞİ

Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebelerinden biri şeytanın vesvesesine kapılıp;

"Artık ben kemâle geldim. Sohbete devâm etmeme lüzum kalmadı." deyip kendi başına bir yere çekildi.

Benlik ve gururundan dolayı şeytânî bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini gördü. Bu rüyâyı hakîkat zannedip, kibiri daha da arttı ve bu hâlini arkadaşlarına anlattı. Onlar da Cüneyd-i Bağdâdî'ye arzettiklerinde, Cüneyd-i Bağdâdî çok üzüldü ve anlatılan kimsenin yanına gitti. Baktı ki o kimseyi şeytan aldatmış, Ona;

"Seni bu gece Cennet'e götürürlerse, Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle oku." buyurdu. Hakîkaten o kimseyi rüyâsında Cennet'e götürdüler. O kimse Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle okudu. Gördüklerini ve kendisinde hâsıl olan şeytânî hâllerin hepsini unuttu. Bir anda kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü.Uyandığında gördüklerini hatırladı ve içine düştüğü hatâyı anladı. Çok pişman olup tövbe etti ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öptü. Sohbetlere devâm edip, talebeler arasındaki yerini aldı.

Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:

"Herkese bir mürşid-i kâmil lâzımdır. Aksi halde mel'ûn şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur."
 
    
Allah'ın Emaneti

Hz.Ümm-i Süleym, gayet temiz ahlak sahibi bir hatun idi. Çocuğu vefat ettiği zaman, sabır ve metanetle bizzat kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp, komşularına dönerek:


- Babasına haber vermeyin.

Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve döndüğünde, çocuğu sordu, hanımı:


- Gördüğünden şimdi çok iyidir, der.

Sonra yemek yediler, oturdular, birlikte oldular. Bir müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym, beyine gayet metanetle şöyle der:


- Ebu Talha, ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap eder mi etmez mi?


- Söylediğin bu söz nasıl bir söz, elbette ki ödünç alınan şey geri verilmeli.


- O halde, Hak Teala da sana emanetten vermiş bulunduğu çocuğu aldı.


Ebu Talha bu sözü duyunca :


- Biz Allah için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun tarafına döneceğiz, der ve şükreder.

Sabah olunca gidip Resulullah'a (s.a.v.) anlatır. Resulullah (s.a.v.):


- Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha'ya ver, diye dua eder.

Nitekim, dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir çocukları olur. Çocuk, Peygamberimizin himayelerinde büyürler, İslam Tarihinde önmeli bir şahsiyet olur.


 
    
Allah'ı Bilmeye Yüz

Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?

Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,

- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:

- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.

Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:

- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.

- Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?

- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.

- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?

- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...

- Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?

Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,

- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.

Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:


- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:

- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...

* * *

İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları...

Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...


 
    
Böyle Yemek Pişirirler

Bir gün ikindi vakti yanına bir misafir geldi. Tencere de bir parça et vardı. Eti pişirip misafire ikram edeyim diye düşündü. Fakat yemeği hazırlamak için de misafirinin yanında ayrılmadı.
Nihayet aksam vakti oldu.Namazlarını kıldılar. Kendisi de misafiri de oruçlu idiler. Nihayet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir miktar suyu misafirine ikram için hazırladı. Sonra etim bulunduğu tencerenin ALLAHÜ TEALA nin izniyle kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü. Misafire ikram ile iftarı birlikte yaptılar,
Misafir;
_Hayatım da bu kadar lezzetli bir yemek yemedim deyince
Rabia-tül Adevviye;
_Her halinde ALLAHÜ TEALA yı hatırlıyan ve sadece o onun rızasını isteyenlere işte böyle yemek pişirirler buyurdu....
 
    
hazreti ömerin yangını söndürmesi

Hazreti Ömer döneminde bir yangın çıktı bu o kadar şiddetli bir yangındı ki ateş taşları bile kuru odun gibi rahatlıkla yakıyordu.

Yangın çok büyüktü ve her an daha da büyüyordu. Yangın büyüdükçe büyüdü; evleri, yapıları hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını tutuşturmaya başladı.

Kısa bir sürede alevler şehrin yarısını sardı:Artık su kar etmiyordu. Halk ateşe kova kova su ve sirke döküyordu, fakat nafile.

Yangını söndüremeyen halk hazreti Ömer'e koşmaktan başka çare bulamadı.

"Ya halife yangını söndüremiyoruz, bize yardım et diye yalvardılar."

Hazret-i Ömer işin aslını ve sırrını biliyordu.

- "O yangın Allah'ın (c.c.) alametlerindendir. Sizin cimrilik ateşinizin bir şulesidir. Yangına su serpmeyi bırakın cömertlik edip fakirlere, yoksullara yardım edin, yiyecek içecek dağıtın, cimriliği bırakın." dedi.

Bunu duyan halk itiraza başladı:

- "Biz cömert insanlarız fakirleri doyuruyor yoksullara yardımda yarışıyoruz." dediler.

Bunun üzerine hazreti Ömer (r.a.):

- "Siz adet haline getirdiğiniz için yoksula yardım ediyorsunuz. Allah (c.c.) rızası için değil. Sizin derdiniz, maksadınız, övünmek, gösteriş yapmak. Yoksa siz Allah'ın (c.c.) rızasını gözetmiyorsunuz. Bunu terk edin ki Rabbim size merhamet etsin." buyurdu.
 
    
Süvari ve kör yolcu

Çöl sıcağında atıyla seyahat eden bir süvari bulmuş olduğu bir ağaç gölgesinde, hem atı hemde kendisinin dinlenmesi için bir mola verir. Fakat atını o ağaca bağlayabileceği kadar uzun bir ince halat bulamadı. Çevresine bakındığında işini çözebileceği bir kalın ağaç dalı bulur. O kalın dalı ağacın gölgesine çakarak atını o dal'a bağlar. İhtiyacı kadar dinlendikten sonra, yola devam etmek üzere hazırlanır. Tam atını bağladığı o dalı kumdan sökecekken birerden durup düşünür. Ben bu kadar mesafeden geldim ve yolumda sadece bu ağacın gölgesinden istifadeyi sadece ben değil, atımda dinlendi. İyisimi bu kazığı çıkartmayayımki , belki benden sonra başka bir süvaride atıyla dinlenmek için mola verdiğinde bu kazığı kullanır, deyip o kazığı sökmekten vazgeçer , ve yola devam eder.

Hikaye bu ya, o çöl sıcağında kendi başına seyahat eden bir KÖR yolcu tamda bu ağacın altında mola için duracakken ayağı o kazığa takılıp birden yere düşer. Hay Allah bu çölün orasındaki bu ağacın altındaki bu kazığın ne işi vardır deyip, benden sonra belki başka bir kör yolcu bu kazığa takılıpta yere düşmesin diye, o kazığı aradan söküp atar.

Şimdi hangisi doğru olanı yapmış diye kendimize sorduğumuzda , cevabımız hangisi? Acaba o süvarinin ağacın altına kazığı çakan kendisinden sonra gelecek bir başkasını düşünen süvarimi , yoksa bir başka kör bir yolcunun takılıp yere düşüp canını yakmaması için kendinden sonraki başka bir kör yolcuyu düşünene ve oradan söküp atan o kör yolcumu?

Elbette ikiside haklı , ve kendilerinden sonraki insanları düşünüp vazifelerini yapmış bulunuyorlar.

Acaba bizler , bizlerden sonra geleceklere neler yapıyoruz ve bırakıyoruz ???


 
    
en iyi dosluk

Günlerden bir gün annesi ve babası olmayan anneanne siyle yaşıyan küçük bir kız varmış.Bu kızın evinde yangın çıkmış.Anneanesi o kızı kurtarmaya çalışırken ölmüş.Yangını gören komşular itfaiyeyi çağırmışlar.İtfayiye gelmeden once bir adam yangının olduğu eve merdivenle tırmanmış ve kızı kurtarmış.Ve kızı kurtardıktan sonra akşam karanlığıyla ortadan kaybolmuş.Kızı sahiplenmek için bir toplantı kurulmuş mahalle sakinleri tarafından.Ama sadece 3 kişi onu sahiplenmek istemiş.Bir öğretmen:
-Ben o kızı yeterince okuturum eğitimli bir kız olur.''demiş.aradan bir çiftçi:
-Ben onu doğal yaşam ile büyütürüm.'' demiş.
Aradan o kızı kurtaran adam gelmiş:
- ben onu kurtaran adamım ben onu sahiplenmeliyim.'' demiş. oradan bir adam :
-toplantı bitmiştir .demiş.

 
    
tüccar

tüccarın 4 eşi vardı 4.eşini çok seviyordu istediği herşey oluyordu 3.yü de onun kadar seviyordu ve gitmesinden çok korkuyordu 2.eşi güvendiği eşi idi her sorunu onunla paylaşırdı 1. eşini hiç sevmiyordu ama aileye ve zenginliğini kendisi sağlamıştı.tüccar hastalığa yakalandı ve eşlerinden onunla gelmesini istedi 4.eşi hayır dedi ve gitti.3.eş sen ölünce ben başkasına gidecem seni olmayacağım 2.eş olmaz dedi ve ben sana mezarına kadar yardım ederim fazlasını isteme tüccarın kalbi çok kırılmıştı ve düşünürken ben gelirim dedi ve 1.eşi çıktı zamanında kötü davrandım beni affet dedi 4.eş bedenimizdir ve asla ölümde gelmez 3.eş güzelliyimizdi . ve asla onu bırakmayız 3.eş arkadaşlarımız bize sadece mezara kadar yardım ederler sonrasına karısamazlar 1.eş ruhumuzu temsil ediyor ve bizimle heryerdedir ozaman iyi insan olmaya çalışalım
 
    
Yolcu

Ölüm nedir bilmezdim ta ki o yola çıkınca anladım hayatın bir yol olduğunu ve bu yolun bir durakta son bulduğunu geçte olsa anladım. Herkes yanımda mırıldanıp konuşuyordu; Mahallenin bakalı ne iyi adamdı daha dün sabah benden bir ekmek, sigara almıştı diye yanındaki mahalleli dostlarıyla muhabbet ediyordu, bütün arkadaşlar, dostlar,eşim ve çocuklar hüzünlü gözlerle bana bakıyorlardı.Derken bir ezan sesi geldi.Ben irkilirken dostlarım dikkatlice ezanı dinliyorlardı. Bir ara yalnızlıktan of çektim nedir bu karanlık kutu bu karanlık kutuda ışık yok mu diye hayıflandım. Bu da geçer dedim kendi kendime. Derken bir ses avluda yankılandı. Hakkını helal ediyor musun cemaat dedi? Ben yine vurdum duymaz bir şekilde bu acayip durum bitsinde kahveye, okeye gidelim diye düşünüyordum, ne de olsa Ahmet, Ali, Mustafa avlunun bir köşesinde beklemiyorlar mı birazdan gideriz diye sabredeyim dedim. Dostlarım, akrabalarım neden buradalar anlamış değilim. Kim çağırmış bunları, düğün mü var? Yok, yok düğün de olmaz olsaydı herkes güler eğlenirdi ama herkeste bir kasvet havası hâkimdi. Derken bir ses daha haydi cemaat! o sırada içinde bulunduğum tuhaf kutunun kıpırdadığını anladım. Herkes çekiştiriyor birbirini benim yanıma gelmeleri de bir tuhaf değil mi? Annem bir köşede neden ağlıyor? Babam neden yıpranmış sanki 45 yaşında değil de yetmişlik dedeler gibi çökmüş perişan bir şekilde bekliyor. Eller üstünde karanlık bir sandukayla gidiyorum. Bilinmez bir yola bilinmez mekâna!
Yolculuk esnasında mahalle sakinlerine bakıyordum. Herkes bir tuhaf olmuştu. Çocuklar bile öcü görmüş gibi bana bakıp korkuyorlardı. Derken boş zamanlarda takıldığım kahvenin önünden geçtik. Bir çok arkadaş ordaydı. Bazıları okey, bazıları da tavla oynuyorlardı. Kahveciyi gördüm vah vah sende mi bu yolun yolcusu oldun diye mırıldanıyordu. Kahvedekiler de bana bile bakmıyorlar oyunlarına devam edip kendi aralarında: "Zaten vakti gelmişti, Azrail geç bile kaldı" derken alaylı bir şekilde de "Hepimiz bu yolun yolcusuyuz aman giden gider kalan sağlar bizimdir," diyorlardı.
İçi karanlık sanduka aşağı indi. Bende yere düşmüş gibi oldum. Etrafıma baktım etraf yeşilliklerle dolu idi. diğer taraftan imam ve akrabalarım duruyor etrafımda. Yanımda bir genç Kuran okuyordu. Biraz daha sabır edeyim beni çıkartacaklar bana ne Kuran okuyorsa okusun zaten Mustafa ali Ahmet’te burada! Cemaatle biraz konuşur kaçarız kahveye dedim. karanlık kutudan aniden bir ışık girdi içeri derken her yer aydınlandı. Oh be dünya varmış o karanlık yerde de kalınmaz ki canım diyordum.
Beş, altı kişi bedenimi tutup kaldırıyor nedir bu şakamı yoksa bir çukur gördüm içinde sivrisinekler vızıldıyordu. Karıma ve çocuklarıma baktım ağlıyorlardı. Derken bedenimi tutan eller beni o çukura götürüyor. Ben ise aman ne yapıyorsunuz arkadaşlar şaka yapmayın diyorum ama beni dinleyen yok ki! Derken bir ses daha: Haydi cemaat! Üstümü kumlu topraklarla dolduruyorlardı. Kumlu ve topraklı bedenimi son kez kaldırmak istedim. Tozlu gözlerle baktım son kez Herkes gidiyor. Beni unuttunuz diyorum Mustafa, Ahmet, Ali sizler nereye hani okeye gidecektik diyordum. Ama duymuyorlardı sonra anladım ve düşündüm ki: "Ben bu durakta, dostlarım bir sonraki durakta ineceklermiş.



 
    
ölüm var

bundan beş yıl öncesiydi ben nişanlıydım.tabi her şey çok güzel yeni eşyalar alışverişler sevdiğim insanla evlenme arefesindeyim aklım iki karış havada laylay lom bir şekilde geziyordum.bir gece sabaha karşı rüyamda beni annem yatırmış bir yere yıkıyor bir taraftanda ağıtlar yakıyor ben nolduğunun farkında değilim kızıyorum napıyosun anne diyorum saçmalama ben kendim yıkanırım diye fırça atıyorum.ama annem beni duymuyor.sonrasında beni uzunca beyaz bir bez parçasına sarıyorlar ve ben ozaman öldüğümü anlıyorum.ben hayatımda bir cenaze nasıl yıkanır nasıl kefenlenir hiç görmemiştim.daha sonra beni tabuta koyuyorlar ve cenaze namazımı kılmak için saf tutuyorlar.hayatımın en önemli üç erkeği ön safta duruyordu.babam dayım ve nişanlım ağlıyorlardı.ben ölmedim ağlamayın diyordum duymuyorlardı.namazıda kılmışlardı sıra defnetmeye gelmişti.mezarın başına geldik aldılar beni tabuttan sağ tarafıma doğru koydular toprağa.o anı hissettim toprağa konulduğumu cidden sırtımın yere geldiğini hissettim ve eyvaah ben gerçekten ölmüşüm dedim.korkulukları dizmeye başladılar ayak ucumdan başıma doğru ben hiç cenaze defni görmemiştim rüyamda öğrendim korkuluk isimli tahtaların varlığını.son tahtayı bulamamışlardı sevindim açık kalacak zanneddim buldular ve onuda kapattılar.toprağı attıkça ışıktan eser kalmadı.karardı herşey herkes birer birer gitti yanımdan.ben karanlıkta yalnız kalmıştımki sabah ezanıyla ben ölmedim diye çığlıklarla uyandım annem babam yatıştıramıyorlardı bakın ben ölmedim gömmeyin beni diyordum.ben yaşıyorum diyordum.üç gün göğsüm ağrımıştı konuşamamıştım.Allah(c.c) bana ders vermişti.ölümde var demişti.şimdi her cenaze görüşümde benim rüyamda çektiğim o inanılmaz tarifsiz sıkıntıyı onlarada çekicekler şimdi diye onlar için üzülüyorum.
 
    
Bir misafirlik yiyecek

peygamberimizin dostlarından bir kişi varmış.bir gün oruç tutmuş.oruç tutmak bir ibadettir.gece olunca sahura kalkılır ve yemek yenir.gündüz de hiç bir şey yemeden akşam ezanı okununcaya kadar aç durulur.
Fakat bu adam,gece olup sahura kalkınca evinde yiyecek bir şey bulamamış.çünkü çok fakirmiş.vakti gelince orucunu su ile açmış.ertesi gün yine oruç tutmuş.bu şekilde üç gün oruç tutunca,zayıf düşmüş.ensardan biri onun bu halini anlamış.onu alıp evine götürmüş.işte bu adamın çocukları da varmış.adam karısına şöyle demiş:
-evde bir konuk doyuracak kadaryiyecek varmı?
Karısı cevap vermiş:
-ancak bir kişiye yetecek kadar var.
Ensari;
-onu konuğa yedirelim,biz sabredelim,demiş
-peki çocukları ne yapalım? Demiş kadın.
-onları uyutalım.akşam olunca yemeği konuğun önüne koyalım.mumu bir bahaneyle
söndürelim.yemek kabına el uzatıyormuş gibi sesler çıkaralım.elimiz gitsin gelsin.böylece o da bizi yemek yiyor sansın
akşam olunca dedikleri gibi yapmışlar.sabah olunca ensari mescide gelmiş.namazdan sonra peygamber efendimizşöyle demiş;
-allah sizin yaptığınızdan razı oldu.sonra da şu ayeti okumuş;
''kendilerinin muhtaç oldukları şeyi bile onlara cömertlikle ikram ederler.
 
    
Rasülallah çanakkalede

Rasülallah Çanakkale'deki asker evlâtlarının yardımına gitmişti
Tarihler 1928 yılını göstermektedir. Osmanlının son devir âlimlerinden, ilmi ile amil Alasonyalı Cemal Öğüt Hocaefendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir.

Cemal Öğüt Hocaefendi Mekke'deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine'ye gider. Medine'de her zamankinden fazla kalır. Bu esnada Osmanlı coğrafyasının değişik bölgelerinden gelen hacılarla istişarelerde bulunur. Osmanlı devleti yıkılmıştır, Osmanlı'dan geri kalan toprakların büyük çoğunluğu ya işgal altındadır ya da sömürge durumuna düşmüştür.
Cemal Öğüt Hocaefendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî'de geçirir. Bu arada Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakınlık hâsıl olur. Hiçbir dünyalık beklemeden, sadece Resûlullah'a sevgi ve muhabbetinden dolayı türbeye hizmet eden bu güzel insan da Cemal Öğüt Hocaefendiye yakınlıkduyar ve güzel bir dostluk kurulmuş olur.
Cemal Öğüt Hocaefendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösteriyordu. Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı'ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hocaefendinin merakımı celbeder, bir gün sorar:
"Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?" Nurani ihtiyar derin bir düşünceye daldı, kısa süre sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:
"Allah ve Resûl'ünün muhabbeti, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir." Cemal Öğüt Hocaefendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. Anlamadığı da zaten yüz hatlarından anlaşılmıştır. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde değildir, ancak Cemal Öğüt Hocaefendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder:
"Osmanlı'yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile."
1915 senesinde Medine'de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır.
1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan mü'minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile sizinle olduğu gibi yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar güzel sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu. O zamanlar Osmanlı'nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm'a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı'nda büyük savaş oluyordu.
Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça artı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum:
"Efendi! Bu mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?" Beni yayına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı. Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki:
"Ben uzun yılların hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… Ağlamamın sebebi budur."
Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı. Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu değildi. Son derece samimî bir hâl içindedir. Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi. Bu Hindli âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı?
Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti.
Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez. Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi cevap verir:
"O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale'deyim… Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…"
Hindistanlı âlim, Allah dostunun vaziyeti anlaşılmıştı. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Efendimiz bulunduğu makam itibariyle, bir anda birden çok yerde bulunamaz mı? Elbette bulunur, başta Hızır Aleyhisselâm'ın ve Allah'ın veli kullarının bulunduğu gibi. Buradaki, hâdise birine gösterirler, ondan da herkese duyururlar mahiyetindedir.

Yetiş ya Muhammed Kur-an’ın elden gidiyor!
Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır. Şimdi bu subaylardan birine kulak verelim.
Alman Subay Sanders anlatıyor:
Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.
Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.
Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:
–Şu koşan asker ne diyor?
–Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.
Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı. Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu
 
    
Azrailin oldurmek istemedigi anne

Allah Azraili yanina cagrir ve der: Azrailim git ve fatma hanimin canini al.Azrail eve gider ve fatma hanimi bulur.Ama o bir anneydi onun canini alamazdi bebekleri vardi.Allahin huzuruna gidip:ben o kadinin canini alamam o bir anne bebekleri var.Der.Allah:Hemen kadinin canini al sen almazsan ben alirim! der.Azrail uzulup kadinin canini alir. bir kac yil sonra Allah Azraili cagirip bir dereye gitmesini ister.2 cocuk nerdeyse azrailin icinden geciyordu.Azrail hemen Allahin yanina gelr Allah sorar:O cocuklari tanidinmi? diye sorar.Azrail hayir diye cevap verir.Allah:
onlar canini almak istemedigin kadinin cocuklariydi onlar. Der.Azrail iyiki aldigini soyleyip gider


 
    
bayram sevinci

sabah insanlar telaşla camiye gitmeye hazırlanıyorlardı. cami çıkışı bi köşede bi kız ağlıyordu bu kızın üstü başı yırtıktı bi haldeydi.omuzuna bi el atıldı ve:
-seslenen peygamerimiz (s.a.v)di.güzel kız neden ağlıyorsunn bu bayram sizlerin için kız seslenerek:
- bu benim ilk babamsız geçirdiğimm ilk bayramm peygamberimizle savaş yaparken şehit oldu diyerek ağlamaya başladı peygamberimiz bi karar verdi kıza sen benim kızım olurmusun dedi :
-kız bakarak olurum dedi .
kzı evine götürdü üstüne başına yeni kıyafetler aldı ve ablalar kızı giydirdi peygamberimiz(s.a.v)diğer kızlarına para verdiği gibi bu kıza da para verdi kız sokağa çıkp oynadı ve sokaktaki çocuklar arasından en mutlu bu kız oldu.


 
    
Kabirde İlk Gece

Ahmet rüyada mı yoksa gerçek hayatta mı olduğunu tam kestiremediği bir kalabalığın arasında mezarlığa doğru ilerliyordu. Kalabalık bazen “El Fatiha” nidalarıyla duruyor, soluklanıyor, ellerini yüzlere sürüyor ve tekrar yürümeye devam ediyorlardı. Mezarlık lahuti sessizliğine cemaatin duaları, aminleri ve fatihalarıyla ara verse de bir müddet sonra tekrar mistik bir sessizliğe bürünüyordu.
Mezarlık, sağlı sollu kol kola dizilmiş çam ağaçlarının hazır kıta karşılama ekibi ve kuşların tatlı çığırışlarıyla oluşturduğu küçük bir koroyla gelen misafiri ağırlıyordu. Ahmet kalabalığın arasında sessizce ilerliyordu. Az ileriden kürek sesleri işitiliyordu. Cemaat omuzlarında taşıdıkları tabutu hızlı bir şekilde son uğurlama yerine doğru götürüyorlardı. Sanki bir an önce kurtulmak istiyormuşçasına…
Mezarın başına gelmişlerdi. Nice büyük salonları, odaları beğenmeyen insanoğlu için hazırlanmış bir seksen uzunluğunda, elli santim genişliğinde ihtişamlı bir çukur gözleri alıyordu. Burada yatılır mı diyen nicelerinin üzerinden uzun süren mevsimler geçmişti. İşte yeni bir misafir daha ağırlamak için insanoğlunun gözünü dolduracak büyüklükte bir misafirhane daha hazırlanmıştı.
Ahmet şaşkın gözlerle çukura inen iki kişiye baktı. Birisi düz sarı saçlı, geniş omuzlu bir genç, diğeri ise kumral, mavi gözlü yakışıklı bir delikanlıydı. Bu ikisini çok iyi tanıyordu. Çünkü ikisi de kendisinin öz mü öz oğullarıydı. Ne işleri vardı, ne geziyorlardı çukurun içinde? Seslenmek, “çıkın oradan” demek istedi ama çocuklarının böyle centilmen bir tavır içinde olmaları kendisini duygulandırdı. Birden seslenmekten vazgeçti. Ama gözlerinden süzülen o derin, anlamlı yağmur taneciklerine bir türlü mana veremedi. Bir insan ancak ciğerinden birisi için dökebilirdi bu yaşları. Celal ve Furkan’ın duyarlı yüreklerinden gözlerine yansıyan hüznün melodisi, Ahmet’in gözlerini doldurdu. Hüzün melodisiyle sarsılan gözleri biraz ileride kadınların arasında tanıdık yüzlerle daha da dalgalandı. Eşi Nesrin Hanım ve üç kızı bir köşede kızarmış gözlerle metaneti kaybetmemeye çalışan yürekle dua ediyorlardı. Acaba bu ölen kişi kimdi ki bu kadar yakınıyla birlikte mezarlığa doluşmuşlardı. Aslında kendisi de nasıl buraya geldiğini tam hatırlamıyordu.
Tabut açıldı. Bembeyaz elbisesiyle dünyanın tüm kirlerinden kurtuluşun muştusunu veren boydan takımıyla yenidünya yolcusu mezar metrosuna indirildi. Güneş yavaş yavaş apartmanların ardından evine doğru çekiliyordu.
Nasıl ki her doğan güneşin batışı, her ilkbaharın bir kışı varsa her doğan insanın da ölümü vardı. Ebedi değildi fani insanlar için dünyanın omuzları. Rodeoya katılmış bir kovboy gibi kimisi az, kimisi çok kalıyordu dünya atının sırtında. Ama sonunda hepsi düşüyordu toprağın kara bağrına.
Topraklar kürek kürek atılmaya başlandı. Birkaç kürek atan çekiliyordu kenara. Herkes çorbada tuzu olsun hesabı bir parça toprak serpiyordu beyaz takımlı yolcunun üzerine. Ahmet’te atmak istedi ama o cesareti bulamadı kendinde. Diz çöktü mezarın yanı başına.
İmam telkine başladı. Herkeste ölümün hazin sessizliği hâkimdi. Hazan mevsimindeki ağaçlar gibi solgundu Sümeyye, Fatma ve Mevlüde. Kızlarının bu sararmış hali gözlerinden kaçmadı. Bir şeyler söylüyor ağlıyorlardı, ama bir türlü anlamıyordu. Hele Celal ile Furkan o gencecik çağlarında birden sonbahar rüzgârının sert esintisiyle çarpılmışçasına sararmışlardı.
Telkin bitmişti. Topluluk yavaş yavaş dağılıyordu. Eşi Nesrin Hanım siyah bir eşarp bağlamış kızları ile kadınların taziyelerini kabul ediyorlardı. Furkan ile Celal’de erkeklerin taziyelerini kabul ediyorlardı. Amcaları Halil çocukları bağrına bastı. Halaları Nurgül ile Nilüfer ise kızların yanındaydı. Ahmet’te onların yanına gitmek için çöktüğü yerden kalktı. Ama biden omuzlarında bir ağırlık hissetti. Geriye döndü. Birden irkildi.

 
    
bir adamın hikayesi

Bir gün bir adam ölmüş.Bu adam ama her işini yaparmış namazını kılar,orucunu tutarmış.Tabi ölünce saç telinden de ince ipden geçerken düşmüş.Sonra adam yanmıyormuş ama yavaş yavaş yanmaya başlamış.Adam demiş ki hani benim kıldığım namazlarım hani benim tutuğum oruçlarım demiş.5 dk sonra bir el gelmiş.Adam sormuş neden geç geldin demiş el ise sende namazlarını ve oruçlarını geç kılıp tutuğun için demiş.

 
    
4 kardeşlerdi

günün birinde çok zengin ve çok mutlu bir aile yaşarmış.annenin adı: meryem babanın adı ise: yahya'mış.bunların 4 çocukları varmış. hazal,meryah,faik ve neriman adlı kişilermiş.bu köyde bir meral adlı kötü kadın yaşarmış.fakat köyde iyi bilinirmiş o yüzden herkez onun dediğine inanırmış.bir gün bu meral kadın bunları çekemediği için yalan uydurmuş. yalan öyle acımasız öyle kötü bir yalanmış ki tüm halk o aileden nefret etmiş.meral kadın tüm köylülere: sevgili köylüler!! biliyorsunuz köyde; deli mahir,özürlü şakir,sağır nusret,kör zahra ve dilsiz şermin var.bunların sebebini kimse anlamadı değilmi? ben size söyliyeyim bunların sorumlusu köyün zengini ve mutlu ailesi yani meryem ve yahyadır. herkez aaaaaaaa!! diğe sesler çıkardı.ama inanmışlardı.meral kadın durunnn! daha bitmedi ayrıca: size neden aş ocakları açıyor fakirlere yardım ediyor sanıyorsunuz? neden biliyormusunuz? çünkü: size kendini iyi göstermek,ve bir hata yaptıklarında ona güvenmeniz için kısacası gözünüze girmek nekadar iyi olduklarını sanmanız için.vaaz türküsü çalındığında hani gözlerinden yaş akardı ya işte bunun sebebide kendilerini duygusal göstermektir.size dağattıkları yemeklerde domuz eti,köpek ve kedi eti,kayvan tezeği bulunuyor.köyde hüdairin evine hırsız olarak giren onlar köydeki tüm herşeyi çalanda onlar arkadaşlar şimdi anlıyormusunuz hemde haram yiyorsunuz çünkü bu çaldığı paralarla doyuruyor karnınızı.lütfen dikkatli olun ayrıca birdaha kimseye kanmayın bu devirde bedavaya bir şey yapanmı kaldı canım? herkez bir ağızdan: evet doğrudur meral kadın sen hereşyi doğru söylersin biz şimdi gideriz bunların hesabını vericekler eğer bir açıklama yapmazlarsada kan kustura kustura açıklama yaptırırım. tüm köylüler meryem ile yahyanın evine gidittiler kapıyı bir hırsla çaldılar.evin kadını meryem kapıyı açtı.tüm köylü içeri girdi meryem: nereye giriyorsunuz? ne oldu? bir yanlışımızmı var? lütfen nereye? herkez içeri gireren yüzüne tükürüyor sonrada ayağını ezerek içeri giriyorlardı içerde yahyay sıra gelincede tüü! sana köyün adı battı karşı köyden insanlar geldi bu duyurular herkezin kulağında köyümüzün şerefi 5 paralık bile değil artık!!!!!!! seni ve karını öldürüp köyün namusunu temizleyeceğiz diyerek yahyayı alırlar ve bir mağaraya atarlar yahya orada eziyet çekerek ölür ölürken: bismillahirrahmanhirrahim! yarabbim ben hiçbirşey yapmadım allahım adım temize çıksın ben suçsuzken suçlu oldum! karımıı ve çocuklarımı koru yarabbim diyerek eline bir taş alır ve öldüğünde taşın üzerinde allah yazısı yazar.onu tabuta koyarken dilsiz şermin taşı gösterir.onlar şermini takmazlar çünkü dilsiz olduğu için önemsiz birşeydir derler ve geçerler tabutu yerleştirirler ziyaretçi hiç olmaz sadece karısı ve 4 çocuğu vardır fakat uzaktan ayak sesleri gelir dilsiz şermindir şermin elindeki taşı gösterir karısı birşey demez çünkü taşı nerden aldığını bile bilmez.öbür gün karısını öldürürler.4 çocuk tek başlarına kalırlar ve en büyüyü hazal evlerini satarlar ve anne ve babalarından kalan paraylada giderler şehire tabi birde evi sattığı için evin parası vardır baya para olduğu için şehire gitmeye tam karar verirler. köyden oldukça uzak şehire giderler. o şehirde bir ev tutarlar en büyük kardeş hazal daha 19 yaşındadır.böyle geçinip giderler ama hep anne baba sewgisine özlem duyarlar.en küçük kardeş neriman ise daha 2 yaşında olduğu için durmadan ağlar ben annemi özledim der ben babamı özledim der aam yapıcak birşey olmaz birkaç yıl sonra köyden meral kadın ve tğm köylü gelir bu 4 kardeş çok korkarlar enbüyük kardeş hazal: neden geldiniz? bizidemi öldürüceksiniz? meral kadın neden ağlıyorsun yoksa bizden çaldığın paralarınmı çalındı? defolun evimizden istemiyoruz sizi! anne ve babamızı öldüren katiller pis katiller yürüyün gidin evimizden gidin gidin gidin! 4 kardeş göz yaşlarına boğulmuşlardı. tüm köylü boyunlarını bükerek üzgünüz! çok üzgünüz! bizi affedin.. meral kadının sözüne kanıp sizi bu durumlara düşürdük hakkınızı helal edin! hazal: yürüyün gidin dedik size! size hakkımızı helal etmiyoruzz biliyorum annem ve babam olsa affederlerdi ama ben affetmicem, biz affetmicez! meral kadın ayaklarına kapandı küçücük çocukların ve lütfen! lütfen! affedin tüm köylü meral kadına tekme atıyordu... hepsi gittiler fakat bu 4 kardeş birşey öğrendiler. meral kadın ölünce gözleri mor olmuş ve tabutuna fare,yılanlar konmuş! bu dört kardeş anlamışlarki ''kötü insanların tabutuna kötü hayvanlar konar iyi insnların tabutuna kur-an kitabı namazlık ve tezbih konar iyi olan kazanır kötü olan kaybeder''..
 
    
Kıyamete kadar havada kalan tas

Bu olay tamamiyen gerçektir!Peygamber Efendiğimiz (S.A.V.) Gök Yüzüne Yükselirken Miraç Gecesi o Taş Üzerinden
Gök Yüzüne Çıkıyormuş. o Taşdan Yardım Almış İnerken Taşa Dur Demiş Taş O Şekilde
Durmuş ve Kıyamete Kadar O Şekilde Kalacakmış.peygamber(sav)in miraca çıkarken üzerine bastığı taş olmasının yanı sıra ibrahim peygamberin oğlu ismaili kurban etmek için yatırdığı taş olması islam dünyasındaki önem hanesine artı iki puan ekler.

altı boş olan ve sadece bir köşesinden destekle durabilen bir kaya parçası. hz. muhammedîn, üzerinden miraca yükseldigi tas. kubbet-üs sahra nın içinde "asılı duran taş" anlamına gelen hacer-i muallak adi verilen taştir. bu kayanın içine on bir basamak merdivenle inilebilmektedir. kayanın iç kısmı yaklaşık 1.5 metre yüksekliğinde ve 4.5 metre x 4.5 metre boyutlarında boş bir mekandır. içeriden tavana bakıldığında havada asılı izlenimi verir, bundan dolayı hacer-i muallak olarak anılmaktadır. hz. fatma bu kayanın yanında namaz kıldığı için özellikle de çocuk sahibi olmak isteyen kadınların dua ettikleri bir mimber yapılmıştır. yine cami içinde mermere gömülü ve dışı tahta oymalı bir kutu içinde sakalı şerif vardır. herkes bunun içine elini sokuyor. yine muallak taşının altında, hz. muhammedî kendisini almaya gelen meleğin kanatlarının üzerinde iken, onunla birlikte yükselen kaya, peygamberimizin işareti ile durmuştur. kayaya sonradan sütunlarla destek yapılmış
alıntıdır...
 
    
Tövbe


Sehrin en zengin ve dindar ailesinde yetisen Fahri arkadaslari yüzünden bir türlü kötü yoldan cikamaz.Parasi bol oldugu icin arkadaslarina bakan ve uyusturucu bagimli olan Fahri gün gectikce dahada batakliga dogru gider.Annesinin nasiyatini dinlemeyen ve Bababasina hic saygisi olmayan Fahri bir gün evden atilir.Arkadaslarinda yatip kalkan ve maddi durumda sorun yasiyan Fahri hirsizlik yapmaya baslar.Birgün Annesini yanliz oldugunu bilen Fahri eve gider ve Annesinden para ister.A nnesinin vicdani rahat etmez ve para verir,söyledigi tek kelime ogluna:"Oglum tövbe et imana gel,Allah her yolunu acar yardim eder sana" bunu dinlemeyen Fahri evden gider.Ertesi gün yaptigi soygun yüzünden tutuklanan Fahri Cezaevine konulur.Kogusunda ayni sabika yüzünden yatan mahkum arkadasiyla sohbete baslar.Ailesinin cok Zengin oldugunu söyler ama yinede hirsizlik yaptigini anlatir.Günler gectikce ikili cok iyi arkadas olurlar ve hapisteki zamani gecirirler.Bir Gecesi ter icinde kalkan Fahri kogus arkadasini uyandirir:"Ahmet annemin sesini duyuyorum,tövbe et diye yalvariyor" takma kafana der Ahmet o bu Rüya sen yat diye cevaplar.Her gece ayni sesleri duyan Fahri birgün güzel abdest alip tövbe eder.Dini kitaplar okuyup dua ögrenmeye baslar.Ahmetse orali hic olmaz.Seneler gecmis Ahmetin tahliye günü gelmisti."Fahri annenin adresini verde elini öpmeye gideyim senden selamlar söyliyeyim der." buna cok sevinen Fahri adresini verir ve Annesine cok selam söylemesini ister.Cezaevinden cikan Ahmet hemen taxiye atlar dogru adresse dogru yola cikar.Beyninden gecen tek düsünce Ailesi zengin iyi esya calinir düsünen Ahmet sonunda adresse ulasir.Zile bastiginda karsisinda Kapali bir kadinla karsilasir:"Merhaba Yenge ben oglunuzun mahkum arkadasi,sizin ellinizi öpmeye geldim ve ayrica oglunuzdan cok selamlar getirdim der ve iceri girer" cok sevinen Anne hemen Yemek hazirlamaya mutfaya gider,bu bos zamani degerlendiren Ahmet masada buldugu cantayi acar ve icinden para ve altinlari alip gizlice kacar.Mutfaktan gelen Anne genc cocugu göremeyince cantaya bakar ve esyasinin calindigini anlar.Cok üzülen Anne agliyarak ogluna mektup yazar:"Oglum sagol selamini aldim ama Arkadasin altinlarimi ve parami alip kacti" mektupu alan Fahri cok üzülür ve Annesine mektup geri yazar intikam sözüyle.Seneler gecer ve Fahrinin tahliye günü gelir.Hapisden cikan Fahri efendi bir delikanli olmus ve uzattigi sakal sayesinde tanilmiyacak hale gelmis.Annesin evine gitmeden dogru Ahmetin yasadigi evin Adresine gider.Zili caldiginda kapiyi acan teyze derki"Ahmet yok o icki mekaninda takilir " verdigi adresse giden Fahri sonunda Ahmeti sarhos halinde bulur:"Merhaba dostum degip yanina yaklasir" "sende kimsin der Ahmet" tanilmadigini fark eden Fahri birsey demez ve kolundan tutup götürür.Ayakta zor duran Ahmet hic birsey hatirlamaz.Fahri evinin arkasindakki kulübeye Ahmeti sokar ve onu iple baglar.Odada sadece bir tuvaletle cesmenin bulundugu yerde uyanan Ahmet sasirir.Nasil buraya geldigini ve kim neden getirdigini bilmeyen Ahmet elindeki ipi cözmeye basarir.Kapiyi acamayan Ahmet beklemeye baslar.Ilk gün gecer ve hala kimse kapiyi acmaz.Ahmet sikilmaya baslar su icerek karnini doyurur.Sag sola yürüyüp cok düsünen Ahmet hala bilmez neden burda oldugunu.Duvardaki yazi ona cok takilir.Cesme diye bir kelime yaziyordu duvarda.Cesmeye bakar ama hala anlamini anlamaz.4 gün olmustu Ahmet umudunu kesmeye baslar.Her yeri inceleyen Ahmet kösede yerde bir zarf bulur.Icini hemen acan Ahmet ayni kelimeyle karsilasir.Cesme yaziyordu icinde sadece.Cesmeye dogru yönelen Ahmet iyice düsünür.Cesmede sadece su icilir ve abdest alinir düsünen Ahmet sonunda Fahrinin sözleri aklina gelir.Güzel abdest alan Ahmet avucunu acar ve dua eder:"Allahim affet beni cok günahlar yaptim tövbe ediyorum daha yapmiyacagim der" bunu izleyen Fahri o anda kapiyi acar ve Ahmetin önüne cikar.Neye ugradigini farkina varan Ahmet bu sözleri fahriye dedi :Beni önce Allah sonra sen Affet,ben sana kötülük yaptim ama sen karsilik olarak bana en güzel iyiligi yaptin" Fahri basini salliyarak birbirleriyle kucaklasirlar....



 
    
Bu da geçer

Mehmet nice zorluklarla büyümüş, delikanlı olmuştu. Evlenecek çağa geldiğini düşünüyordu. Lâkin evlenmek için çaldığı kapılar, hiçbir şeyi olmadığından yüzüne kapanıyordu. Allah’tan ümit kesilmez diyerek pes etmiyor, günaha girmekten korktuğu için evlenmekten de vazgeçmiyordu. Son bir ümitle köyün zengini olarak bilinen ihtiyarın yanına gitti ve içini şöyle döktü:
“Benim hiçbir mal varlığım da, beni himaye edip barındıracak kimse de yok. Bu güne kadar çeşitli işler yaparak Allah’ın yardımıyla geçinmeye çalıştım. Evlenme çağına geldim. Münasip biriyle evlenmek istiyorum. Fakat yoksul ve kimsesiz olduğumu öne sürerek bana kız vermiyorlar. Bir miktar borç verseniz… Sonra ben çalışır size öderim.”

İhtiyar bu saf ve kalbi temiz delikanlıyı dinledikten sonra şöyle der.
“Keşke param olsaydı da sana karşılıksız verseydim evlâdım. Ben köy halkının bildiği kadar zengin değilim. Bir senelik gıda ihtiyacımı karşılayacak kadar tarlam ve ekin zamanı o tarlayı sürmekte kullandığım iki de öküzüm var. Başka da bir şeyim yok.”
Genç Mehmet diretir:
“Öküzlerden birini bana verin, onu satıp parasıyla evleneyim. Ekin zamanına kadar çalışır öderim. Şayet ödeyemezsem öküzden boş kalan yere geçer, boynumda sabanla tarlayı ben sürerim.”
İhtiyar sözlerinde apayrı bir tatlılık sezdiği delikanlıyı kıramaz ve peki deyip öküzün birini verir.
Mehmet artık evlidir. Köyün hem ahlâk hem de güzellik timsali kızlarından biriyle evlenir. Hayatını mutlu ve huzurlu bir şekilde sürdürmekte, bir yandan da ihtiyara olan borcunu ödemek için var gücüyle çalışmaktadır. Ekin vakti gelmiş çatmış Mehmet bir türlü parayı denkleştirememiştir. Verdiği sözü tutmak üzere ihtiyarın yanına gider. İhtiyara:
“Size borcumu ödeyeceğimi aksi halde diğer öküzün yanına geçip tarlayı süreceğimi söylemiştim. Evlilik benim düşündüğüm kadar kolay değilmiş. Ekin vakti gelmesine rağmen parayı biriktiremedim. Buraya sözümü tutmak için geldim.” der.
İhtiyar şaşkın bir şekilde:
“İyi dersin de evlâdım seni sabanda gören köylü ne der? Ben nasıl cevap veririm?”
Mehmet “Siz onların söylediklerine kulak asmayın. Size çıkışan olursa siz “ona sorun” diyerek beni gösterin. Ben cevap veririm.”
“Peki, Sen bilirsin” der ihtiyar.
Mehmet boynunu geçirir sabana başlar tarlayı sürmeye. İhtiyar arkadan sabanı itmekte, öküzle beraber Mehmet de çekmekte ama yanındaki öküzle bir değildir ki Mehmet. Günler geçtikçe boynunda ve omuzlarında yaralar çıkmakta gittikçe zayıflamaktadır. O yine yaratanına devamlı şükürler etmekte “Belâyı veren onu almaya da kadirdir bu da geçer elbet.”diye söylenmektedir.
O sırada yoldan geçmekte olan bir atlı Mehmet’in halini görünce merakını yenemez ve ihtiyarın yanına giderek biraz da kızgın bir şekilde ona:
“Ayıp değil mi Bey Amca utanmıyor musun? Gencecik delikanlıya eziyet ediyorsun. Bu yaptığın insanlığa sığar mı?” diye çıkışır
İhtiyar sesini çıkarmaz ve “Bana bir şey söyleme” der. “Git kendisine sor.”
Mehmet de yolcu olduğu anlaşılan bu adama günah işlemekten korktuğu için evlenmeyi düşündüğünü parası olmadığından kendisine kız verilmediğini, ihtiyardan borç olarak bir öküz alıp sattığını ve o öküz parasıyla evlendiğini, borcunu zamanında ödeyemediği için de sabana kendi isteğiyle geçtiğini anlatır.
Atlı da sevmiştir Mehmet’i. Kuşağındaki keseyi çıkarıp önce ihtiyarın öküz parasını verir. Sonra ona da biraz para verip, o parayla bereketli olması hasebiyle koyun almasını tavsiye eder. O da atlının dediklerini uygular.

Mehmet’in mal varlığı gittikçe artmaktadır. Ovalara sığmayan sürüleriyle, emrindeki hizmetçilerle köyün ağası oluvermiştir biranda ama o hiçbir zaman gurura kapılmıyor, nimeti vereni unutmuyordu. Zekâtını fazlasıyla dağıtıyor, köyün fakirlerini araştırıp geçim sıkıntılarını gideriyordu. Özellikle de kendi geçmişini unutmuyor, evlenecek yaşa gelip de evlenemeyenlere yardım ediyordu.

İki de erkek çocuğu olmuştu. Her şey verilmişti kendisine. Servet, şöhret, sıhhat ve iki çocukla süslenen huzurlu bir aile… Seneler sonra yine aynı köyden geçmekte olan o atlı bu kez Mehmet’i o zenginlikle görünce kendisine: “Bakıyorum da hiçbir sıkıntın kalmamış. Bundan sonra rahat bir ömür sürersin” der. Mehmet de “şükürler olsun hiçbir sıkıntım yok ama sen yinede öyle deme. Bunları veren Allah elbette almaya da kadirdir. Buda geçer” diye cevap verir. Mehmet’in cevabı atlıyı şaşırtmıştır. Yine de sesini çıkartmadan atını dizginleyip uzaklaşır.
Aradan fazla bir zaman geçmemişti ki büyük bir afetin ortasında kaldı. Bir yandan fırtına bir yandan fırtınayla beraber azgınlaşan seller bütün malını yutup götürmüştü. Elinde avucunda ne varsa akan sele kaptırmıştı. Geriye sadece eşeği kalmıştı. O yine devamlı dua ediyor kendi ve ailesinin canına zarar gelmediği için yaratanına şükrediyordu. Köy ağası Mehmet afetten köyün en fakiri olarak çıkmıştı. Hanımına şöyle dert yanıyordu: “Hanım biz köyün en zenginiyken şimdi en fakiri olduk. Sadaka ve zekât dağıtırken muhtaç duruma düştük. Ben artık bu köyde kalamam. Uzak bir köye gidip oraya yerleşelim. Rızkımızı başka yerlerde arayalım.”
İki çocuğunu eşeğe bindirip kendisi de hanımıyla beraber yola koyulur. Köy köy kasaba kasaba iş aramaya başlarlar. Uğradıkları köylerden birinde çoban aradıklarını ancak köyün dışındaki kulübeden başka kalacakları yerleri olmadığını söylerler. Mehmet de kabul edip işe başlar. İlk önce kulübeyi tamir edip güzelce temizler sonra da vakit kaybetmeden işe başlar.

Mehmet dürüstlüğüyle ve işine olan bağlılığıyla burada da kendini köylüye sevdirir. Köylü başı her derde girdiğinde Mehmet’e koşar canı sıkıldığında Mehmet’e koşar, emanet bırakacak biri mi lâzım akla ilk gelen Mehmet’tir. Kısacası köylü her işini Mehmet’e yaptırmaya alışmıştır.

O günlerde yabancı olduğu anlaşılan bir adam köye gelir. Köylüye elbisesinin yırtıldığını diktirmek için usta bir terzi aradığını söyler. Onlar da kendilerinin pek beceremediğini ancak köyün dışındaki kulübede oturan Mehmet’in hanımının iyi terzi olduğunu söylerler. Yabancı eve geldiğinde Mehmet evde yoktur Mehmet’in hanımı yabancının elbisesini güzelce diker temizler. O da teşekkür ederek oradan ayrılır, ama yolda kalbine kötülük dolar. Şeytana uyup geri döner Mehmet’in hanımına: “Yolda Mehmet’e rastladım çok zor durumda sürüsüne kurtlar musallat oldu yardıma gitmeliyiz.”der. Hanım da yabancının sözüne inanır çocuklarını evde bırakıp aceleyle kocasına yardıma koşar atının terkisine binip gözden kaybolur. Mehmet döndüğünde çocuklar babalarına: “Bir adam geldi. Önce elbisesini diktirip gitti sonra tekrar gelip senin sürülerine kurtların saldırdığını aceleyle annemi çağırdığını söyledi ve annemizi alıp gitti. Mehmet’in başı ellerinin arasındadır çocuklarına: “Yavrularım adam annenizi kaçırmış. Benim başıma hiçbir belâ gelmedi. Adam yalan söylemiş annenizi kandırmış.” Çaresiz bir şekilde köylüye mallarını tek tek teslim eder. Hepsiyle helâlleşir ve oradan ayrılır. Bu sefer de köy köy, kasaba kasaba hanımını arar, ama o bu kadar sıkıntıya rağmen yine de Allah’a şükredip ondan yardım istemekte ve derdi veren Allah dermanını da verir elbet bu da geçer” der.

Böylece dolaşırlarken bir nehrin kenarına varırlar. Karşı yakasına geçeceklerdir, ama nehir azgın bir şekilde akmakta, yol vermemektedir. Mehmet ilk önce büyük oğlunu karşıya geçirir orada bırakır ve döner küçük oğluyla eşeğini alır. Nehrin ortasına varmıştı ki gözlerine inanamaz. Bir kurt oğlunu kaçırmaktadır. Telâşla büyük oğlumu kurtarayım derken küçük oğlunu da nehrin ortasında bırakır. Nehrin azgın suları oğulcağızını alıp götürür. Mehmet öylece kalakalır bir oğlunu kurda bir oğlunu da nehrin azgın sularına kaptırmıştır. Çaresiz bir şekilde dolaşmaya başlar. Bir umutla karısını ve çocuklarını arar durur. Böylece seneler geçer. Mehmet yaşlanmaya başladığını hisseder. Saçına sakalına aklar düşmeye başlamıştır. O geçirdiği uzun yıllar, o gezdiği şehirler, beldeler, ülkeler kendisini bir hayli yıpratmıştır. Mehmet yine de azminden bir şey kaybetmiyor, karısını ve çocuklarını bulma ümidini yitirmiyordu.

Bir gün uğradığı şehirlerden birinin girişinde büyük bir kalabalık görür. Neler olduğunu anlamak için kalabalığa yaklaşır. Bu sırada bir ak güvercin gelip Mehmet’in omzuna konar. Kalabalıktan uğultular yükselmeye başlamıştır. Kendi aralarında;

“Bu da kim böyle? Saçı sakalı birbirine karışmış, elbiseleri yırtık pırtık, hali perişan. Bu olmaz bir daha deneyelim” derler. Mehmet'in omzundan kuşu alıp tekrar uçururlar. Kuş döner dolaşır yine Mehmet’in omzuna konar bir daha denerler yine Mehmet’in omzunda. Meğer o günlerde ülkenin kralı ölmüş. Halk da adet olduğu üzere beyaz bir güvercin uçurur güvercin kime konarsa kral o olurmuş. Talih kuşu bu sefer Mehmet'i bulmuş. Mehmet ülkeye kral olmuş.

Mehmet kral oldum diye hemen yan gelip yatmaz. “Mademki halk bana bu görevi verdi en iyi şekilde yapmam lâzım” der. Her gece vezirleri ve diğer devlet erkânını çağırıp toplantılar yapar. Halkın arasına karışıp dertlerini dinler ve böylece devleti âdil bir idare ile yönetmeye başlar. Halk yeni kralını çok sevmiştir. Böyle birden bire çıkıp gelen biri nasıl olur da devleti böyle güzel yönetebilir. Onun Allah tarafından gönderilen bir melek olduğuna dahi inananlar vardır.

Mehmet gece yaptığı toplantıların birinde baş vezirini göremez. Ertesi sabah veziri çağırıp toplantıya neden katılmadığını sorar. Vezir de “Efendim benim ev biraz şehrin dışında, eşim de yalnız olduğu için geceleri onu tek başına bırakıp gelemiyorum,. Onun için sizden gece toplantılarından affımı istiyorum.”der. Mehmet izin vermez. “Toplantıların faideli geçebilmesi için senin de katılman lâzım. Ne olursa olsun bu toplantılara katılacaksın. Eğer eşinin başına bir şey gelmesinden korkuyorsan evinin kapısına iki nöbetçi bırak.” der. İşte Mehmet devleti böyle idare eder. Hiçbir gevşekliğe müsamaha göstermez.

Günler böyle gelip geçerken yine o atlıyla karşılaşır. Atlı kendisine: “İstediğin her şeye kavuşmuşsun. Sıkıntın kalmamış. Köyde sefil bir hayat sürerken buraya gelip kral olmuşsun.” der. Mehmet de öyle deme der. Bana önce öküzlük sonra ağalık, daha sonra çobanlık daha sonrada krallık yaptıran Allah her şeye kadirdir. Bu da geçer” Mehmet’in cevabı atlıyı hem şaşırtmış hem de biraz kızdırmış. “Ne zaman senle karşılaşsak, ne zaman senle konuşsak mutlaka sonunda bu da geçer diyorsun. Geçmeyen bir şey var mı bana onu söyle” der. Mehmet de atlıya sorusunun cevabını 6 ay sonra vereceğini söyler. Atlı şaşkın bir şekilde söylene söylene oradan ayrılır.

Vezirin kapısına bıraktığı iki nöbetçi kendi aralarında sohbete dalmışlardır. Biri diğerine başından geçenleri anlatmaya başlar. “Biz iki kardeştik babam köyde çobanlık yapardı. Bir gün bir yabancı evimize gelip elbisesini diktirdikten sonra annemizi kandırarak kaçırdı. Babamla birlikte onu aramaya çıktık. Derken bir nehrin kenarında beni kurt kaptı. Tepeyi aştığımızda köylüler beni kurdun elinden kurtardı. Ondan sonra babamla kardeşime neler oldu bilmiyorum.” Bunları dinleyen diğer nöbetçi gözyaşlarına hâkim olamaz: “Senin o nehir ortasında bıraktığın kardeşin benim. Babam seni kurtarmak için acele edince beni elinden kaçırdı. Nehrin sularına kapıldım. Uzun bir süre sürüklendikten sonra beni de köylüler kurtardı. Babama neler olduğunu ben de bilmiyorum. Onu bir daha görmedim.” İki kardeş ağlayarak birbirlerine sarılırlar. Doya doya hasret giderirler.

Vezirin hanımı içerden bu nöbetçilerin konuştuklarını dinliyordu. Kendisine daha fazla tutamadı. “Yavrularııııım” diyerek gözyaşlarıyla nöbetçilerin boyunlarına sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Siz benim yavrularımsınız. Beni kaçıran yabancı, tebdil-i kıyafetle köye gelen vezirmiş. Beni bu vezir kaçırdı.”diyordu. Nöbetçiler iki sevinci birden yaşıyordu. Hem kardeşlerini hem de annelerini bulmuşlardı. Anne, çocuklarını içeri aldı. Onların karınlarını bir güzel doyurdu. Sevdi okşadı. Yılların çektirdiği acılar yavaş yavaş diniyordu. Oğullarını bulmuştu bundan güzel bir şey mi vardı?

Tam bu sırada vezir içeri girdi. Karısının nöbetçilerle yan yana oturduğunu görünce çok kızdı. Daha bir şey söylemelerine fırsat vermeden ağzına geleni söyledi. “Ben size namusumu emanet adıyorum Siz neler yapıyorsunuz.” diyordu. Derhâl nöbetçilerin idamını emretti. Darağacı kuruldu. İkisi birden sehpaya çıkarıldılar. Cellât tekmeyi vurmadan önce adet olduğu üzere son istekleri soruldu. İki kardeşin hiç umutları kalmamıştı, ama yinede son isteklerini söylediler. “Kralla yüz yüze görüşmek.” Vezir idamın hemen gerçekleşmesini istiyordu. Önce izin vermek istemedi. Ancak yapacak bir şey yoktu. Bu onların son istekleriydi.

Kral iki delikanlıyı dikkatlice dinledi. Tahtından yavaş yavaş indi. Yüreğinin derinliklerinden gelen hıçkırıklara hâkim olamıyordu. İki gencin yanına geldi. Ellerini omuzlarına koydu. “Oğullarım benim ben, sizin babanızım” dedi. Onların babasıydı Mehmet. Yıllardır aradığı çocukları şimdi karşısındaydı.

Artık her şey ortaya çıkmıştı. Mehmet’in karısını kaçıran vezir idam edildi. İşte şimdi istediği mutluluğu yakalamıştı. Karısı da çocukları da yanındaydı, ama bu mutluluk da uzun sürmedi. İki ay geçmemişti ki anîden rahatsızlandı. Yaşadığı hayat kendisini çok yıpratmıştı. Kısa bir süre sonrada öldü. Halk aylarca onun yasını tuttu.

Mehmet’in ölümünden birkaç ay sonra atlı şehre döndü. Sorusunun cevabını alacaktı. Fakat daha şehrin girişinde Mehmet’in öldüğü anlaşıldı. Her yerde matem vardı. Sanki köy de Mehmet'le birlikte ölmüştü. Mezarının başına vardı ve sitem dolu şu serzenişte bulundu. “ ey öküzlük yapan Mehmet, Ey ağalık yapan Mehmet, Ey çobanlık yapan Mehmet, Ey krallık yapan Mehmet. Bu sefer sözünde durmadın. Bu da geçer bu da geçer dedin. Geçmeyen şey nedir? diye sordum cevabını vermeden gittin. Nerelerdesin?” Atlı böyle söylenip dururken bir ses duydu. Bu Mehmet’in sesiydi. “ sorunun cevabı işte burası! ölüm herkese bir defa gelir ama geçmez!”


 
    
şehitler ve allah

birkaç asker savaşarak şehit düşmüş diğer dünyada allaha allahım sen çok yücesin bizi birdaha dünyaya gönder yine senin uğruna savaşalım demişler allah siz iyi kalplisiniz umarım herkes sizin gibi iyi kalpli olur vatanını korur ama zaten iyi kalpli olmayanlar burada cezasını görür demiş
 
    
gıybet etmek

Bu olay İstanbul da geçmektedir.Bir binada bulunan apartman sakinleribaşka bir binanın su borularını tamir ettirmek isterler.Apartmanlardan birini de seçerler.Seçtikleri bir adama da topladıkları paraları verirler.Bir süre sonra adam ortadan kaybolur.Apartmanda dedikodular yayılmaya başlaR.Adamcağıza herkes paraları aldı kaçtı der.O kadar çok kızmışlardır kii artık tek konuşulan konu bu olmuştur.Bir süre sonra apartmanın su deposuna inen görevliler adamın su deposunun içine düşüp öldüğünü anlarlar.Bir de o kadar adamcağızı suçladılar.Aynı zamanda birçok zaman bu sudan içmişleredir.

Evet arkadaşlar bu hikayeden de anlıyoruz ki GIYBETetmek ölü eti yemektir....
 
    
boşa yorulmuş

rabia-tül Adeviyye bir gece evinde geç vakitlere namaz kılarkan hasırın üzerinde uyuya kaldı.bu arada evine bir hırsız girdi.her tarafı ardı çalacak bir şey bulamadı.giderken;''girmişken boş çıkmayayım ''diyerek Rabia hazretlerinin dışarıda giydiği örtüsünü aldı.evden çıkarken yolunu şaşırdı kapıyı bulamadı.geri dönüp örtüyü bıraktığı yere koydu. bu sefer kapıyı rahatlıkla bulabildi.bu hal 7 defa tekrarlandı.7.defa örtüyü eline aldığında bir ses duydu.''Ey kişi kendini yorma.o yıllardır kendini bize ısmarladı şeytanın ona yaklaşma gücü yok iken hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür?gityorulama,boşuna uğraşma .o uyuyorsa dostu uynıktır ve onu koruyordur.bu hadiseden korkup dışarı fırlayan genç hırsız tövbe edip bu kötü huyundan vaz geçti
 
    
Koca Karı ile Hz. Ömer

Okuyacağınız hikayeyi bize sahabilerin içinde en çok sayıda hadis rivayet etmiş olan İbn-i Abbas anlatmaktadır.
Karanlık bir geceydi; soğuk ve dondurucu bir kış gecesi. Ayaz insanın iliklerine işliyordu. Halife Hz. Ömer'i görüp onunla biraz konuşmak üzere evden çıktım. Her taraf ıssız ve sessiz, bütün şehir uykularının en derin rüyalarında soluyor olmalı. Sokaklarda in cin top oynuyor.
Yolumun ortalarına doğru önümde insan olduğunu tahmin ettiğim bir karaltı belirdi. Biraz daha yaklaşınca gerçekten insan olduğunu gördüm. Karşımdaki de verdiğim selamı almak üzere başını kaldırıp yüzünü bana çevirince hayretten şaşakaldım. Çünkü önümde benim ziyaretine koyulduğum Hz. Ömer'den başkası değildi. Gecenin bu saatinde herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken koca bir halifenin yapayalnız sokaklarda dolaşmasını bir sebebe bağlıyamıyordum.
Üstelik bu dondurucu kış gecesinde. Merakımı yenemeyerek, hemen söze başladım; "gecenin bu saatinde yapayalnız niçin dolaşıyorsun?"
Hz. Ömer (r.a) bana sokularak koluma girdi ve işin yoksa beraber yürüyelim diye teklif etti; "hem sana yürüken niçin yalnız başıma gezintiye çıktığımı da anlatırım" diye ilave etti. Ben "zaten sana geliyordum; biraz görüşür, sohbet ederiz diye düşünmüştüm. Madem ki böyle oldu; gezinirken konuşuruz." cevabını verdim.
İkimiz birlikte yola koyulmuştuk; benim içim içime sığmıyor, neredeyse meraktan çatlıyordum. Bir aralık soru soran gözlerimi Halife'nin yüzüne diktim; haydi söze başla; anlat bakalım niçin ayazlı bir gecenin bu saatinde tek başına sokaklarda dolaştığını" demek istiyorum.
Halife Hz. Ömer'de zaptedilmez merakımı anlamıştı. Ama başka meselelerden konuşuyor, fakat bir türlü gecenin bu saatinde niçin dolaşmakta olduğuna lafı getirmiyordu. Birlikte gezinirken her evin kapısı önünde epeyce bir müddet dikiliyor, kulağını kapıya dayayarak içerisini dinliyordu.
Evlerin kapılarında dikilip içerden bir ses geliyor mu, gelmiyor mu, diye dinleye dinleye sokak sokak Mekke mahallelerini dolaştık. Hiçbir tarafta çıt yoktu, herkes bölünmez uykularının salıncağında soluyordu. Belki de şu koca şehirde gecenin bu saatinde Halife Hz. ömer (r.a) ile benden başka uyanık olan tek kişi yoktu.
Yavaş yavaş Hz. Ömer'in neden gezintiye çıktığını anlar gibi oluyordum. Anlaşılan şehir halkından herhangi birisinin bir derdi, bir sıkıntısı yüzünden uykusuz kalıp kalmadığını yakalamak istiyordu. Bu yüzden sokak köpeklerine kadar şehrin bütün canlıları sıcak yuvalarında uyurken müslümanların reisi sıfatı ile Hz. Ömer (r.a.) onlara bekçilik ediyor; onların rahatı için uykuyu kendine haram ederek sokak sokak bu ayazda dolaşıyordu.
Bütün mahalleleri kapı kapı dolaşınca şehrin dışına çıktık. Sağda solda tek tük çadırlar vardı. Onların da kapıları önünde durup ağlama sızlama var mı diye içeriyi dinledikten sonra yolun en ucundaki bir çadıra sıra geldi.
Diğerlerinde olduğu gibi bu çadırın kapısında da dikilerek içeriyi dinledik; birbirine karışmış durumdan ağlayan çocuk sesleri geliyordu.
Epeyce dinledikten sonra Hz. Ömer (r.a.) kapıyı vurup selamla birlikte içeriye daldı. Evin içi karmakarışıktı. Durmadan ağlayan çocukların gözleri şişmiş; yüzleri akan yaşların çizgileri ile benek benek kararmıştı. Yaşlıca bir kadın ocağın başına oturmuş hem ateşin üzerinde kaynayan tencereyi karıştırıyor hem de halsizlikten dizinin dibine serilen minicik yavruları susturmaya çalışıyordu. Kadın da bitkin ve halsiz görünüyordu. Bu haline rağmen Hz. Ömer'in (r.a.) selamına gülümser olmasına çalıştığı bir çehre ile aldı. Anlaşılan evine gelenin Halife Ömer olduğunu bilmiyordu. Kim bilir Halife'yi tanımıyordu bile. Zate gecenin bu ilerlemiş saatinde şehir dışındaki bir çadırın kapısını Halife'nin çalacağını kim düşünebilirdi.
Hz. Ömer (ra.) kendini tanıtamadan tatlı bir dille kadına sordu "valide bu yavrular niye böyle durmadan ağlıyor?" Kadın içini çekerek kısaca "iki günden beri açtılar da ondan" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.), "peki niye önlerine yemek koymuyorsun?" diye soracak oldu hıçkırıklar birden kadının boğazına düğümlendi. Durmadan akmaya başlayan gözyaşları arasında bize içini dökmek üzere söze başladı.
"Oğlum" dedi Halife Ömer'e "sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek için çakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bu gördüğün yavrular benim, anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehit düştüler. Evin geçimini temin edecek bir erkeğim yok. Ben de hem yaşlı ve hem de kadın halimle halim kalmadı. İşte böyle aç ve perişan kaldık.
Soylu bir aileden varlık için büyümüş ve yokluk nedir hiç bilmemiş bir kızı olduğum için kimseye gidip halimi anlatmaya, el açıp bir şeyler dilenmeye de yüzüm tutmuyor. Her şeyi bilen yüce Allah (c.c.) bir sebebini yaratıp rızkımızı gönderinceye kadar böyle ağlayıp beklemekten başka çaremiz yok."
Hz. Ömer (r.a.) kadın dinlerken yanmakta olan bir mumu gibi eriyor, yüzü renkten renge giriyordu. Kadının sözünü bölerek üzgün bir sesle "valide, şehirde oturan müslümanların emirine, Halife Ömer'e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?" diyebildi. O ana kadar kesintisiz olarak gözyaşı döken kadının derin üzüntüsü yerini anlatılmaz bir kin ve kızgınlığa bıraktı. Hiddetten kararan bakışlarını Halifeye dikerek şu sözleri söyledi.
"Dilerim ki o Halife Ömer daha dünyada iken bulsun Ahirette de elim yakasından kopmasın." Hz. Ömer (r.a.) kekeleye kekeleye "Niçin Ömer'e böyle beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir?" dedi. Kadın aynı kızgınlıkla bu sözlerin cevabını yetiştirdi: "evladım!.. Ben şu ihtiyar halimle iki günden beri gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O, müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra do onun eline emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz. Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!.."
Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş dolmaya başlayan göz pınarlarını kadından saklayarak "valide haklısın, doğru söylüyorsun; ama zavallı Halife'nin işi bir iki değil ki. Kimbilir başını kaşıyacak kadar bile boş zamanı yoktur. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki, diye kadının öfkesini dindirmeye çalıştı. Fakat kadın aynı kızgınlıkla sözlerine devam etti.
"Madem ki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine koşmayacaktı, zamanında niye Halife olmayı, müslümanların başına geçmeyi kabul etti? Böyle çürük bir mazereti hiç dinler miyim ben? Zavallının işi çokmuş!.. Nedir işi yine savaş mı? Yanında inleyenlerin sesine kulak vermez. Şehrinde açlıkla pençeleşen yavrular yaşıyor.
Halife bunlara göz yumarak uzak diyarlardaki şehirlere gaza, gaza diyerek asker yürütmekle; gencecik delikanlılarımızın kanını yabancı topraklara akıtarak kadınları bırakmayı marifet mi sanıyor? Benim babam, amcam, dayım ve gencecik oğlum hep onun ordularında şehit düşmedi mi? Şimdi kim bilir yine nice kadın ve çocukları kocasız ve babasız bırakıp, aç ve çıplak bir sefaletin kucağına atacak. Böyle dertlerimize yeni dertler eklesin diye mi biz onu başımıza geçirdik?"
Tam bu sırada çocuklar sözleşmişler gibi hep bir ağızdan yanık sesleri ile ağlaşmaya başladılar. Çocukların bastıran çığlıkları kadının öfkesini bir kat daha arttırdı. Ellerini havaya kaldırarak ve sesinin çıktığı kadar bağırarak sözlerine şöyle devam etti:
"Bu evdeki canlıların göğüslerinden boşalarak yükselen inilti ve çığlıkları şimşek ve yıldırım eyleyerek Ömer kulunun başına yağdırmasını dilerim. O varsın dul bir kadınla yetim yavruların beddualarını yağmur sansın. Tez elden ona gönlümün dilediği bir bela ver de kıvranırken bizim neler çektiğimizi anlasın. Sen işini bilirsin, yüce Yaradanımız."
Hz. Ömer (ra.) artık dayanamadı. Dolu dolu olan pınarlarından yaşlar damlamaya başladı. Herkesin durmadan gözyaşı döktüğü bu kederli evde, gözyaşlarını görmelerini istemediği için yüzünü herkesten saklamaya çalışıyordu. Artık orada oturamazdı. Hemencecik yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle "valide haklısın sen yine avut çocuklarını ben hemen dönerim" diyerek kapıya doğruldu. Arkasından ben de yürüdüm. Dışarıya çıkınca derin bir soluk çekti ciğerlerine. Kelimenin en geniş manası ile üzgün ve bitkin idi. Yol boyunca ağzından tek kelime çıkmadı. Var gücünü kullanarak hızla yol almaya çalışıyordu. Ona yetişmekte güçlük çekiyordum. Doğruca devlet hazinesine vardık. Halife, bir un çuvalı seçerek bir yana koydu. Benim elime de bir yağ kabı tutuşturdu.
Vakit geçirmeden koca un çuvalını sırtlanmaya koyuldu. Gözlerime inanamıyordum. Evet bu İslam Devletinin koca reisi un çuvalını sırtına almak üzere idi. Hemen yanına sokuldum; "aman ey mü'minlerin emiri!.. Ne yapıyorsun? Bari müsaade ver de çuvalı ben sırtıma alayım." Hz Ömer (r.a.) hemen sözümü keserek belki bir saatten beri ilk defa ağzını açıp şu sözleri söyledi. "hayır, ey İbn-i Abbas, sevgili dostum!... Değil yorgunluktan yere yığılsam, ölsem bile bırak; yükünü de kendi sırtında götürsün. Bu dünyada yüküne yardım etmek isteyecek öz dostlar bulabilir, fakat her koyunun kendi bacağından asılacağı Ahiret gününde kimse O'nun cezasını paylaşmayacaktır.
Kadın doğru söylemişti. Ya vakti ile Hilafeti yüklenmemeliydim. Yüklendiğime göre idarem altındaki tek tek her ferdin huzur ve emniyetini düşünmek zorundayım."
Sevgili dostum, Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın kimsesiz ve avuttuğu yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Ömer'dir. Bakımsızlık ve sefaletten bir ev çökse vebali Ömer'in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla kan aksa o kan damlası çoşkun bir derya olup dalgaları ile Ömer'i yutar. Kırgın gönüllerin öfke şimşekleri Ömer'in başına boşalır. Bütün matemlerin gözü göze göstermez dumanlarında boğulacak olan da Ömer'den başkası değildir.
Ömer her derdin devası, her dileğin büyük kapısı ve her lanetin ana ana hedefidir. Yüce Allah'ım aciz bir kul bu kadar ağır ve çeşitli mesuliyet yükünün altından nasıl kalkabilir? Ey Ömer, bu kadar yükün altına girmeyi nasıl kabul edebildin vakti ile...
Sözünü bölüp bir parça kederini dindirmek istedim ve dedim ki; "o kadar da üzme kendini, ey mü'minlerin emiri... Halifelik yükünü sen üzerine almasan kim bu vazifeyi senin kadar titizlikle yüklenebilirdi. Sen de bütün üstün meziyet ve kabiliyetlerine rağmen nihayet bir insansın. Her yerde vakit geçirmeden kendini gösteren ve yanılmaksızın kılı kırk yaran ilahi adalete ulaşamazsın. Kullara verilen bütün merhametler bir araya getirilerek temiz gönlüne dolsa bile bütün varlıkları kanatları altına alan yaygın ilahi esirgeyicilikle yarışamazsın.
Ey iyi yürekli Halife!... Sen şüphesiz ki bir melek değilsin, ama adelet ve merhamet kervanının ön safındaki elinde bayrak tutanlardansın. Senin bu erişilmez adaletine kıyamet günü, hem yer, hem gök hemde şu sırtındaki un çuvalı aynı zamanda da ben şahitlik edeceğiz. Şüphesiz ki en büyük şahidin de karanlık gecede kara taş üzerindeki siyah karıncaya kadar her şeyi bilen yüce Allah'ın bizzat kendisidir ne mutlu sana ki fani hayatını böylesine ölmez değerlerin sahibi olmak uğruna harcıyorsun. Ne mutlu biz müslümanlara ki dünyanın başka milletlerini, padişah diye kan içen canavarlar idare ederken, senin gibi ipek yürekli ve geniş görüşlü bir reisin şanlı adalet bayrağı altında gölgelenmenin tükenmez zevkini tadıyor ve bütün dünyaya karşı seninle haklı bir iftihar duyuyoruz."
Bu sözlerim galiba Halife'nin üzgün gönlüne biraz neş'e vermişti. Ağır çuval yükü altında iki büklüm olmuş bedenine rağmen son gücünü kullanarak yokuşu soluk soluğa çıkıyordu. Damarlarındaki kanı bile donduracak kadar keskin ayaza rağmen alnından ve yüzünden akıp heybetli göğsüne süzülen terlere aldırmıyordu bile.
Nihayet koca karının çadırına vardı ki nefes nefese içeri girip çuvalı yere bıraktı ve aynı zamanda kendisi de yere serildi; iyice bitmiş, takatinin son damlalarını kullanarak çadıra girebilmişti. Kısa bir dinlenmeden sonra askınlar gibi silkilenerek yerinden doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Yerine benim taşıdığım kaptan yağ koydu. Sonra eriyen yağa sırtında getirdiği çuvaldan kendi eli ile un koyarak pişirmeye koyuldu.
Sönen ateşi kadından çalı çırpı isteyerek kendisi tutuşturdu. Böylece pişirdiği yemeği ayazda çabucak soğutarak yine kendi eli ile kurduğu sofraya koydu.
Daha sonra anne ve baba şefkatini bile gölgede bırakacak gülümseyen bir yüz ve bal gibi bir sesle iki günden beri boğazlarından aşağıya tek lokma geçirmemiş olan öksüz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi.
Günlerden beri kara yaslara gömülmüş olan çadırı bir anda sıcak bir sevincin ışıkları aydınlatmıştı. Ağlamalar susmuş, yaşlar kurumuş; öfke dinmişti. Öksüz yavruların gözleri sevinçten ışıl ışıl parlıyordu. Yaşlı kadıncağız Hz. Ömer (r.a.) sırtında un çuvalı ile içeriye girdiği andan beri şaşkınlıktan sanki dilini yutmuştu, ağzından tek bir kelime bile çıkmadı.
Fakat karnı doyan öksüz torunlarının neşesi odayı sarınca ağır bir uykudan uyanır gibi silkindi; toplandı ve sevinç gözyaşları içinde kim olduğunu hala bilmediği Halifeye şu sözleri söyledi. "Dilerim ki yüce Allah (c.c.) tez elden seni Hz. Ömer'in Halifelik makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın."
Yaşlı kadının o karşısındakini tanımadığı için söylediği bu sözlere içinden güldüm; yan gözle Ulu Halife'yi aradım; bu akşam belki ilk defa bu sözler üzerine O da aydınlık bir çehre ile gülüyordu.
Bana yaklaşıp gidelim artık diye işaret ettikten sonra kadına döndü; "Valideciğim... Sen yarın erkenden Halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım. Şimdilik hoşçakal" dedikten sonra birlikte dışarı çıktı gün ağarmıştı. Müezzinin bütün mü'minleri sabah namazına çağıracak olan gür sesi nerdeyse ortalığı çınlatacaktı. Ulu halife uykusuz kalarak ve terler dökerek vazifesini yapmış insanların gönül huzuru içinde rahattı.
Bana gelince uykusuz gecemden fazlası ile memnundum. Çok şeyler görmüş, çok şeyler işitmiştim ve çok şeyleri öğrenmiştim. Gördüklerim, işittiklerim ve öğrendiklerim bende ömür boyunca tazelik ve canlılığını yitirmeyecek izler bırakmıştı. Ümit dolu sevinçler içinde Allah Resulü'nün şu sözlerini hatırladım. "Sahabilerimin her biri tek tek gökteki yıldızlar gibidir. Hangisinin peşinden giderseniz hidayetin yolunu bulursunuz." "Ey yüce Allah Resulü!.. dedim içimden" "senin Halifen Ömer'i gördünde mi söyledin bu altın sözleri!...
O gün kadın, öğleye doğru Halifelik makamına geldi. Ulu Halife zaten daha önce işini maaşa bağlanması için gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın Hz. Ömer'i tanımıştı ama şaşkınlıktan dona kaldığı için dilini döndürüp hiçbir şey söylemiyordu. Ulu Halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra şöyle dedi:
"Valideceğim!.. İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu öksüz torunlarının her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın" diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve "Artık Ömer'i affediyor O'na ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi" diye sözlerini bağladı.
Akşamdan beri olup bitenleri tümünü iyice anlıyan kadın gayet ciddi bir ifade ile Halife'ye şu son cevabı verdi; "işte böyle göster adaletini eline bakan bütün müslümanlara karşı."


 
    
Kaderi merak edenler okusun ve şahit olsunlar

Çok merak ettiğim bu konuyu RABBİM e havale ettikten sonra üzerini kapadım.Lakin aklımdan hiç çıkmıyor,dogrusunu ve iyisini ancak ALLAH bilir diyerek atlatıyordum
. Fabrika maaş dağıtıyormuş zaten çok geç kalmışlardı neredeyse 15 gün olmuştu gecikmeleri ;apartopar gittim ve maaşımı aldım.yolun karşı tarafındaki su azmagına araba beklerken bir iki taş atıp suyun dalgalanmasını izledim,sonunda oldukca büyük bir taşı yerinden kaldırarak zorda olsa dereye atabildim.İşte tüm olanlar ozaman oldu taşın cloff sesini duymam ve suyun içine gömülmesinin ardından gözüme bir perde indi zaman ve mekan değişti o azmak kurumuş toprak damar damar olmuş çatlamış iki adam tam önümde kavga ediyor gözüme geldi.Hayretle olanları izledim birinin elinde sopa yumruklaşıyor ve küfürleşiyorlardı nasıl olduysa biri diğerinin elinden kurtuldu ve benim attıgım yere saplanmış taşı topraktan sökerek aldı bir hamleyle diğerinin başına vurdu adam boylu boyunca yere uzandı hertarafından kanlar akıyordu....Silkelenip kendime geldiğimde suyun daha dalgalanması bile durulmamıştı .Nasıl olurda bir anda belki 50 sene sonrası gözlerimin önüne film seyreder gibi getirilmiş ve 5-10 dakikalık bir olay bi kaç saniyeye sığdırılmışdı anlayamadım SUBHANALLAH dedim.O gün kaderin cilvesinden bir cilve gördüm ve anlamış oldum bazı şeyleri.Ne isterseniz isteyin ALLAH dan isteyin mutlaka cevap verecektir,icabet edecektir.Kuvvet ve Kudret sahibi ancak ALLAH dır.


 
    
Cennetlik annenin dünya çilesi

Hz. peygamber'in(s.a.v)gözbebeği,seyyidlerin annesi Hz Fâtıma(r.ah),el değirmenlerinde elleri kabarıpyara olana kadar un öğütürve hamur yoğururdu. Bir gün bu durumu Hz Ali'ye (r.a)açtı.Hz ali(r.a)"o zaman babana söyle gelen esirlerden senin için bi hizmetçi versin"dedi. Hz Fâtıma(r.ah), Hz Resûlullah'a (s.a.v) giderek, "ya Resûlullah, işlerimde yardımcı olacak üzerimden ağırlığı kaldıracakbir yardımcıya ihtiyacım var! deyince Resûllullah(s.a.v)
"Suffe ehli fakir müslümanlarihtiyaç içnde ikensize nasıl bir hizmetçi ayırayım.Sana bir hizmetçiden daha hayırlı birşey söyleyeyim mi? diye sordu, Hz Fâtıma(r.ah)
"evet ya Resûlullah diyince , Peygamber efndimiz(s.a.v)şöyle buyurdu:
"uyumadan önce sübhânellah, elhamdülillah ,allahüekber deyin ve'la ilaheillallahuvahdehu la şerike lehu'zikriyle yüze tamamlayınbu sizin için hizmetçiden daha hayırlıdır.
Peygamber efendimiz(s.a.v)kızına iki hizmet şekli belirlemişti:birincisi yüce rabbine karşı görevleri, diğeri kocasının ev işleri. Böylece Allah resûlu sevgili kızını bir yandan ibadet, diğer yandan hizmetle olgunlaşmasını sevap almasını ve gelecek nesillere örnek olmasını istiyordu.
İnsanı cennete götüren güzel ahlakın bir tarifi şudur:Allahın emirlerini ihlâsla yerine getirmek;O'nun yarattıklarına sevgi ile hizmet etmektir.
Bu hizmete en yakından başlanır.


 
    
Islamiyetin doğuşu ve yayılışı

İSLAMİYETİN DOĞUŞU VE YAYILIŞI
Hz. Muhammed`in Hayatı ve Peygamberliği Kureyş kabilesinden olan Hz. Muhammed , 571 yılında Mekke`de doğdu. Annesi Amine , babası Abdullah idi. Doğmadan önce babasını , çocuk yaşta annesini kaybetti. Önce dedesi Abdulmuttalip ,sonrada amcası Ebu Talip tarafından himaye edildi. Gençlik yaşlarında ticaretle meşgul oldu ve bu sayede Arabistan `ın birçok yerini tanımaya imkan buldu. Ahlâki ve dürüstlüğünden dolayı kendisine “ Muhammed`ül Emin “ dendi. 25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlendi. 40 yaşında kendisine ilk vahiy geldi.
Hz. Muhammed`e Cebrail adlı melek tarafından gönderilen ilk ayette “ Oku! Yaradan Rabbinin adıyla oku “ denilmekte idi. Hz. Muhammed `e ilk inananlar Hz. Hatice , Hz. Ebubekir , Hz. Ali , Hz. Zeyd ve Hz. Osman `dır. İslamiyeti kabul edenlerin sayısı zamanla arttı. Müşrikler ( putperestler) hemen islamiyete ve Müslümanlara karşı cephe aldılar, onlara baskı uygulamaya başladılar.
**__! İslam`da köle- efendi ayrımı olmadığından Mekke`nin ileri gelenleri mevki ve nüfuslarını yitirmekten endişelendirler.
İslam`da “ tevhid “ inancının Arapların “ atamızın dini “ dedikleri , putperesliği ortadan kaldıracağından kaygılandılar.
Müslümanlara yapılan baskı ve zulüm artınca Hz. Peygamber bazı müslümanların Habeşistan`a göç etmelerine müsaade etti (619).
**__! Habeşistan hükümdarı Hristiyan olup adaletiyle tanınan biri idi.
**__! Bu olay islam tarihinde ilk hicret olayıdır. İki halife halinde yapılmıştır.
İslamiyet , Mekke dışında Kâbe `yi ziyarete gelenler arasında da yayıldı. Müslüman olan Medineliler, Akabe denilen yerde Hz. Peygamber`e bağlılık sözü verdiler. Buna “ I. Akabe Biatı “ denilmişti.
Medineli müslümanlardan daha büyük bir topluluk , 622 senesinde Akabe `de Hz. Peygamber`e bağlılıklarını yenilediler (II. Akabe Biatı). Onu Medine`ye davet ettiler. Bu durum Müslümanların Medine`ye hicretinde etkili olmuştu.
Müşriklerin müslümanlara yaptıkları eziyet artık dayanılmaz hale gelmişti. Kureyş `in ( müşrikler) zulmünden kurtulup dinlerini serbestçe yaşabilmek için Müslümanlar Hz. Peygamber`in izniyle Mekke`de Medine`ye göç ettiler. En son hicret edenler ise, Hz. Peygamber ve yakın arkadaşı Hz. Ebubekir oldu.(622).
İslam tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisi olan Hicret olayı üzerine , Müslümanlar rahat bir nefes aldılar. Hz. Peygamber, Medinelilerle (yahudiler dahil) bir sözleşme yaptı. Tarihe “ Medine Sözleşmesi “ diye geçmiş olan bu bölgede , Hz. Muhammed , Müslümanlar ve Yahudilerin karşılıklı .... ve vazifeleri belirtilmekte idi. Buna göre Yahudiler , din ve ibadetlerinde serbest olacaklar , Medine `ye bir düşman saldırısı olursa müslümanlarla birlikte şehri savunacaklardı.
**__! Hicret , Hz. Ömer zamanında kabul edilen Hicri takvimin başlangıç senesi olmuştur.
Türkler islamiyette girdikten sonra Hicri Takvimi kullanmaya başlamışlardır.
Hz. Peygamber , Medine `de ilk islam Devleti`ni kurdu. Kurduğu devlete “ Medine Site Devleti “ denilmişti.
Hicretin Sonuçları
1_ Müslümanlar Putperest ayakların baskısından kurtulmuştur.
2_İslam inkilâbının başlangıcı olmuştur.
3_Mekkelilerin Müslümanlar üzerindeki baskıları sona ermiş ve islamiyetin yayılması hızlanmıştır. Ensar ile Muhacir kardeş ilan edilmiştir. Hicretin yapıldığı yıl hicri takvimin başlangıcı ilan edildi.
___HZ. PEYGAMBER`İN SAVAŞLARI___
Bedir SAVAŞI (624)
Nedenleri:
1. Müslümanların şam ticaret yolunu tehtid edmeleri
2. Müslümanların Mekke`de yağmalanan mallarına karşılık Suriye`den , Mekke `ye gitmekte olan Ebüsüfyan yönetimindeki Ticaret kervanı ele geçirmek istemeleri.
Sonuçları:
1. Müslümanların ilk savaşı ve ilk zaferi , Şam ticaret yolu kısmen müslümanların eline geçmiştir.
2. Medine`deki Yahudilerin bir kısmı Mekkelilerle iş birliği yaptığı için Hz. Muahmmed tarafından Medine `den çıkarılmıştır.
3. Müslümaların morali ve gücü arttı.
4. Müslümanlar bol miktarda ganimet elde ettiler.
*İslam savaşı hukukunun esasını teşkil eder.
Ganimetlerin beşte biri devlet hazinesi için ayrıldı, kalanı savaşlara taksim edildi. Bu esas, sonraki islam devletlerinde de uygulanmıştır.
Uhud SAVAŞI (625)
Nedenleri:
1.Müşriklerin Bedir mağlubiyetinin intikamını almak.
2.Müslümanların daha fazla güçlenmelerini önlemek ve şam ticaret yolunun emniyetini sağlamak istemeleri bu savaşın sebebidir.
3.Medine`den çıkarılan yahudilerin savaşa teşvik etmesi.
Sonuçları:
1. Mekkelilerin savaşı kazandılar.
2. Hz. Muhammed`e iteatin önemi anlaışdı.
3. Hz. Muhammed yaralandı , müslümanlar mağlup oldular.
**__! Uhud savaşı Müslümanların ilk yenilgisidir. Bu savaştan sonra, Medine Sözleşmesini bozdukları için Beni Nadir Yahudileri Medine`den uzaklaştırmışlardır. Bunlar heybere giderek yerleşmişlerdir.
Hendek SAVAŞI (627)
Nedenleri:
Uhud savaşında umduklarını bulamayan Mekkeliler, Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak için Medine üzerine doğru hareket ettiler. Şehrin savunmasız yönü Selman-ı Farisi adındaki İranlı bir müslümanın teklifi üzerine hendekle çevrildi.
Sonuçları:
1. Savaş müslümanlar tarafından kazanılmıştır.
2. Mekkeliler`in müslümanlar üzerine düzenledikleri son saldırı olmuştur.
3. Bu savaştan sonra mekkeliler savunmaya, Müslümanlar taaruza geçmişlerdir.
Hudeybiye ANTLAŞMASI (628)
Müslümanlar hac yapmak için 1500 kişilik topluluk ile Mekke`ye doğru hareket ettiler. Bunu savaş olarak değerlendiren Mekke ise savaşa hazırlıklı idi. Mekke yakınlarında Hudeybiye denilen yerde iki taraf görüşmeler sonunda antlaşmaya vardılar. ( Zira müslümanların bir barış ortamına ihtiyaçları vardı.) Bunu Hedeybiye Antlaşması denir.(628) Görünüşte Antlaşma maddelerinin bazıları Müslümanların aleyhindedir.
Bunlar:
1. Her iki taraf 10 yıl boyunca birbirleriyle savaş yapmayacak.
2. Bu yıl hac olmayacak , ertesi yıl Müslümanlar hac edebilecek , Mekkeliler hac sırasında 3 gün şehri boşaltacaklardır.
3. Müslümanlarla Mekkelilerin istedikleri kabileler ile ittifak yapabilecekler.
4. Reşid olmadan islamiyeti seçen Mekkeliler Medine`ye alınmayacak , Mekke`ye iade edileceklerdir.
5. Medine`den Mekke`ye geri dönmek isteyenlere Medine İslam Devleti karışmayacak.
6. Hiç kimsenin canına ve malına zarar verilmeyecek himayeleri altında bulunan kabilelere askeri yardım yapılmayacaktır.
Sonuçları:
1. Müslümanların siyasi bir varlık olarak imzaladıkları ilk antlaşmadır.
2. Kureyşliler müslümanların bir güç olarak resmen bu bölge ile tanıdılar.
3. İlk bakışta müslümanların aleyhinde görünüyorsa da daha sonra elihe döndü.
4. Müslümanlar güney sınırlarını güvence altına aldılar.
5. Mekke`nin önde gelen komutan ve siyasi liderlerrri silam dinine girdiler.
6. Her iki tarafın eşit haklara sahip olduğu bu belgeyle ortaya çıktı.
7. Taraflar arasındaki sert düşmanca tavırlar yumuşamış, sosyal ve ticari ilişkiler artmıştır.
8. Hudeybiye , Müslümanların askeri başarılarının en açık bir yazılı belgesi olmuştur.
Hayber`in Fethi (629) –(Hayber Kalesi)
Hayber Yahudileri Mekkelilerle iş birliği yaparak Müslümanlar için devamlı bir tehlike oluşturuyorlardı.Hz. Peygamber bu tehlikeden kurtulmak için hemen harekete geçti ve beraberindeki bin beş yüz Müslümanla Hayber Kalesini Kuşattı.
Hayberliler Hz. Peygamber`in hızlı hareketi nedeniyle kuşatma için hazırlık yapamamışlardı. Bu yüzden daha fazla direnmeden teslim oldular. Sonuçta Hz. Peygamber tarımdan elde ettikleri ürünlerin yarısını vermeleri şartıyla Yahudilere topraklarını geri verdi.(629).
Hz. Peygamber ve Müslüman Hudeybiye`den bir yıl sonra , antlaşmanın tanıdığı hakka dayanarak Kâbe`yi ve Mekke`yi ziyaret ettiler.
Mute SAVAŞI (629)
Nedenleri:
1. Bizans`a bağlı Gassani kralının islam elçisinin öldürmesi
2. Müslümanlardan oluşan bir keşif kolunun pusuya düşürülmesi.
Sonuçları:
1.Her iki tarafta savaşta üstünlük sağlayamadı.
Önemi: Mute savaşı Bizans İmparatorluğu ile Müslümanlar arasında ilk savaştır.
Mekke`nin Fethi (630)
Bir süre sonra Mekkeliler iki kabile arasındaki mücadele taraf tutarak Hudeybiye Antlaşmasına uymadılar. Hz. Peygamber bu durumda , bir sefer için hazırlıklara başladı. Mekke civarındaki dağların arkasında ordugâhını kurduğu zaman on bin kişilik bir kuvveti vardı. Mekkeliler ordugâh kuruluna kadar müslümanların hareketinden haberdar olmamışlardı.
Bu arada Mekke`nin en büyük reisi Ebu Süfyan müslüman keşif birliklerinin eline esir düştü. Hz. Peygamber müslüman olan Ebu Süfyan`ı ertesi günü serbest bıraktı. Bu sırada müslüman ordusu dört yönden Mekke`ye girmeye başladı. Ayrıca Ebu Süfyan , müslüman ordusunun büyüklüğünü anlatarak direnmenin faydasız olduğunu Mekkeliler`e söylemişti. Böylece Mekkeliler savaşmadan müslümanlara itaat ettiler.
Hz. Pegamber şehre girdikten sonra Kâbe`ye gitti ve orada putları kırdırdı. Düşmanları ve eski Hemşerilerine büyük bir alçak gönüllülükle konuşarak “ Hepiniz Hürsünüz “ dedi. Bu sözlerin Mekkeliler üzerinde büyük etkisi oldu. Kendiliklerinden islam dinini kabul ettiler.
Huneyn SAVAŞI ve Taif SEFERİ (630)
Nedeni:
Putperestler, müslümanlara karşı Taiflilerle birleşerek Huneyn denilen yerde toplanmışlardı. Üzerlerine yürüyen İslam ordusuna yenilerek Taif `e sığındılar. Ancak Taif alınamadı. Taifliler 631 yılında müslümanlığı kabul ettiler.
Sonucu:
Hicaz başta olmak üzere Arabistan`ın büyük bir kısmı İslam dinine girdi. Hz. Muhammed müslüman olmayan Araplarla son mücadelesini yapmıştır.
Huneyn Zaferi, Mekke`nin fethini tamamlayıcı bir özellik gösterir.
Tebük SEFERİ (631)
Bir Bizans ordusunun müslümanlar üzerine yürüdüğü haberi duyulunca Hz. Peygamber büyük bir ordu ile Suriye üzerine sefere çıktı. Haberin asılsız olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine geri dönüldü. Bölgedeki bazı kabileler (Gassanilerin büyük bir kısmı) müslüman oldular.
**__! Tebük seferi Arabistan dışına yapılan ilk seferdir. Tebük seferi müslümanların Bizans üzerine sefer yapacak kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir.
Bu sefer Hz. Peygamber`in son seferidir. Veba salgını olduğundan Suriye`ye gidilmekten vazgeçilmiştir. Bu durum tarihte ilk karantina sisteminin uygulanmasıdır.
Veda HACCI ve Veda HUTBESİ
Tebük Sefer`inden sonra Medine`ye dönen Hz. Muhammed ertesi yıl kalabalık bir müslüman topluluğu ile Mekke`ye hac yapmaya gitti. Bu hacca islam tarihinde “ Veda Haccı “ denir. Hz. Muhammed bu hacda haccın nasıl yapılcağını müslümanlara bizzat kendisi göstermiştir.
Hz. Muhammed `in aynı yıl içerisinde vermiş olduğu hudbe`ye de “ Veda Hutbesi “ denir. Bu hudbe`de cahiliye devrinin sona erdiğini, kölelik ve efendilik müessesinin ortadan kalktığını, herkesin eşit olduğunu belirtmiştir. Hz. Muhammed bu Hutbesi`nin sonunda
Kur-an`ı Kerim`in tamamlandığı ve görevinin sona erdiğini bildirerek müslümanlara veda etmiştir.
Veda Haccı`ndan sonra Hz. Muhammed Medine`ye dönmüş rahatsızlıklarının giderek artması üzerine imamlık görevini Hz. Ebubekir`e bırakarak, 8 Haziran 632`de Pazartesi günü vefat etmiştir.
Mezarının ismi Rauza-i Muhtahhara `dır. Vefat eden Hz. Muhammed , Medine`ye defnedildi. İslam tarhinde Hz. Muhammed `in vefatıyla “ Dört Halife Dönemi “ başlamıştır.
DÖRT HALİFE DEVRİ (632-661)
Hz. Muhammed`in vefatından sonra Hz. Ebubekir `le başlayıp , Hz. Ali `ye kadar süren döneme Dört Halife Devri denir. Bu dönemde halifeler seçimle başa geldikleri için bu döneme Cumhuriyet Dönemi denir. Bu dönem İslamiyetin yayılması ,kökleşmesi ve kuvvetlenmesi bakımından önemlidir.
Hz. Ebubekir DÖNEMİ (632-634)
Hz. Peygamber`in ölümü ile ortaya çıkan yalancı peygamberlerin ve zekât vermeyenlerin isyanlarını bastırarak Arap Yarım adasından siyasi birlik sağlanmıştır. Kur-an`ı Kerim kitap haline getirilerek özgün halinin korunması sağlanmıştır.
Halife, komutan ve yüksek dereceli memurlara maaş bağlanmıştır. Arap Yarım Adası dışında ilk kez fetihlere başlanmıştır. İslam ordularının düzenli olarak fetihle görevlendirildikleri ülke Suriye olmuştur. Husamin Zeyd komutasındaki ordu Suriye`ye , Halid Bin Velid komutasındaki ordu Irak`a gönderilmiştir. Müslümanların Güney Filistin`i ele geçirmelerinin üzerine Bizans elli bin kişilik bir orduyu Suriye`ye göndermiştir. Bunun üzerine Halid Bin Velid Suriye`ye gelip İslam ordularının başına geçmiştir. İki ordu Yermük Irmağı kıyılarında savaşmışlar ve müslümanlar Bizans ordusunu Yenilgiye Uğratmışlar.(634).
Yermük Zafer, inin Sonucu:
* Suriye`nin kapıları islam ordularına açılmıştır.
Hz. Ebubekir Yermük Zafer`inden sonra 23 Ağustos 634 `de vefat etmiştir. Aziz dostu Hz. Muhammed `in yanına defnedilmiştir.
Hz. Ömer DÖNEMİ (634-664)
Hz. Ebubekir hastalandığı zaman tavsiyetname hazırlayarak kendinden sonra msülümanlar arasında karışıklık çıkmasını önlemek için Hz. Ömer Halife olmasını istemiştir. Böylece Hz. Ömer hiçbir itiraz meydana gelmeden halife olmuştur.
Hz. Ömer başa geçinci Halid Bin Velid`i ordu komutanlığına alarak, Ebu Hubeyde`yi atamıştır.
İslam ordusu 635 `de Şam`ı (Dimaşk) kuşatmış ve altı ay süren mücadeleden sonra şehri ele geçirmiştir. Suriye `nin fethi tamamlandıktan sonra msülümanlar Kudüs`e ilerlemiştir bunun üzerine Kudüs Bizans`tan yardım istemiş imparator Herakleois deniz yoluyla Kudüs`e yardım göndermiştir. Suriye`deki tüm islam orduları Arm ve As başkanlığında birleşerek Bizans kuvvetleri ile karşılaşmışlardır.
636 yılında yapılan “ Ecnadin “ savaşını müslümanlar kazanmış , ardından Kudüs `ü kuşatmışlardır. Kudüs Patri halifeye teslim olacağını bildirince şehir savaş yapılmadan msülümanların olmuştur.
Irak CEPHESİ
* Köprü Savaşı (634):
İslam orduları Fırat Nehri kenarında İran ordularıyla karşı karşıya gelmiş ve savaşı kaybetmişlerdir. Komutan Ebu Veyde ve pek çok islam askeri şehit olmuştur.
* Kadisiye Savaşı (636):
Irak cephesindeki ordunun başında Sad Bin Ebi Vakkas vardır. Müslümanlar ile Sasaniler Küfe yakınlarında Kadisiye denilen yerde tekrar karşılaşmışlardı. Savaşı islam orduları kazanmıştır.
Sonuçları:
1. Böylece Irak müslümanların eline geçmiş, İran yolu açılmıştır.
2. Bu savaşın ardından Sasaniler`in başkenti Medain şehri ele geçirilmiştir.(632)
* Celula Savaşı (637):
Bu savaş msülümanlar kazanmışlardır. (Sasanilerle yapılmıştır.)
Müslümanlar bu arada Basra ve Kûfe `de yeni askeri üsler kurarak ordularını takviye etmişler ve güçlerini arttırmışlardır.
* Nihavend Savaşı (642):
İranlılar topladıkları kuvvetlerle müslümanlar üzerine tekrar saldırmışlar ve Nihavend de yapılan savaşı msülümanlar kazanmıştır.
Sonuç:
İran ordusu dağılmış ve İran şehirleri tamamen müslümanların eline geçmiştir.
Irak ve Suriye seferlerinden başka İslam orduları El_Cezire ( Yukarı Mezepotamya ) yönelmişler 639 yılında Urfa , Harran ve Diyarbakır feth edilmiş ve 634-664 yıllarında Azerbaycan , tamamiyle feth edilmiştir.
Önemi:
Nihavend savaşlarıyla , müslümanlar sınır komşusu olmuşlardır.(Karluklar ve Türkişler)
Suriye `nin fethinden sonra Mısır müslümanlar için bir hedef haline gelmişlerdir. Mısır Bizans hakimiyeti altındaydı ve ağır vergiler veriyorlardı. 642 yılında Mısır `ın fethinden sonra Lidye ve Trabulusgarb islam ordularınca feth edildi.
_ Hz. Ömer Döneminde Yapılan Düzenlemeler_
1. İlk kez divan teşkilatı kuruldu.
2. Adli teşkilat kuruldu. Vilayetlere validen ayrı olarak kadılar atandı.
3. Feth edilen ülkelerin yönetim birimlerine ayrılmasıyla büyük iller ortaya çıktı.
4. Irak, Mısır, Suriye , Cünd adı verilen devamlı ordugâh şehirleri kurulmuştur.
5. Hicri takvim hazırlanarak kullanılmaya başlanmış
6. Ekonomik alanda yenilikler yapılmıştır.
7. Askeri amaçlı ikta sistemi uygulanmıştır.
Hz. Ömer son derece sade bir hayat yaşayan adaletli yönetimi ile herkesin güvenini kazanan islam devletlerini sınırlarını Lidya`dan Horasan`a kadar ve Kafkasya`ya kadar genişleten Hz. Ömer 644 yılında İranlı bir köle tarafından hançerlenerek öldürülmüş ve şehit olmuştur.
Hz. Osman DÖNEMİ (656)
Hz. Ömer vefat etmeden önce yerine geçecek halifeyi belirlemek üzere Hz. Muhammed `in eski arkadaşlarından 6 kişiyi görevlendirmişti. Bu arkadaşların yaptıkları görüşmeler sonucu Hz. Osman Halife seçilmiştir.
Hz. Osman fetih hareketlerine devam etmişler. Bu dönemde islam orduları Kafkaslarda Hazarlar ile karşılaşmışlardır. İslam orduları sık sık Torosları aşarak Anadolu içlerine kadar akınlar düzenlemişlerdir.
Bizans`ın eline geçen İskenderiye geri alınmıştır. Anadolu`da islam orduları Kayseri`ye kadar ilerlemişlerdir. Kafkasların bir kısmı ve burada Hazar Türkleriyle savaşılmıştır. Horosan`ı alan islam orduları Ceyhun Nehri`ni geçecek Asya içlerinde ilerlemişlerdir. Böylece Türkler ve müslümanlar arasındaki savaş başlamıştır.
Suriye sahillerinde ilk islam donanması kurulmuştur. Şam valisi Muaviye tarafından kurulmuştur. Muavi`ye Kıbrıs`ı kuşatarak 649 yılında almıştır. İslam tarihindeki ilk karşıklıklar bu dönemde çıkmıştır.
Hz. Osman yumuşak huylu ve iyi niyetliydi. Başta valilikler olmak üzere ordu komutanlıklarına ve önemli görevlerine Ümeyye ailesinden akrabalarına getirmiştir. Bu valilerin idaresinden memnun olmayanlar ve münafıklarında kışkırtması Hz. Osman`a karşı muhalefete başlamışlardır. Yaşlılığından dolayı Hz. Osman kendisine karşı oluşturulan bu muhalefeti bastırmakta güçlük çekiyordu. Bu arada Mısır, Basra ve Kûfe`den 500 kişilik bir grup Medine`ye gelerek ortalığ karıştırdılar. Bundan sonra olayların önüne geçilemedi. Ve Hz. Osman evinde Kur-an`ı Kerim okurken 17 Haziran 656 `da bu grup tarafından şehit edildi. Bu olay daha sonraki yıllarda meydana gelebilecek huzursuzlukların temelini oluşturdu.
Çeşitli şehirlerde Kur-an`ı Kerim ayetlerinin farklı şekillerde okunması üzerine Kur-an`ı Kerim çoğaltılarak ordugâhlara ve öenmli merkezlere gönderilmiştir. Bu Hz. Osman döneminin en önemli olayıdır. Horasan ve Harzem fethedildi.
Hz. Ali DÖNEMİ ( 656-661):
Hz. Osman`ın şehit edilmesinden sonra halifelik Hz. Ali`ye teklif edilmiştir. Hz. Ali önceleri bu teklifi kabul etmediysede ısrarlar karşısında olumlu cevap vermiştir. Hz. Ali döneminde halife olduktan sonra Hz. Aişe , Zübeyr Avvam ve Talha Bin Ubeydullah, Hz. Osman katillerinin derhal cezalandırılmasını istemişlerdir.
Hz. Ali Kûfe`ye gelerek buradan yardım aldı. Basra üzerine yürüdü. Hz. Ali `nin Barış çabaları snuç vermeyince iki taraf arasında savaş başladı.
* Camel Vak`ası (Deve Savaşı 656):
Çatışma , Hz. Aişe `nin devesinin etrafında geçtiği için bu savaşa “ Deve Savaşı “ denmiştir.
Yapılan savaşta Zübeyr ve Talha şehit edilmiştir. Aişe `ye dokunulmamıştır. Savaştan sonra Hz. Ali dönmemiş Kûfe`yi merkez yaparak , Irak `ı kontrolüne almıştır.
Ancak Şam valisi Hz. Ali`nin halifeliğini tanımayarak mucadeleye devam etmiştir. Hz. Osman `ın katillerini cezalandıracağını ilân etmiştir.
* Sıffın Savaşı (657):
Hz. Ali`nin barış teşebbüsleri yine sonuçsuz kalınca iki taraf arasında savaş çıkmıştır. Temmuz 657 `de Fırat Nehri kıyısında Sıffın adı verilen yerde başlayan savaşta Muaviye yenilirken Amr Bin As `ın teklifi üzerine askerler mızraklarının ucuna Kur-an`ı Kerim saifelerini takmış ; “ Aramızda Kur-an`ı Kerim hakem olsun “ demişlerdir. Hz. Ali kendi askerine bunun hile olduğunu söylesede askerler bunu dinlememişlerdir. Bunu üzerine islam tarihinde hakem olayı denilen bir hadise gerçekleşmiştir. Arm Bin As Muaviye`nin , Ebu Musa El-Eşari ise Hz. Ali `nin hakemi olmuştur. İkisi yaptıkları görüşmelerden her iki tarafın halife olmasını yeni bir halife seçilmesini kararlaştırmışlardır. Yinede bu kararlar islam dünyasının bölünmesini engelleyemedi. Hakem olayından sonra islam dünyasından sonra Hz. Ali yanları, Hz. Muaviye yanları ve her ikisini de kabul etmeyen hariciler olarak ayrılmıştır. Hz. Ali tarafına Şîî, Hz. Muaviye tarafına Emevi denirdi.
* Nehrevan Savaşı (659):
Hariciler Hz. Ali`nin üzerine yürümüştür. Halkıda isyana teşvik etmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ali bu olayı Nehrevan savaşıyla dağıtmıştır. Hariciler islam dünyasının bu şekilde dağılmasını Hz. Ali , Hz. Muaviye ve Arm Bin As `ı sorumlu tutarak suikast yapmaya karar vermişlerdir. Hz. Ali şehit edildi, diğer ikisi kurtulmuştur. Böylece dört halife devri kapanmıştır.
_DÖRT HALİFE DEVRİ`NİN GENEL ÖZELLİKLERİ_
· Halifeler seçimle iş başına gelmişlerdir.
· Bu dönemde Arap milliyetçiliği yapılmamıştır.
· Türklerle ilk siyasi ilişkiler bu dönemde başlamıştır.
· İslam Devleti bölgenin en önemli siyasi gücü haline gelmiştir.
· Sistemli bir devlet teşkilatı oluşturulmuştur.
EMEVİLER (661-750)
Hz. Ali `nin şehit edilmesinden sonra islam dünyası, Emevi ailesinden Muaviye`nin eline geçti. Muaviye, Emevi devletini kurduğu sırada ırkta bulunan müslümanlar da Hz. Ali`nin büyük oğlu Hz. Hasan `ı halife seçmişlerdi. Hz. Hasan Muaviye`nin ordu topladığını duyunca, bazı şartlarla halifelikten vazgeçti. Ancak, muaviye sözünde durmadı. Hz. Hasan `ın ölümünden sonra , oğlu Yezid`i veliaht ilân etti. Muaviye devrinde halifelik , babadan oğula geçen bir saltanat haline geldi.
Yezid DÖNEMİ (680-683):
Yezidìn halifeliğine Hz. Hüseyin karşı çıkınca , Hz. Huseyin ve onun çok az sayıdaki taraflarını Kerbelâ `da şehit etti (681).
ÖNEMİ: İslam dünyası , bu olaydan sonra kesin olarak Sunnî ve Şîî mezheplerine ayrılmıştır. Bu devirde Ukbe Bin Nafî , Kuzey Afrika`nın fethini tamamlamıştır.
Abdülmelik DÖNEMİ (685-705):
Emevilerin en parlak dönemidir. Arapça resmi dil ilân edildi. İlk defa Arapça yazılı paralar basıldı.
Velid DÖNEMİ (705-715):
Abdülmelik 705 yılında ölünce yerine oğlu Velid geçti. Bu dönem Emevilerin en parlak ve en hızlı geliştiği dönemdir. Doğuda Türklerle sert mücadeleler sonunda müslümanlar bir yandan Hindistan `a ulaştılar. 771 yılında Tarık Bin Ziyad komutasındaki müslümanlar Avrupa`ya (İspanya yoluyla) geçtiler. İspanya`ya Vizigotlar`ı yenen Tarık , Kuzeye doğru ilerledi ve İspanya fethedildi.
Velid`in 715 `te ölümünden sonra duraklama dönemine giren Emevi Devleti fetih hareketlerine girişemedi. 716 yılındaki İstanbul kuşatması başarırız kaldı. Ömer Bin Abdülaziz döneminde yeniden toparlanıldıysa da bu uzun sürmedi. Bu durgunluğu gidermek için son halifelerden Hişam zamanında İspanya üzerinden Fransa`ya yüründüyse de bu olay bozgunla sonuçlandı.
* Putavya Savaşı (732):
_Nedeni:
Müslümanların Avrupa içi, Hristiyanlığın merkezi olan İtalya`ya doğru ilerleyerek islamiyeti yaymak istemeleri , Avrupalılar`ın da müslümanlara karşı birleşerek onları Fransa`dan atmak istemeleri.
732`de yapılan savaşta başta Franklar olmak üzere , Hristiyan Avrupalılar Emeviler`i bozguna uğrattılar.
_Sonucu:
Müslümanların Batı Avrupa`daki ilerleyişlerinin durmasına hatta gerilemesine neden olmuştur. Müslümanlar buradan daha ileriye gidemediler. İslam Dünyası`nı olmusuz yönde etkileyen ilk büyük savaş Putavya `dır. Zayıflamaya başlayan Emeviler devletinde merkezi otorite de bozulunca 750 yılında Ebu Müslim Horasani komutasındaki Abbasileri temsil eden ordu, Emevilere son verdi.
Emevi Devleti`nin Yıkılış Sebepleri:
· Emeviler Arap olmayan müslümanları “ Mevali “ (azat edilmiş köle) gözüyle görmeleri Emevilere karşı kin ve husumet uyandırmıştır.
· Sonradan müslüman olanlardan cizye vergisi almaya devam etmeleri.
· Emevi fetihlerinin İspanya`da ve Asya`da durulmuş olması.
· Şîî ve Haricilerin devleti zayıflatmak için faaliyetleri.
· Sınırların genişlemiş olması nedeniyle, merkezi idarenin kontrolünün zayıflaması.
· Zevk ve sefanın artmış olması.
_Yıkılışı:
Horasan bölgesinin komutanı Türk asıllı Ebu Müslim isyan ederek Hz. Peygamber`in amcası Abbas`ın soyundan gelen Ebu`l Abbas Abdullah`ı halife etti. Emevi sülalesinden yakalananlar öldürülmüş. Kurtulanlardan , Abdurrahman , İspanya`ya giderek “ Endülüs Emevi Devleti” `ni kurdu (756).
*__! Endülüs Emevi Devleti`nin kurulmasıyla islam dünyasında Abbasi ve Endülüs Emevi Devleti olmak üzere iki siyasi güç ortaya çıktı.
ABBASİLER DEVLETİ DÖNEMİ (750-1258)
Emeviler 750 yılında ortadan kaldırılan Abbasiler İslam Dünyası`na kısa zamanda hakim oldular.
İlk Abbasi halifesi Ebu`l Abbas Abdullah `tır. İslam devletini dağılmaktan kurtarır ve güçlendirir. Daha ilk yılında Çinlilerle Orta Asya`ya hakim olabilmek için Talas Irmağı kenarında büyük bir meydan savaşı yapıldı. Türklerde bu savaşta ilk defa olarak müslüman Araplar`ı destekledikleri için savaşı müslümanlar kazanmıştır.
Talas savaşı Abbasi Devleti`nde olumlu etki yaparak ve devlet bütün İslam Dünyası`nda kabul görecektir. Daha sonra güçlenen Abbasiler Irak`a önem verecekler ve başkenti Bağdat`a taşınacaklardır. Daha sonraları Bağdat büyük bir kültür merkezi haline gelecektir.
786-805 yılları arasında Abbasilerin lideri olan Harun Reşit bu devlete en parlak dönemini yaşatmıştır. Devleti siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerden en iyi dönemini yaşatmıştır. Bizansla mücadele edilmiş ve büyük başarılar sağlanmıştır. Abbasiler Harun Reşid`in oğulları zamanında gücünü devam ettirdi. Emin , Memun ve Mu`tasım dönemlerinde türkler Abbasi ordusunda hizmet ettiler. Üst kademelere kadar yükseldiler. Böylece IX. Yüzyıldan sonra Abbasiler Devleti`nde Türkler etkili rol oynadılar. Yine bu dönemlerde Bizanslılardan korunmak için sınırlarda türklerden oluşan Avasım şehirleri kuruldu.
Asrın ikinci yarısından sonra hakim olduğu sahalara özerklik (muhariyet) tanıdı. Böylece bazı küçük devletçikler çıktı ki bunlar
“ Tavaifül Mulk ” denildi. Bu devletlerden bazıları şunlardır: Tolunoğulları , İhşitler, Tahiroğlulları, İdrisiler, Ağlebiler vb.
Ayrıca 10. asırdan sonra Şîî Fatımiler Kuzey Afrika`da etkili olunca Abbasiler bu asırdan sonra Kuzey Afrika`da varlık gösteremediler.
1055 yılında Tuğrul Bey Bağdat`ı Şîî Büveyh oğlullardan kurtardıktan sonra siyasi gücü eline aldı. Böylece Abbasiler islam dünyasındaki güçlerini Selçuklu Türklerine bıraktılar.
Zayıflamış olan Abbasi Halifeliğine 1258 yılında İlhanlı Moğolları (Hülagu) son verdiler. İslam Dünyası`na Osmanlılar`dan sonra en uzun ömürlü hanedan olan Abbasiler İslam Dünyası`na birçok alanda büyük katkıda bulunmuştur.
_ · Abbasiler`in Genel Özellikleri · _
· İslam tarihinde ilk medreseler, vezirlikler ve anlam da Divan teşkilatı bu dönemde kurulmuştur.
· Sadece Araplar`ı ön planda tutan değil bütün müslümanlara eşit davranab bir devletti.
· Hiçbir zaman Avrupa`ya sahip olmamışlardır. İlk Çağ Yunan, Roma klasikleri Arapçaya tercüme edilmiştir.
· Türklerle yakın ilişkiye girilmiş ve türkler bu dönemde müslüman olmuşlardır.
· Irak önem kazanmıştır.
· Bilim ve tekniğe çok büyük önem verilmiştir. İslam dünyası bu dönemde en önemli kültür merkezlerine sahip olmuştur. Hakim oldukları sahalara özerklikler ( Tava`ifül Mülk ) tanınmıştır.
· Merkezi otorite çok güçlü değildi.
· Sınırların genişlemesi savaş yoluyla değil hoşgörüyle gerçekleşmiştir.
· Moğollar tarafından ortadan kaldırılmıştır. Böylece sadece Irak değil, Afrika dışında bütün islam dünyası Moğolların tahribatına uğramıştır.
· Bu dönemden sonra islam dünyasında genelde Türkler hakim olmaya başlamışlardı.
ENDÜLÜS EMEVİLER`İ DÖNEMİ (756-149)
Emevilerin 750 yılında yıkılışlarından sonra , Abbasiler`in egemenliğini tanımayan İspanya`daki müslümanların başına yine Emevi Hanedanı`ndan Abdurrahman geçti. Kurtubay`ı başkent yaparak Avrupa müslümanlarını bu devlet temsil etti. Endülüs Emeviler`i daha çok ilme öenm vererek mükemmel ilim ve kültür merkezleri meydana getirdiler.1031 yılında bu devlet çeşitli kollara ayrıldı. Bu dönem 1031`den 1942 yılına kadar sürdü. Bu dönemde “ Tava`ifül Mülk “ devri denir. En etkili devletçilik Beniahmer Devleti`dir. Askeri ve Siyasi gücünü kaybeden Endülüs Emevileri`ne 1492 yılında İspanyol Kastilyalılar son verdi.
ÖZELLİKLERİ:
1. Sanat , Bilim ve Kültür`e en çok önem veren islam devletidir.
2. Sınırları sadece İspanya ile çevrilidir.
3. Avrupa`da Rönesans`a iki eden iki islam devletinden biridir.(diğer Osmanlı).
__DEVLET TEŞKİLATI__
a-) Devlet Başkanı:
1. İslamın siyasi yapısı dini temellere dayanıyordu.
2. Medine`de Hz. Muhammed `e kurtarıcı gibi bakılması onun hem siyasi hemde dini görevleri yürütmeyi üzerine almasına sebep olmuştur.
3. İlk islam devleti Peygamber efendimiz tarafından kurulmuştur.
4. Halifeler dini ve idari vazifelerin dışında bütün yetkileri de kullanıyordu.
5. İlk dört halife seçimle iş başına geldiğinden bunların zamanına CUMHURİYET DEVRİ `de denilir.
b-) Merkezi Teşkilatı:
1. İslam devletinin merkez teşkilatı ilk önceleri son derece basitti.
2. Fetihlerle devlet sınırları genişleyince ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak üzere yeni müesseseler kuruldu.
3. Merkez teşkilatı Abbasiler zamanında mükemmel hale geldi.
4. Asayiş işlerinde sorumlu olmak üzere “ Şurta Teşkilaı “ kuruldu.
5. Binin emir ve yasaklarına uyulmasının sağlanması,çarşı pazarın konrolü ahlaka aykırı hareketlerin önüne geçilmesi “ Hisbe Teşkilatı “ `nın vazifesi idi.
6. Pasta işlerini Divan Berid yönetiyordu. Emeviler zamanında kurulmuştu.
7. Abbasi halifeleri devlet işlerine fazla vakit ayıramadıklarından bunlar adına işleri çekip çevirecek “ vezirlikler “ mühtesiplik gibi görevler ortaya çıkmaya başladı.
ORDU
1. İslamın ilk dönemlerinde ordu gönüllerinden oluşuyordu. Cihad`ı bütün müslümanlar için farz kılınması , onları oloğal asker olarak kabul ediyordu.
2. Sınırların genişlemesi ile asker sevkiyatı güçleşti. Bu yüzden sınır boyları ordugâh şehirler kurulmaya başlandı.
**__! Ordugâh şehirlere önce askerler, sonra onların aileleri yerleşiyordu. Böylece hem sınır muhafazası , hem fetihlerin kolaylaması, hem de İslam`ın yayılması sağlanıyordu.
3. Abbasiler zamanında Türk tesiri ile 10`lu sistem islam ordu teşkilatına girdi.
4. İlk islam donanması ise Hz. Osman zamanında Suriye`de kuruldu.
ADALET
Hicretten sonra adalet işlerine bizzat Hz. Muhammed bakıyordu. Hz. Ömer zamanında devlet sınırları genişleyince her vilayette kadılıkları kuruldu.
DİN VE İNANIŞ
İslam kelimesi , Allah`ın irade ve isteklerine teslim olmak demektir. İslamiyeti kabul edenlere Müslüman denir.
Müslüman ; kendisini , nefsini ve bütün varlığını Allah`a teslim etmiş. Allah `ın birliğine inanmış , bu suretle selamete erişmiş insan demektir. İslam dinin temeli Kur-an`ı Kerim `dir. Kur-an`ı Kerim Allah tarafından Hz. Muhammed `e gönderilen vahiylerin bir araya toplanmasıyla meydana gelmiş ve bu güne kadar da hiç bir değişikliğe uğramamamıştır. Her dinde olduğu gibi islam dininde imana ve ibadete ilişkin esasları vardır.
_İmana ilişkin esaslar: Müslüman olmak için bazı şartlar kabul etmek mecburiyeti vardır. Bunlara imanın şartları denir. Bu şartlar şunlardır:
1. Allah`ın birliğine inanmak
2. Meleklere inanmak
3. Kutsal kitaplara inanmak
4. Peygamberlere inanmak
5. Ahiret gününe inanmak
6. Kader, hayır ve şer herşeyin allah`tan geldiğine ve öldükten sonra yeniden dirilişe inanmak
İbadete ilişkin esasları: Bir müslümanın islam dininin beş temel şartına uyması Allah tarafından farz kılınmıştır. Bu şartlar şunlardır:
1. Kelimeyi şahadet getirmek
2. Günde beş vakit namaz kılmak
3. Yılda bir ay oruç tutmak
4. Zekat vermek
5. Hacca gitmek
SOSYAL ve İKTİSADİ HAYAT
Sosyal Hayat:
İslamiyet bütün müslümanların eşit ve kardeş kabul etmekle birlikte Emeviler zamanında Araplar Kendilerini diğer müslüman milletlerden üstün gördüler devlet yönetiminde bütün önemli görevler ve askerlik Arapların elindeydi. Arap olmayan müslümanlara karşı
“ mevali “ deniyordu. ( İranlılar , Mısırlılar, Berberiler ve Türklerr gibi). Toplumda diğer bir sosyal sınıf “ zımnîler “ (gayri müslimler ) idi. Emevilerin , mevaliyi küçümsemesi , vergi yönünden haksızlıklar yapması , yıkılışlarındaa en önemli sebeplerden biri oldu.
Abbasilerin yönetime gelmesiyle , mevalinin durumu değişti. Müslüman olmak şartıyla her milletten kişiler önemli görevlerle gelmeye başladılar. Önce İranlılar, daha sonra Türkler , Sivil ve askeri görevlere getirildiler.
Ekonomik Hayat:
İslam Devleti`nde ekonomik hayat Abbasiler döneminde gelişme gösterdi. Devletin tüm gelirleri Beytü`l-Mal denilen devlet hazinesinde toplanırdı.Hazinenin başlıca gelir kaynakları şunlardı:
1. Öşür: Müslüman halktan alınan onda bir oranda toprak vergisi.
2. Haraç ve cizye: Müslüman olmayanlardan alınan toprak vergisine “ haraç “ sağlıklı gayri müslim erkeklerden , askerlik görevi karşılığı alınan vergiye de “ cizye “ denir.
3. Zekat ve Sadaka: Zengin müslümanlardan alınan bir vergi olup toplanan zekat ve yoksulluklara dağıtılırdı.
4. Ganimet: Savaşlarda elde edilen ganimetin beşte biri hazineye aitti.
5. Diğer Gelirler: Maden , orman , otlak , tuzla gelirleri , yalancı tüccarlardan alınan vergiler ve yabancı devletlerin gönderikleri vergi ve hediyeler.
Toplanan gelirler orduya , kale yapımlarına , bayındırlık işlerine , fakir , dul , yetim ve hastalara harcanırdı. Vali ve komutanlara , büyük devlet memurlarına maaş yerine arazi verilirdi. Bu kişiler , kendilerine verilen araziden aldıkları öşür ve haraçlarla geçinirlerdi.
İlk altın ve gümüş para Emevi Halifesi Abdülmelik (685-705) zamanında basıldı. Altın paraya “ dinar “ , gümüş paraya “ dirhem “ denirdi. Fetihler sonrasında Irak , Suriye , Mısır , Maveraünnehir`de tarım çok gelişti. Abbasiler döneminde tarımın gelişmesi için sulama faaliyetleri başlatıldı ve bataklıklar kurutuldu. Sulanabilen alanlarda, buğday, arpa, pirinç, en çok yetiştirilen ürünler oldu.
Yazı , Dil ve Edebiyatı
İslamiyet yayılması paralel olarak , Arap alfabesi de yayıldı. Arap harfleri bütün islam ülkelerinde ortak yazıyı oluşturdu. M.Ö IV. Yüzyılda Kuzey Arabistan`da bir devlet kurmuş olan Nabatlıların yazısı , Arap harflerinin doğuşuna yol açtı. Arap Alfabesiyle yazı sağdan sola doğru yazılırdı. Bu alfabede bir çok sesli harf yazılmaz bunların yerine “ hareke “ denilen işaretler kullanılırdı. Harfler , kelimelerin başında , ortasında ve sonunda değişik şekiller alınırdı.
İslamiyetle birlikte Arapça önem kazandı ve fetihler yoluyla geniş alanlara yayıldı. İslam dünyasında ortak dil durumuna geldi. Arapça`nın ortak dil durumuna gelmesinin sebebi; Arapça`nın Kuran dili olması ve ibadetin Arapça ile yapılmasıydı. Emevi Halifesi Abdülmelik zamanında Arapça resmi dil olarak kabul edildi. Arapça zamanla gelişerek , bilim ve kültür dili haline geldi.
İslamiyet öncesi dönemde Araplar arasında şiirin önemli yeri vardı. Emevilerin zamanında Hz. Muhammed`in hayatını anlatan eserler yazılmaya başlandı. Abbasiler zamanında edebiyat alanında felsefi düşünceler yer alırken , Batıdan tercümelerde yapıldı.
BİLİM VE SANAT
Bilim:
İslam dünyasında bilim alanında gelişme , özellikle fen , tıp ve felsefede olmuştur. Bilim alanında gelişme Emeviler döneminde başladı. Bu dönemde İran , Hint , Süryani ve Yunan dillerinden Arapça`ya tercümeler yapıldı. Tercüme faaliyetleri Abbasiler döneminde de devam etti. Yapılan tercümeler daha çok tıp , astronomi , fizik , kimya , matematik ve mantık gibi bilim dallarında yapılıyordu. Abbasi ve Endülüs halifeleri , bilim alanındaki çalışmalara büyük destek verdiler. Bağdat ve Kurtuba şehirleri , dünyanın en büyük bilim merkezleri durumuna geldiler.
a-) İslami Bilimler: Tesfir (Kur-an`ın ayetlerini yorumlamak ve açıklamak) ; kıraat (Kur-an`ın doğru okunmasını mümkün kılan bilim dalı) ; hadi ( Hz. Muhammed`in çeşitli konularda müslümanları aydınlatmak ve Kur-an ayetlerini açıklamak için söylediği sözler) ; fıkıh (İslam hukuku) ; kelam ( İmanın esaslarını ortaya koyan ve bunu delilleriyle savunan bilim dalı).
b-) Aklî Bilimler: Tıp , matematik , kimya , felsefe ve astronomi idi. Müslümanların bu bilim dallarını Arapça`ya yapılan tercümeler sonucu tanıdılar. Abbasi Halifesi Mansur zamanında başlayan tercüme faaliyetleri , Harun Reşid ve Memun zamanlarında büyük gelişme göstermiştir. Bu dönemlerde Yununca , Farsça , Hintçe ve Süryaniceden çok sayıda eşer tercüme edildi.
Eğitim Öğretim
Eğitim ve öğretim konusunda ilk gelişme Abbasiler zamanında başladı. X. Yüzyılda ilk medreseler açıldı. Bu medreselerde tefsir , hadis , fıkıh , kelam gibi islami bilimler okutuldu.
İslam dünyasında ilk büyük medreseyi Türkler kurdu. Alp Arslan`ın emriyle vezir Nizam ül-Mülk tarafından Bağdat`ta kurulan Nizamiye Medresesi dönemin en büyük ve ileri eğitim – öğretim kurumuydu (1067). Nizamiye Medresesinde , İslam bilimlerin yanı sıra matematik, felsefe, dil ve edebiyat gibi dersler de okutulurdu.
Endülüs Emevi devletinde de eğitim ve öğretim de oldukça ileriydi. Kurtuba Medresesi Müslüman öğrencilerin yanı sıra çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen Hristiyan öğrencilerden eğitim gördüğü yerdi. Ayrıca Kahire , Gırnata ve Sevil Şehirlerinde de yüksek medreseler açılmıştı.
Sanat
1. İlk islam eserlerinin mimari özelliği yoktur.
2. Devletin sınırlarının genişlemesi ve başka kültürlerin tesiri ile islam mimarisi ortaya çıkmaya başladı.
3. İslam mimarisi başkent Şam iken Bizans tesirinde kalmıştır. Başkent Bağdat`a taşınınca Bizans tesirinin yerini Eski Doğu ve Sasani tesiri aldı.
4. Samerra şehrinin kurulması ile Türklerin mimaride etkileri görülmeye başladı.
5. Gımata`daki El Hamra sarayı batıdaki islam mimarisinin en güzel örneğidir.
--İslam Medeniyetinin Diğer Medeniyetlere Etkisi--
İslam Medeniyetinin gelişmesi, dünya tarihinin en önemli olaylardan sayılır. İslamiyet , yıllar boyunca görgü ve dini hoşgörü bakımından Hristiyan dünyasına önderlik etmiştir. Bunun yanı sıra edebiyat , tıp , felsefe gibi bilim dallarında da Batı dünyasına öncü olmuştur.
İslamiyeti yaymak amacıyla başlatılan fetihler müslümanları doğuda ve batıda değişik kültür vbe medeniyetlerle karşı karşıya getirdi. Zamanla bu medeniyetlerden etkilenen müslümanlar , kendi inanç ve görüşlerini de katarak islam kültür ve medeniyetini maydana getirdiler Emevilerle başlayan ve Abbasiler döneminde hız kazanan tercüme faaliyetleriyle eski Yunan ve Helenistik dönem eserleri Arapça`ya çevrildi. İslam bilginleri bunlardan yararlanırken , aynı zamanda kendi yorumlarını da katarak, yeni eserler ortaya koydular. Bağdat , Kahire , Şam, Kurtuba , bilim kültür merkezleri durumuna geldi.
**__! İslam medeniyeti bütün müslümanları ortaklaşa oluşturdukları bir medeniyettir.
Geniş ölçüde Bizans ve Sasanilerden etkilenmiştir.
_SONUÇ_
İslam Tarihi ile islam islamiyetin nasıl olduğunu , hangi savaşların ve nasıl olduğunu, neler yaşandığını ve birçok fetihlerin yapıldığını öğrendik.
Ben şu ana kadar mensup olduğum İslam Dini`nin geçmişini (nasıl doğduğunu) kulaktan dolma bilgilerle biliyordum. Okul derslerinde öğrenmiş olduğum bilgiler ve çeşitli kaynaklardan araştırmış olduğum İslam Tarihi`ni çok iyi öğrenmiş oldum.
İslam Dini doğduktan sonra İslam Medeniyeti kuruldu. İslam medeniyetinin ilk kurucusu olan Araplar , İslamiyet öncesi dönemde önemli bir medeniyete sahip değildiler. Arağlar islamiyetin verdiği inanç ve heyecanla bir millet haline gelmişlerdir.
İslam Medeniyeti Türklerin islamiyeti kabul etmelerinden sonra özelliklede Selçuklular ve Osmanlı Devleti döneminde büyük gelişme gösterdi ve geniş alanlara yayıldı.



 
    
 
 
Üst Alt