Ahmet Şahin

SiLeNtKinG

♪ ♫ ♬Radyo DJ ♪ ♫ ♬
RADYO DJ
Katılım
13 Şub 2010
Mesajlar
1,000
Tepkime puanı
102
Puanları
63
Konum
Bursa
Eğitimci şâir ve yazar.

Ahmet Şahin, 20 Aralık 1956 tarihinde Ordu İli’nin Gürgentepe İlçesi’ne bağlı Okçabel Mahallesi’nde doğdu. İlk tahsîlini aynı yerde(1969), Ortaokulu Gürgentepe’de(1972), Lise’yi Perşembe(1972-1973) ve Ankara İlköğretmen Okulu ve Lisesi’nde tamamladı(1976). Aynı sene Gümüşhane İli’nin Bayburt İlçesi Harmanözü Köyü’ne Öğretmen olarak atandı. Ankara Eğitim Enstitüsü’ne kayıt yaptırdığı için bu vazîfesinden istifa etti(1976). Eğitim Enstitüsü’nü Ankara (1976-1977) ve Kırşehir Eğitim Enstitüsü’nde tamamladı(1980).

Türk Standardları Enstitüsü(TSE), Bağ-Kur Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nde çeşitli vazîfelerde bulundu. 1985 senesinde yeniden öğretmenlik mesleğine döndü. Samsun İli Terme İlçesi Gölyazı-Balkamlı Beldesi’nde üç sene öğretmenlik yaptıktan sonra, Gürgentepe İlçesi Halk Eğitimi Merkezi Müdürlüğü vazîfesine atandı(1989). Buradaki vazîfesi esnasında Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi’nde Lisans Tamamlama Programı’nı bitirerek Türkçe Bölümü’nden mezun oldu (1999).

Husûsî anma ve yıl dönümleri münâsebetiyle; târih, kültür ve edebiyat ile ilgili çeşitli konferanslar düzenledi. Zaman zaman bu konferanslarda hem idareci ve hem de konuşmacı olarak hizmetlerde bulundu. 1989-2001 târihleri arasında 12 sene hizmette bulunduğu idarecilikten kendi isteği ile ayrılan ve halen Ünye’de öğretmenlik vazîfesine devam etmekte olan Ahmet Şahin, evli ve dört çocuk babasıdır.

Ahmet Şahin’in, 1983 senesinden itibaren bazı gazeteler ile edebiyat, kültür, sanat mecmualarında aralıklı olarak çeşitli mevzû’lara ilişkin araştırma-inceleme yazıları ve makaleleri yayınlanmaktadır. Bu yayınlar: Dâvet, Erciyes, İnanç, Boğaziçi, Yeni Düşünce, Yeni Türkiye, Olaylara Bakış, Türkeli, Sükût, Cümle, Tarih ve Medeniyet’tir.

Sanatalemi, Türkçesi, Fikiryolu, Kültegin, Teksevgi, Semazen, Türk Yurdu, Kendince Yorumla, Türk Eğitim, İkizdere, Türk Ocak, Türkiye Sevdalıları… gibi “internet” kürsülerinde de şiir, makale ve yazıları yayınlanmaktadır. Ayrıca “Târihi-Kültürü-Coğrafi Özellikleri ve Tabiat Güzellikleri ile GÜRGENTEPE” adlı yayınlanmış bulunan tanıtım kitabının hazırlayıcılarından olan Ahmet Şahin’in, şiir çalışmaları devam etmektedir.

ÇIKACAK ESERLERİ
1.Şiir Kitabı: Dîvânçe
2.Makaleler: Târih-Dil-Kültür ve Edebiyat Sohbetleri

ŞİİR ANLAYIŞI
Ahmet Şahin, “Târihî Türk Şiir Geleneği”ne bağlı kafiyeli ve redifli şiir anlayışının devam ettirilmesinden yanadır. Hangi mahreçli olursa olsun, şiirde “bilmem neci ve kaçıncı yeniciliğe” şiddetle karşıdır. Geleneğe bağlı kalmak şartıyla başarılı serbest şiirin de yanındadır.

SAN’AT ANLAYIŞI
Ahmet Şahin, Hakk’ın bir gür sesi olma cehdini, vecdini, aşkını, idrâkini ve irfânını gönül gurbetinin hicrânında her an hisseden ve muhayyilesindeki hudutsuz büyük bir “Türk Vatanı” hayâlinin hasretiyle için için yanan mahzûn bir kalbin sahibidir. Edebiyat’ta, “hakikate erdirici san’at” veya “hakikat için san’at” anlayışını müdafaâ eder.

DİL ANLAYIŞI
Ahmet Şahin, dilde yaşayan Türkçe’nin doğru kullanılması ve Türk Dili’nin kaidelerine uyulması taraftarıdır. Dünyanın en eski, kadîm ve köklü; en gelişmiş, kibar, ince, nezîh ve zarîf; en zengin, edebiyat, ilim, kültür ve medeniyet dillerinin başında gelen ve başlangıçtan itibâren Türk irfânının damgasını taşıyan Türkçe’nin; kelime hazînesi ve yapısı bakımından, “târihî mazî”sine bakılmaksızın, “Türkçeleşmiş” her kelimeyi, Türkçe’nin ezelî ve ebedî “lisân kalesi”nin burçlarında ta kıyamete kadar dalgalanacak azîz bir bayrak telâkki eden anlayışın en koyu bir müdâfiî’dir.

ŞİİRLERİNDEN SEÇMELER

NA'T- I ŞERÎF
“Bismillah” deyip edeple, kelâma başlananda;
Âlem O’nun gelişiyle, yeniden can bulanda.

“Allah” ismi şerîfiyle, adı bir kazınanda;
Arş, Kürs üstüne: “Habîbim Muhammed” yazılanda.

Mutlak âşkın tecellîsi ol ânı olduranda;
Çöller ânsızın ilâhî nûra gark olunanda.

Semâlardan püsküren nûr, cihânları saranda;
Nûra hasret insâniyyet, topyekûn nûrlananda.

Peygamberlik Fermânı ki Hira’da alınanda;
Son Risâlet-i Ebedî, El-Hak tamamlananda.

Kutlu “Mî’râc-ı Güzîn”e Cebrail’le çıkanda;
Mübârek kalpleri zemzem suyuyla karılanda.

Nübüvvet tahtının gülden tâcını kuşananda;
Peygamberler ordusunca tekmil selâmlananda.

Nebîler halkasının en ön safında duranda;
Hakk’dan erişen buyruğa müşterek uyulanda.

İmâm-ül Embiyâ Mürsel Makamın çağrılanda;
Bilcümle Peygamberî’ye Namâz kıldırılanda.

Huzûr-ı Kibriyâ’ya bir huşûyla varılanda;
Âlemlerin Rabbı’yla baş başa konuşulanda.

Ümmeti’nin hâllerinden bahisler açılanda;
Sekiz Cennet nimetiyle birden muştulananda.

Ezel-ebed ne var ise bir bir gösterilende;
Beşvakit Namaz emriyle tilâvetlenilende.

Veda Haccı’nda Ebedî Risâlet son ilânda;
Rûhlar Kur’ân ahkâmına sımsıkı sarılanda.

On sekiz bin âleme bir anda server olanda;
Otuz üç bin ashâba her dem rehber kılınanda;

“Âlemlere Rahmet Resûl”, Allah’a kavuşanda;
Yüce Mevlâ’nın takdiri, vakit tamamlananda.
(2006)

GEL !
[Bu Şiirim; Türk Edebiyatı’nın iki büyük siması
Sultânu’ş Şuarâ Necip Fazıl Kısakürek ile
Şeyhülmuharrirîn Ahmet Kabaklı’nın
Azîz hatıralarına ithaf edilmiştir.A.Ş.]

Bin-bir Hayâlle Meçhule Sesleniş

“Sinde sindaşım, hâlde haldaşım”olmaya gel!
Güne akseden billûr, gölgeni salmaya gel!
Bin-bir hayâle sığmaz, visâle ermeye gel!
Gönüller irşâdeden, şuânı yaymaya gel!
Âşukla-mâşuk’a her dem, nazar kılmaya gel!

Sözün hikmetlisini, Türkçe söylemeye gel!
Edebî kudretini, edeple yazmaya gel!
Şi’r-î kadîmim Türkçem’e, sevdalanmaya gel!
Kelâmın özüne öz, inciler saçmaya gel!
Üç kıt’a Yedi İklim’e, Nizâm vermeye gel!

Ufuk ötesi hasbihâle, katılmaya gel!
Öteyi beri, beriyi öte, etmeye gel!
Mâverâdan rahmet deryasına, dalmaya gel!
Zevken idrâkin zevkine, aşkla varmaya gel!
“Varlık-yokluk” hikmetini, kalben sezmeye gel!
(2003)

EFENDİM
“Sinimin sindaşı, hâlimin haldaşı”sın efendim!
Başımın ser-tâcı, bahtımın yıldızısın efendim!

Vecdimin şevkî, heyecânımın hızısın efendim!
Sûretimin sîreti, rûhumun şemsîsin efendim!

Derdimin dermânı, kalbimin ilâcısın efendim!
Vaslımın misâli, visâlimin tahtısın efendim!

Sırrımın sırrı, derûnumun şifresisin efendim!
Kışımın baharı, baharımın gülşensin efendim!

Gözümün pür-nûru, aşkımın şeydasısın efendim!
Canımın cânânı, gönlümün sultanısın efendim!
(2005)

KANATLANDIK
Bir mübârek sefere gider gibi kanatlandık da biz;
Meleklerle eller bağladık, Terâvîh Namâzı’nda biz…
(2002)

SONSUZ NÛR
Leyle-i Kadir’de indi Allah katından ol Nûr;
Sardı bir lâhzada bütün kâinatı sonsuz Nûr.
(2002)

KİTAP
Leyle-i Kadir’de indi Allah katından ol Kitâp;
Kuşattı bir anda bütün kâinatı nûrlu Hitâp.
(2002)

KUR’ÂN
Leyle-i Kadir’de indi Allah katından ol Kur’ân;
Kapladı bir anda bütün kâinatı eşsiz Furkan.
(2002)

YA RESÛLULLAH!..
Bütün bir beşerin hayat hakkını elde tutan;
Resûller Resûlü ilk ve son Resûlsün Efendim!
Beşerin vâridâtını âdilâne dağıtan;
Nebîler Nebîsi ilk ve son Nebîsin Efendim!
(2003)

LEYLE-İ MİRAÇ
Leyle-i Miraç, Yüce Peygamber’in;
Ümmeti’ne biricik hediyyesi!
Beşvakit Namaz gerçek bir mü’minin;
Eksilmez en büyük öz sermayesi!
(2002)

LEYLE-İ REGAİB
Leyle-i Regaib rûhen ermenin ilk üç hecesi;
Ondadır beşerin hasta kalbinin tek reçetesi!
(2005)

MÜBÂREK GECE
Bir mübârek gece daha ağır ağır ufkumuza doğmakta;
Yol verin Ay ve Güneş, bütün karanlıklar bir bir nûrlanmakta!
(2002)

USÛL
“Din edepten ibarettir”bilinmeli, bu bir usûl;
Hakikî imânı elde etmene bak usul usul!
(2005)

MES’ÛL
“Din edepten ibarettir” böyle buyurdu Resûl;
Hakîkî imânı elde etmene bak ey mes’ûl!
(2005)


KELİME-İ TEVHÎD
“Yazıl” ve “çizil” fermânı aldı hilkat-i âlem;
Levh-i Mahfûz’da: “Kelime-i Tevhîd” yazdı kalem...
(2005)

BESMELE-İ ŞERÎF
Yazıl” ve “çizil” fermânı aldı hilkat-i âlem;
Levh-i Mahfûz’da: “Besmele-i Şerîf” yazdı kalem...
(2005)

TÜRKÇE
Deryalara salın, gör bak, yak kandilini yiğitçe;
Öğren târihini Türk’ün, sev ana dilini Türkçe!..
(2005)

SİHİR
Yatağı almayan ırmak, devirler delen nehir,
Güzel Türkçe’m, toprakları vatanlaştıran sihir!
(2005)

EDEB
Bi-edeb, imânının hırsızı nefsin sireti;
Edeb, dinin temeli Resûlullah’ın sünneti!
(2005)

EDEB ÜSTÜ EDEB

Dinimizin rüknü edeb, illâ edeb illâ edeb;
Ashab’ın bütün hayatı, edeb üstü illâ edeb!
(2005)

KIZIM
Sırat-ı Müstakîm üzre ol, işte Kırâat, Namâz;
Yakma iki dünyanı be hey Kızım, olma Beynamaz!
(2005)

OĞLUM
Sırat-ı Müstakîm üzre ol, işte Kırâat, Namâz;
Yakma iki dünyanı be hey Oğlum, olma Beynamâz!
(2005)

TÂRİHİMİZ
Gökkubbe Çadırımız, Güneş Bayrağımız’dı;
Üç kıt’a Yedi İklim, Nizâm Fermânımız’dı!
(2003)

PUSU KURDULAR
Muhteşem târihe “masal, efsâne” deyip durdular;
Türk’ün millî bekâ’sına sinsice pusu kurdular!
(2005)

BERÂT
Sırât-ı mustakîm üzre ol işte Namâz, Kırâat;
Yâ İlâhî ne büyük bir müjdedir, bu gece Berât.
(2005)

MÜSTAĞRİB
Son iki asırdır bütün beşerin,
“Fezâ”yı çınlatan “avâzesi”yiz.
Müstağribiyiz biz ihtiyar Şark’ın,
A‘raf’taki kalan son “haksesi”yiz!
(2003)

ALÂMET-İ FÂRİKASI
Arapça, Farsça kelimem kelâmımın bir parçası;
Güzel Türkçe’m, lisânımın alâmet-i fârikası!
(2005)

EREYİM
Lisânım, ana dilim, has Türkçe’mi seveyim;
Vecdimin Tekbîri’yle, “Mutlak Bire” ereyim!
(2003)

NESİNDEYİZ?
Bu devrân-ı âlemîn biz nesindeyiz?
Bir ebedî aşkın son menzilindeyiz!
(2004)

GÜZEL TÜRKÇE’M
Güzel Türkçe’m! İlim, fikir, inanç, tefekkür dünyam’sın;
Târihin batmaz güneşi, ebedî ses bayrağım’sın!
(2004)

DİLİMİZ VAR
Zenginliği dile destân ne güzel bir dilimiz var;
Üç kıt’a Yedi İklim’de konuşulan Türkçe’miz var!
(2005)

TÜRKÇEMİZ VAR
Mâzîsi dillere destân, çok güzel bir dilimiz var.
Üç kıt’a, Yedi İklim’de konuşulan, Türkçe’miz var!
(2005)

İSLÂMBOL

Hazreti Peygamber’in yârî
Hazreti Eyyûb El Ensârî,
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol…

Peygamber müjdesini alan,
Hâyalin ötesine dalan,
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol…

Akşemseddîn, Molla Gürânî,
Mübârek belde Âsitânî,
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol…

Mânâ ordusundan selâm var,
Şehrin Fâtih’inden kelâm var,
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol…

Fâtih, beklenen dâhî Sultân,
Fetih, destân içre bir destân,
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol…

“Beldetün -Tayyibetün” zîşân,
Kur’ân’da bildirilen nişân,
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol…

Fâtih, târih içinde bir şân,
Bizâns, ebediyyen perişân,
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol…

Kutlu-mutlu rü’yâya eren,
Türk’ün altın Fethi’ni gören,
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol…
(2007)


YAZI VE MAKALELERİNDEN SEÇMELER:

MÂNÂNIN ZAFERİ MALAZGİRT

Târihler vardır; milletlerin hayatında silinmez derin izler bırakan târihler…Târihler vardır; milletlerin mukadderatında nice yükseliş ve düşüşlere sahne olan târihler… Târihler vardır; devirlerin, çağların, asırların idrâkine ebedîlik mührünün vurulduğu târihler…

İşte Malazgirt… Anadolu’ya ebedî Türk mührünü vuran, Anadolu’yu ebedî Türk vatanı yapan destanlardan ilkinin adı…Bin yetmiş bir…Gazavetnâmeler, menakıpnâmeler ve fütüvvetnâmelerle Anadolu’ya “Kızıl Elma” mayasının çalınışının, ulu rüyâ’lara, ulvî gayelere bağlı yüce hayâllere dalınışın başlangıç târihi… Malazgirt…Türk tekevvününün bu mübârek topraklardaki terkibî izdivacı…

Asırlar öncesinden asırlar sonrasına: “İleri!.. İleri!.. Türk’ün askeri ileri!... Zaferler müjdelesin Türk süngüleri!...” emrinin; büyük Türk Hakanı Başbuğ Sultan Alp Arslan tarafından Malazgirt’den verilişinin târihi… Cenk meydanlarında; yıldırımlar, şimşekler, tufanlar ve kasırgalar misali esen Türk’ün nice zâlime baş eğdiren zaferlerinden birincisi… Malazgirt… Bin yetmiş bir...Anadolu’nun kapılarının Müslüman Türk’e açılışının, dualar ve aminlerle tapusunun ebediyyen kesilişinin destanlaşmış târihî adı…

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ifâdesiyle: “Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, estetiğine, irfânına, idrâkine…” uygun oluşlar merhalesinin evveliyatı… Malazgirt…Türk’ün altın bahtını güldürecek ve en az dokuz asır sürecek; şaşa’nın, kuvvet, kudret ve ihtişamın Müslüman Türk’e has hususiyetlerle dopdolu zaferler silsilesinin ilk adımı… Ve Malazgirt…Muhammedî imânın, inancın ve ahlâkın, millet ve devlet hayatına aşk ve vecd ile hâkîm kılınması neticesinde; “İ’lâ’yı Kelimetullah” dâvâsı’nın kıt’alar ötesine taşınması ve yayılmasını sağlayan ve “Cihân Hakimiyetine” giden yolun târihî satırbaşı…

Malazgirt böyle bir rûhun eseridir. Malazgirt’de sadece iki ordu karşı karşıya gelmemiştir. İki dünya, iki medeniyet, iki inanç karşı karşıya gelmiştir. Ogün bugün, bu mücadele aynı tazeliği ile devam etmektedir.

Ebedîliğe inanmayanlar, ebedî hayat sürdüremezler. Kılıcına İslâm imânının can suyunu veremeyenlerin kılıcı çabuk körlenir. Türkler İslâmiyet’ten önce de Anadolu’yu fethetmek istemişler fakat muvaffak olamamışlardır. Oğuz Kağan Destanı’nda:

“Daha deniz, daha ırmak istiyoruz!
Gök kubbesi bize çadır, güneş de bayrak olsun!”

İfâdesini gördüğümüz bu mısralardan; Türklerin çok önceleri bu toprakları Türk’ün “Kızıl Elma”mefkûresi olarak belirlemiş olduğunu anlıyoruz. Türkler pek çok defa bu topraklara Karadeniz üzerinden İstanbul’a kadar devamlı akınlar düzenlemişler, lâkin İslâmiyet’ten önce bu vatana sahip olmaları mümkün olmamıştır.

İslâmiyet ile şereflenen Türkler, Anadolu’da olduğu gibi derhal, “nizam-ı âlem” disiplini içinde hareket etmişler ve sür’atle yerleşik hayata geçmişlerdir. Fethettikleri yerlere imân ve inanç esaslarını taşımışlardır. Camiler, medreseler, kervansaraylar, hankâhlar, hamamlar, yolllar, köprüler, imarethaneler ve hastahaneler ile halkın her türlü içtimaî ihtiyaçlarını karşılayan müesseselerin inşasını tamamlamışlardır.

Taşa, toprağa, dağa, denize, mermere İslâm imânını rekzeden atalarımız, İslâmiyet’e bütün derin vecdi ile sarılmış, sarıldığı gibi bırakmamış, onun muazzam rûhunu iyi kavramış ve yükselmenin sırlarını onda bulmuştur. Hep gidici değil, kalıcı olmanın şuur ve idrâkine vâkıf olmuştur. Şâirimiz Bekir Sıtkı Erdoğan “Cihanda Türk” adlı şiirinde bu durumu şöyle tasvir etmektedir:

CİHANDA TÜRK

“Bozkurtlar vatanı sert yaylaların
Huyundan huy kapmış ırkımız bizim
Her birimiz bir savaşta doğmuşuz
Zafere karışmış kırkımız bizim.

Atalarımız aldan, kırdan, yağızdan
Akıncılar kopmuş gelmiş Oğuz’dan
Küçüklü büyüklü hep bir ağızdan
Dünyaca söylenir türkümüz bizim.


Deniz Fatihlere karşı duramaz
Değme dağlar bize göğüs geremez
Kapımızdan rüzgâr bile giremez
Açıktır evimiz barkımız bizim.

Üstümüzde üç kıt’anın kayıdı
Târih dizimizde doğdu büyüdü
Duymamışken medeniyet neyidi
Garba ışık verdi Şarkımız bizim.

Akından akına seslendikçe biz
İnledi kayalar titredi deniz
Târihten ihtiyar bir değirmeniz
Kanımızla döner çarkımız bizim.

Kanundur değişmez dünyanın seyri
Kimsenin kimseye dokunmaz hayrı
Savaştan yılmayız Allah’tan gayri
Hiç kimseden yoktur korkumuz bizim.

Üç laf etsem Türk’üm derim üçünde
Sana cevabım var bana niçin de
Yetmiş iki buçuk millet içinde
İşte budur gerçek farkımız bizim.”

Bekir Sıtkı Erdoğan

Selçuklu Türkleri bir taraftan; “ilmel yakîn”, “aynel yakîn” ve “hakkel yakîn” Ledünnî ilmîn; Bağdat, Basra, İsfehan, Tûs, Amül, Nişabur, Belh, Herat, Konya, gibi merkezlerinde medreselerini kurmuş; bir taraftan da Tasavvufî terbiyenin gönülleri irşad edici kuşatıcı iklimini Anadolu’nun her yanına dalga dalga yaymıştır. Medreselerde vazife yapan dünya çapındaki âlimler sayesinde Anadolu, kısa süre içerisinde Türkleşmesini ve İslâmlaşmasını tamamlamıştır. Bütün bu güzel hadiseler bu aziz toprakları âdeta bir gül bahçesine çevirmiştir.

Türk çocuğu, yeniden nasıl büyük bir milletin evlâdı olduğunun farkına varmalı, Malazgirt’e yönelmeli, Malazgirt’deki aslî rûha dönmelidir. Kendi kökündeki cevheri yeniden keşfetmelidir. Dini, dili ve târihi hülâsasıyla kendi aziz hatırasına saygıyla ve edep ile bakmasını bilmelidir. Bu vatan coğrafyasında korkusuzca başı daima dik olarak yaşamanın ilk şartının, hakîki ilim ve tefekkür zemininin sağlam kurulmasına bağlı olduğu asla unutulmamalıdır. Bu zemin, milletle mütenasip, Malazgirt’den itibaren devam edip gelen ve içinde asırların kültür ve medeniyet tecrübe ve birikimini barındıran târihî zemin olmalıdır.

Mithat Cemal Kuntay’ın “Türk’ün Şehnâmesi” adlı eserindeki:

“Gökler uçabildin, görebildinse derindir;
Târihini kendin yazıyorsan eserindir!”

*********************************

“Anlat bana bir parçacık ecdâdımı anlat;
Muhtacım o efsâneye, târihe masal kat!”

Beyitlerinde isabetle işaret ettiği üzere azamet dolu büyük bir târihin evlâtları artık kendi millî târihlerini kendileri yazmalıdır. Târihi yapıp, başkalarına hâvâle etmek; her şeyden önce târihin kendi kanûnlarına aykırı bir durumdur.

Yazımızı, destân şâirimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun, dünya târihine damgasını vurmuş bu büyük zaferin kendisi kadar mânâlı o muazzez ve muhteşem “Malazgirt Destânı” adlı şiiri’yle bitirelim:

MALAZGİRT DESTÂNI

“Aylardan ağustos, günlerden Cuma
Gün doğmadan evvel iklîm-i rum'a
Bozkurtlar ordusu geçti hücüma

Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah...Bismillah... Allahüekber!..

Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu
Ardında Oğuz'un ellibin tuğu
Andırır Altay'dan kopan bir çığı

Budur, Peygamberin övdügü Türkler
Ya Allah...Bismillah... Allahüekber!..


Türk, Ulu Allah'ın soylu gözdesi
Malazgirt Bizans'ın Türk'e secdesi
Bu ses insanlığa Hakk’ın müjdesi

Bu seste birleşir bütün yürekler...
Ya Allah...Bismillah... Allahüekber!..

Nağramızdır bu gün gök gürültüsü
Kanımızdır bu gün yerin örtüsü
Gazi atlarımın nal pırıltısı

Kılıçlarımızdır çakan şimşekler
Ya Allah...Bismillah...Allahüekber!

Yigitler kan döker, bayrak solmaya,
Anadolu başlar, vatan olmaya...
Kızılelma'ya hey... Kızılelma'ya!!!

En güzel marşını vurmadan mehter
Ya Allah...Bismillah... Allahüekber!..”

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
_____________________________________

AZİZ TÜRK ÇOCUĞU

Azîz Tük Çocuğu, asırlar vardır ve ihtiyar târih şâhittir ki, senin asâletli atalarının beşikleri hep şiir güzelliğindeki şu ninnilerle sallandı:

“Sütünü helâlinden emzirdiğim oğul!.. Hamuruna yiğitlik (erlik) mayasını çaldığım oğul!.. Hey kurban olduğum oğul!.. Özüne, sözüne güvencim oğul!.. Oğul oğul, devletli oğul!.. Baba ocağının közü, ana kucağının yâr yatağının baht yıldızı oğul!.. Soyumun sopumun özü hey oğul!.. Yiğit oğul!.. Erdemli oğul!.. Ahlâklı oğul!.. Bileği bükülmez oğul!.. Oğul oğul devletli oğul!..”
Türk çocukları; Türk Anası’nın, yavrusunun kulaklarına fısıldadığı, yukarıdaki bu “oldurucu” ve “erdirici” telkîn-i öğütlerle, bu yüce dileklerle, bu tılsımlı ve hikmetli sözlerle uyudular…Ulu rü’yâ’lara daldılar…Ötelerin ötesini gördüler... Arş-ı a’lâ’yı kucaklayan mes’ûd hayâllerle uyandılar… Onlar ki; kıt’alardan kıt’alara, iklimler ötesinden süzüle süzüle, çağları, devirleri aşa aşa geldiler… Hayâlin ötesine geçip çadır kurdular…

Azîz Tük Çocuğu, Bayrak Şâirimiz Arif Nihat Asya, “Onlar” adlı şiiriyle bu muazzam “oluş” sırrını, şu destansı mısrâlarla târihlere havâle etti:

“Nerede kaldı o erler ki,
Analar kurt doğururdu,
Hilkat insan çamurunu,
Destân ile yoğururdu.

Kopardılar ayı gökten,
Bir ipek dala astılar,
Yurt dediler gölgesine,
Ayaklarını bastılar.

Nerede o yiğitler ki, gür

Sesleri ülkeyi bürür,
“Yürü” dese dağlar yürür,
“Dur”dese kalpler dururdu.

Yeryüzünün göbeğinde,
Kuruldu Kurultayları,
Günleri sönmek bilmedi,
Yere düşmedi ayları.

Onlardan kaldı bu toprak,
Biz gezip tozmayalım mı?
Yabanlar kıskanır diye…
Destanlar da yazmayalım mı?”

Azîz Tük Çocuğu, sen bu vatanın hakikî vârisi, gerçek sahibisin. Dedelerin Orta-Asya’dan gelerek bu toprakları sana ebedî vatan yaptı. “Üzerinde doya doya yaşayasın, gezip tozasın” diye. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar destanlarla, ninnilerle, şarkılarla, türkülerle, ağıtlarla kutsîleşmedi. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar acı-tatlı hâtıra’larla dopdolu olmadı. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar sevilip sayılmadı. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar “ana” şefkat ve merhametiyle bütünleşerek “Anadolu” adıyla ebedîleşmedi. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar azîz ve mübârek olmayı hak etmedi. Hiç bir millet, ataların kadar bu toprakları şehit kanıyla sulamadı. Târihte, bu mübârek topraklar için “ölmeyi ebedî şeref” kabul eden bir başka millet daha görülmedi…

Azîz Türk Çocuğu, senin iftihar edilecek lekesiz, gölgesiz muazzam bir târihin, güneşleri andıran göz kamaştırıcı parlaklıkta ihtişâmlı bir kültür ve medeniyetin var. İnsan hakları mevzû’nda sana ders vermeye yeltenen kavîmlerin târihleri silinmez kara lekelerle doludur. Kendi yaptıkları insanlık dışı katliâmlara senin şanlı dedelerinin de adını karıştırmak istiyorlar. Ataların Doğu’dan-Batı’ya, Kuzey’den-Güney’e yataklarına sığmayan ırmaklar misâli akarak, insanlığın topyekûn hak ve adâlet içinde yaşaması için yüz yıllarca at koşturup durdu…

Azîz Türk Çocuğu, senin cedlerin târihlerinin hiçbir devresinde zulüm yapmadığı gibi zulme rıza da göstermedi. Zâlimin zulmüne alkış tutmadı. “Zulme rıza zulümdür!” Diyerek, zâlimin tepesine balyoz gibi indi. Hep haklının hakkını korudu, mazlûmun yanında yer aldı. Muhteşem târihin ve ihtişâmlı geçmişin; dînî, millî, ahlâkî, İslâmî ve insânî bakımlardan sarsılmaz kal’ası oldu. “Üç kıt’a ve Yedi iklim”e hayât nizâmı verdi. “Târihin dilinden düşmez bir destan” misâli; “Târihimiz” adlı aşağıdaki Şiirimiz’in şu unutulmaz beytini asırlarca büyük bir aşk ile terennüm etti:

“Gökkubbe Çadırımız, Güneş Bayrağımız’dı;
Üç kıt’a Yedi İklim, Nizâm Fermânımız’dı!”
(2003)

Azîz Türk Çocuğu, şanlı ve şerefli ataların bu mübârek şühedâ (şehid) kanıyla sulanmış vatan toprağının üzerini, İslâm’ın ebedî mührü câmi’leriyle sütûn sütûn, kubbe kubbe, minâre minâre süsledi. Âyâtını (Âyetlerini) nakış nakış işledi. Mermerlerini Rab’ca silinmez ve eskimez yazılarıyla yazdı, târihlerin hâfıza’sına öylece kazıdı. Bir “hakîkatli yolun kutlu yolcuları” olarak, “Kendi Gökkubbemiz” altında geçen nice saâdet asırlarının tatlı hâtıra’sını, rûhlarında duya duya; mâzi, hâl ve âtî’yi birleştirdiler…

Azîz Türk Çocuğu sen; inançsız, düşüncesiz, fikirsiz, aşksız, çilesiz, mefkûresiz, idealsiz, ülküsüz, gayesiz, hedefsiz, ufuksuz, çapsız, mes’elesiz, cehtsiz, şevksiz, idrâksiz, edepsiz, terbiyesiz, başıboş, serkeş, pörsük, ürkek, burkuk, kavruk, savruk…sergerdelerden kat’iyyen olamazsın!.. Sen, günübirlik hasîs duyguların, basit ve adî menfâatlerin esîri olamazsın!.. Sen, târihinin sana yüklediği büyük mes’ûliyyet şiârının fevkinde ve şuûrunda olmak ve öyle varolmak mecburiyetindesin!..Sen, atalarının mirasını günübirlik kemirip, semirip, yeyip bitiren nânkör mirasyedi “hokkabazlarından” olamazsın!.. Azîz Türk Çocuğu sen, kahraman ecdadından devralmış bulunduğun mâzinin o muazzam mirasını, her şart altında koruyan, gözeten, geliştiren ve daha ötelere taşıyan gözüpek muhafızlardan biri olarak her ân dimdik ayakta, hâzır ve nâzır vaziyette azîz milletinin emrinde olmalısın!..

Azîz Türk Çocuğu, geçmişte olduğu gibi yine aç kalabilir, fakir düşebilirsin. Fakat sen; asla devletsiz, vatansız, bayraksız yaşayamazsın. Devletsizliğin, vatansızlığın, bayraksızlığın ne demek olduğunu halen esâret altında yaşayan mazlûm kardeşlerin çok iyi bilmektedirler…

Azîz Türk Çocuğu, yüksek Türk düşüncesinden neş’et eden Türk töresine göre; “Yükselen bayrak bir daha inmez; vatan bölünmez!” Düsturu, Türk Milleti’nin daimî mefkûresi oldu… Hiçbir millet açlıktan, fakirlik yüzünden târih sahnesinden silinmedi. Fakat millî benliğini, din, dil ve târih şuurunu kaybeden milletler, târihten silinip gitti, ölü millet oldular…

Azîz Türk Çocuğu, Bayrak basit bir bez parçası değildir. O, bir milletin hürriyet ve istiklâlinin ebedî sembolüdür. Türk Bayrağı; o’nu ifade etmeğe kelimeler yetmez. O, nâmustur, şandır, şereftir, târihtir, şiirdir, herşey”dir… Her Türk o’na aşk derecesinde meftundur, karasevdâlıdır…

Azîz Türk Çocuğu, yazımızı; azîz vatan topraklarımızın düşman işgallerine uğratıldığı o karanlık günlerde, kalemini keskin bir kılıç, bir kalkan salâbetiyle küffâra karşı kullanan edebiyatımızın kudretli kalemi mücâhid yazarımız Süleyman Nazif’in, şimdilik şu güzide beyti ile bitirelim:

“Dedem koynunda yattıkça, benimsin ey güzel toprak,
Neler yapmış bu millet, en yakın târihe bir sor, bak!..”

Azîz Türk Çocuğu, Şanlı Türk Bayrağı’na karşı duyacağın tarifsiz sevdâ’nın husûsîyetini iyi kavramalısın!.. Azîz Bayrak Şâiri’nin aşağıdaki mısrâlarını, her an büyük bir aşk ve vecd ile terennüm etmelisin!..

BAYRAK

Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay-yıldızının ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün
Gölgene sığındık.

Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.

Târihim, şerefim, şiirim her şeyim;
Yer yüzünde yer beğen;
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim…

Arif Nihat Asya
________________________

MÜBÂREK BİR AY

Ramazan’a “ONBİR AYIN SULTÂNI” denmiş…Kul’un RABBİ’ne (Celle Celâlühû) tam bir teslimiyyeti… Rûh ve beden itibâriyle tertemizlik…Sevgi ve kardeşliğin nâmütenâhîye (sonsuzluğa) açıldığı “UHUVVET” kapısı… Sahur vaktinden iftar saatine kadar, yemeden içmeden huşûyla top sesini bekleyiş… Sonra nefsin bin-bir “sabır törpüsü”nden geçerek, “OL EMÎR” üzre açılan ORUÇ… Lezzeti, bereketi ve kokusuyla birbirinden güzel yemekler ve kurulan İFTÂR Sofraları…Camilerin, kandîllerle süslenerek secdegâhlara baş koymaya hazırlanan mü’minleri bekleyişleri… Kubbeleri çınlatan “TEKBîR” sadâları’nın, kalpleri saran ilâhî havasında kılınan “TERÂVÎH NAMÂZLARI”… HAKK’a açılan eller, dudaklardan dökülen duâlar, niyâzlar ve yakarışlar… Samîmiyyet zirvelerine doğru kanatlanış ve nihâyet İslâm’ın billûrlaşmış “TEVHîD” nûrunda en güzel bir ahlâkı yakalayış…

Zaman ve mekândan münezzeh olan Yüce Allah’ın “Lizâtihi-bizâtihi” tecellisi… Beşer olan insanın ON’DAN gelişi ve tekrar O’NA dönüşündeki HİKMET… “Lâmevcude İllallah” sırrınca, ezelden-ebede gelişte O’NUN “KÜNFEYEKÜN!” Emrine mutlak itaatkârlık… Arzın merkezinden asılmış bir boşlukta aynı hızda ve aynı nîzâm, intizâm dâhilinde dönen “KÂİNAT”…

Mutlak BİR… “Varlık” ile “yokluk” arasındaki BİRLİK… Zıtlardaki tarifsiz cünbüş, âhenklilik ve hârikülâdelik…

Ve müjdelenmiş “BİN AYDAN DAHA HAYIRLI BİR AY” Ramazan-ı Şerîf!..
____________________________

MEHMED ÂKİF’İN DÂVÂSI

Büyük milletler, büyük dâhîler yetiştirirler. Mehmed Âkif’e ister “İstiklâl Marşı Şâiri”, ister “Bayrak Şâiri”, isterse “Vatan Şâiri” denmiş olsun; O, bütün bu husûsiyetleri kendi şahsiyetinde toplamış bir “dâhî”dir. Türk Milleti, Mehmed Âkif gibi sarsılmaz bir imân heykeli mevkiinde bir evlât yetiştirdiği için mutludur ve o’nunla ne kadar iftihar etse azdır. Böyle ansiklopedik çapta bir dâhî yetiştirmek, her millete nasip olmayan bir keyfiyettir. İşte Türk Milleti bunun için büyük bir millettir ve Âkif de bu milletin millî sînesinden çıkardığı büyük Şâir, “Şâir-i Â’zam”dır.

Âkif, Millî Mücâdelemiz’in haklılığını, dosta-düşmana anlatmak için bütün ömrü boyunca mecnunlar gibi çırpınmış asîl bir dâvâ adamıdır. Denilebilir ki O, Millet’inin şahsında Türk-İslâm Dâvâsı’nın tam ve tek müdafaacısı, yegâne mümessilidir. Bu bakımdan Âkif Türk Milleti’nin yüksek karakterini, kahramanlık ruhunu ve vatanseverlik aşkını temsil eder.

Âkif’in, büyük dâvâsını anlatırken dayandığı iki ana unsur vardır. Bunlardan birincisi İslâmiyet, ikincisi de bu dinin asırlar boyunca bayraktarlığını şerefle yapmış, seciyyesi sağlam Türk Milleti’nin kendisi... Takdir-i İlâhi’nin (Celle Celâlühü) Türk Milleti’ne biçmiş olduğu “büyük oluş” sırrını idrâk ediş, son devrin sıkıntılı ve meşakkatli günlerinde yeniden şilkiniş ve şahlanış rûhu âdetâ Âkif’te doğmuş ve tecelli etmiş gibidir. Bundan dolayıdır ki O, ne tek başına sâde bir İslâmcı, ne de basit ve kuru bir kavmiyetçidir. O, milletinin millî cevherinde zaten var olan Türk Milliyetçiliği’ni, İslâmî bir heyacanla harekete geçirmiştir. Elbette Dini İslâm, kendisi (menşei) Türk olan bir milletin milliyetçilik telâkkisi olacaktır. Âkif de bu hakîkatin idrakinde olarak milliyetçiliği cihân çapında ele alır ve bunu yüksek sesle vâzederek kitlelerin dimağına yerleştirir.

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz;
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir, öğretmişiz!”

Milliyetçiliği onun kadar ebedîleştiren bir fâni gösterilemez. O, İstiklâl Harbi’nin korkunç cehenneminde Mehmetçik’in süngüsünden damlayan kan ile çizdiği tabloda görür milliyetçiliği ve öyle tarifini yapar:

“Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin!...

Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hîlâl uğruna Ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker;
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer!
……………………………………………………………………………
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber;
Sana ağûşunu açmış duruyor Peygamber!”

Âkif, içinde yaşadığı toplumun her mes’elesiyle haşır-neşirdir. O’nu âdeta iğneden ipliğe kadar hesaba çeker. Mahalle kahvehânesinden, aile hayatına ve Camiîlerin minberlerine kadar hemen her yerde O vardır. Bazen bir terbiyeci, bazen yol gösterici ve bazen de usta bir hicivcidir. Doğu ve Batı kültürlerine tamamen vâkıf olması dolayısıyla; Tanzîmat’ın açtığı gedikten sızan ve bizi topyekün istilâya kadar varan “Batı Emperyalizmi”ni ve onun saldırgan “medeniyeti”ni çok iyi tanıyan Âkif, bu husûsta çok sert çıkışlar yapar:

“Ulusun korkma nasıl böyle bir imânı boğar;
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!...
………………………………………………………………………….
Medeniyet denilen maskara mahluku görün;
Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün!
Maske yırtılmasa hâlâ bize afetti o yüz;
Medeniyet denilen kahpe hakikat yüzsüz!”

Batı’nın ilim ve teknikte kat ettiği mesafe karşısında, Doğu’nun bedbaht bir halde bulunmasını ve gaflet uykusundan hâlâ uyanamamış olmasını hazmedemez. O’na göre, İslâm’ı yanlış yorumlama ve yanlış anlama yüzünden İslâm Dünyası geri kalmıştır. Osmanlı’yı çökerten bu illete olan nefreti kadar; Batı’nın körü körüne taklite yeltenilmesini de alçaklık sayar. Bu vurdumduymazlık tavrı, Âkif’i büsbütün çileden çıkarır:

“Ey koca Şark, ey ezeli meskenet,
Sen de kalkınmaya bir yol niyet et,

Korkuyorum Garb’ın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin mel’anet,

Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar,

Bir baksana, gökler uyanık yer uyanıktır,
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.”

Âkif, İslâm’ın emrettiği ölçüler içerisinde Türk Milleti’nin medenî dünyadaki yerini almasını ister:

“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı;
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı!”

Âkif, Batı’dan neyin alınıp, neyin alınamayacağı husûsunda herkesin dikkatli olmasından yanadır. Batı’nın müspet ilim ve tekniğini almak tamam; lâkin gelenek, görenek (töre) ve inançlarımıza (millî kültür değerlerimize) zarar vermeden, onları muhâfaza ederek almak şartıyla…

Miskinlik, tembellik Âkif’in lûgatinde “yüz karası”dır ve millet hayatında asla yeri yoktur.

“Çalış dedikçe Şerîat çalışmadın durdun,
O’nun hesabına bir çok hurâfe uydurdun,
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.”

Âkif, her devirde görülmesi muhtemel olan adâletsizlik, haksızlık ve zulüm karşısında her an patlamaya hazır bir bomba gibidir. O’nu bu konuda bütün mevcûdiyeti ile haykırmaktan kimse alı koyamaz:


“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele Hak namına haksızlığa ölsem tapamam!...”

Ve O’nun yüzyıllar öncesinden, yüzyıllar sonrasını hesaba çeken
aşağıdaki mısralarının tüyleri ürperten dehşeti; insanlığın beynine indirilmiş bir balyoz darbesi kadar sarsıcıdır. Yazık ki, bu hesabı sormaya muktedir bir dünya da mevcut değildir… Âkif’in dâvâsı büyük, çok büyüktür vesselâm…

“Câni geziyor dipdiri… can vermede mâsum;
Suç başkasınındır da, niçin başkası mahkûm?..”
_____________________________


BİR DESTÂN Kİ

18 Mart 1915… Müslüman Türk’ün bin yıllık vatan topraklarının Çanakkale’de inanılmaz müdâfaası… Kahraman mehmetçiğin seller gibi akan mübârek kanı ile târihin aynasına bir milletin alın yazısını Hakk’ın(Celle Celâlühû) rızasınca, ebedîleştirerek yazdırdığı ve Hâkim-i Mutlak’ın(Celle Celâlühû) hükmüne tevdî ettiği emsâlsiz destanın 93.’ncü yılındayız.

Bütün bir benliği ile zincire vurulmak istenilen bir milletin tek başına, bütün cihâna (dünyaya) ve emperyalizmin her çeşidine karşı emsalsiz direnişinin akıl almaz hikâyesi… Kahraman Türk Milleti’nin “tarih sahnesinden silindi” sanıldığı bir sırada; millî his, millî birlik ve beraberlik, millî fikrin(düşüncenin) etrafında kenetlenerek şahlanışının, vecd ile silkinişinin tarifsiz şi’riyeti…

18 Mart 1915… Yalnız Hak(Celle Celâlühû) için, Hakk’a(Celle Celâlühû) verilecek eğilmez başların, kopan bir kıyamet karşısında dahî nasıl tunçtan birer heykel kesildiklerinin, harp meydanlarında şevkle ölümlere atılarak şehitler halkasına dizilmek için nasıl yarıştıklarının; o muazzam ve muhteşem ebediyyet kitâbesini nasıl bir ihtişamla diktiklerinin tarih olmuş unutulmaz hikâyesi, bugün Çanakkale’nin “GEÇİLMEZ SULARI”nda hâlâ okunmaktadır.

Bu emsalsiz destanın yazılışı, bazı aklı evvellerin zannetikleri gibi, yalnız kanla toprağın harmanlaşarak vatanlaşmasından ibaret değildir. “Bir hilâl uğruna ne güneşlerin battığı”, yerlerin ve göklerin bu dehşet-engiz velveleden beşikler gibi sallandığı, suların insan kanından kıpkırmızı bir deryâya dönüştüğü o “mahşer” gününden, bir milletin istiklâle çıkışının efsânevî destanıdır.

18 Mart 1915… Müslüman Türk’ün, mütecâviz kâfirin istilâ plânına, Hilâl’in Haç’a karşı vuruşmasıdır. Mitralyözlerin, şarapnallerin, top ve tüfeklerin “imân dolu göğüs”lerde birer birer parçalandığı, hilâl ile yıldızın göklerin ebediliğinde yeniden kucaklaşarak vuslat iklimine girdiği ve Türk zafer burçlarının gönderine ebediyyen çekildiği tarihtir.

Târihin bu inanılmaz destanını yazanlar, şimdi ebediyyet âleminden, Cennet’in gül bahçelerinden bizleri ibretle ve dehşetle seyretmektedirler. Can ve kan vererek vatanlaştırdıkları ve emânet ettikleri vatan topraklarının üzerinde keyiflerince hayat sürenlerin kaçta kaçı, onların bu tertemiz hatıralarının ve fedâkârlıklarının hakkını verebilmektedir? Acaba bugün onlara lâyık vatan evlâtları yetiştirebiliyor muyuz?

Milletçe geçirdiğimiz acı tecrübeler bize bir kere daha göstermiştir ki, bugün her zamankinden daha çok “Çanakkale’yi geçilmez” yapan rûh ve imân bütünlüğüne ihtiyacımız vardır.

Hudutlarımızın içinde ve hemen yanı başımızda vaktiyle yapıldığı gibi yine bin-bir yalan ve desiseyle, “ayrıştır vuruştur” taktiği tatbik sahasına konulmuştur. Ateş, barut, kan ve gözyaşı dünkü ve bugünkü coğrafyamızın neredeyse değişmez talihi olmuştur…

Bütün bunlardan daha elim ve daha vahimi, Âkif’in “top tüfekten daha sık gülle yağan mermiler” dediği bombalar, sûretâmızı işgal ederek, şahsiyyet ve mahremiyyet idrâkimizin içinde patlatılmakta ve böylece dinimiz, dilimiz ve örfümüz berhava edilmek istenilmektedir.

Biz her şeye rağmen “ümitvarız” ve bütün cihâna karşı, Millî Şairimiz Âkif’in şu altın mısralı beyti ile haykırarak teselli buluyoruz. Bütün cihân bilsin ki:

“Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!”
Mehmed Âkif Ersoy

Bu vesile ile şehitlerimizin aziz hatırası önünden saygı, minnet ve şükrân dolu hislerle ayrılırken; kanlarıyla yoğurarak vatanlaştırdıkları toprakların her köşesinden, milyonlarca Fâtiha-i Şerîfler gönderiyoruz.
__________________________________

MİLLÎ SECİYYE

Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye’de!
Yahya Kemal Beyatlı

Gönlü aydınlık olanlara ne mutlu… Aydınlığı, ilâhî kaynağın sönmez ışığından alarak görebilen nasipli gönüller, her an bütün karanlıkları bir bir delip geçebilirler. Çünkü bu aydınlık, bilinenin dışında, bütün zamân ve mekânı çepeçevre kuşatan bir aydınlıktır. Malik’ül Mülk olan Yüce Allah (Celle Celâlühû) bir nûr püskürüşü ile şuâlarını halkalar halinde mâsivâ’ya gönderir. Böyle bir menzile kenetli gönüller, Mutlak Zât’ın kendisi ile yine kendisine “mutlak aşk” tecellisince ve Allah Resûlü’ne(Sellallahû-Aleyhivesellem) uzanan velâyet yolu ile “hem-hâl” olabilme, bilme-bildirme (alıcı-verici) bakımından beşer üstü bir irtifâ kaynağından besleniyor olmaları hasebiyle daha bir bahtiyar olmalıdırlar. Böylesine “şaşmaz mihmandarları” olan bir cemiyetin, toplumun ve nihâyet bütün bunları millî sînesinde barındıran bir milletin yücelmesi ve beşeriyetin akışına yön vermesi de çok tabiîdir. Bu sebepledir ki; her vesile ile iftihâr ettiğimiz ve mensubu olmaktan büyük şeref duyduğumuz asîl Türk Milleti’nin; millî karakterinde ve öz cevherinde nakşolunmuş, böyle asîlâne bir imtizâc, bir sevk ve idâre etme kâbiliyeti (liyâkati) esâsen hep var olmuştur.

Târihin değişmez hükmüdür: “Rü’yâ’sı olmayan milletlerin gelecekleri de olamaz.” Hakîkate ve yalnız hakîkate bağlı büyük hayâller kuranlar, hiçbir zaman “çürük ipliğe boş hülya” dizmez ve kendileriyle birlikte milletlerini de felâkete sürüklemezler. Milletlerine o büyük rüyâ’yı gördürenler, arşa kanatlı hayâlleri kurduranlar ise, o milletlerin yetiştirdiği “ölümsüz kahramanları”dır.

Kahramanlar, cemiyetin ana rahminde ve kadîm tarihin şahitliğinde “dev sancılarla” doğar, büyür, gelişir ve o cemiyetin aslî mânevîyesini; “maya çanağını” meydana getirirler. Yani ki onlar; imân, inânç, mefkûre, ideal ve ülküleriyle; üzüntüleri, kederleri, gamları, tasaları ve hüzünleriyle; neş’eleri, sevinçleri, şevkleri ve aşklarıyla o cemiyetin “hem-dem-i”, yâni “dili bir, gönlü bir, imânı bir” erdemli insanları olurlar. Onlardan beklenen târihî vazife de; beşerin zamân zamân insana insanlığını unutturan o menhûs, paslanmış ve taşlaşmış vicdânını; hastalıklı rûhunu tedâvî etmeye memur bir millî seciyye ve millî dâvâ ahlâkını parıldatıcı asîllikte bir erdemlilik kavrayış ve anlayışını, bütün insanlığa hâkim kılmaktır.

Kahraman, deruhte ettiği vazîfenin mes’ûliyetini müdrik insandır. Hangi vazîfeyi îfâ ediyor olursa olsun, onu en mükemmel şekilde yerine getirmekle mükelleftir. Aziz Vatan Şâiri Orhan Şaik Gökyay’ın ifâdesiyle kahraman:

“İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenler[in]dir!”(1)

yahut Hüseyin Nihal Atsız’ın tarifinde kahramanlık:

“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir…”(2)

İnâncı uğruna hiç tereddüt etmeden seve seve şehâdet şerbetini içmek, kan ve can vererek vatanseverliğin altın destanını celâdetle yazmak, Türk’ün kahramanlığının şanındandır. Meselâ, Gönül ve Kılıç Fâtihi Horasan Erleri, Battal Gâzîler, Selâhaddin Eyyûbîler, Alp Arslanlar, Ertuğrul Gâzîler, Osman Gâzîler, Murad Hüdâvendigârlar, Yıldırımlar, Dânişmend Gâzîler, Fâtihler, Kânûnîler, Yavuzlar, Barbaroslar böyledir.

Şâir ve Yazar İsa Yar haldaşımızın:

“Senin de diyecek sözün olmalı;
Huzûra duracak yüzün olmalı!
Gönlünde bir parça hüzün olmalı,
Kendini kendinden kurtar, öyle gel…

Kendini kendinden kurtar, öyle gel
Dilinde en güzel nağme, söyle gel
Geleceksen dostum, bana böyle gel
Hem-dem olanlara ben yar olurum.

Hem-dem olanlara ben yar olurum.
Zannetme küserim, ağyar olurum.
Gurbetten sılaya diyar olurum
Bir kutlu sefere çıkar gibi gel…”(3)

deyişindeki dervişâne samîmî tavrın yanı sıra; nefsini hizâya çektirici, edebî olduğu kadar dinî disiplini de ihtar eden, kuşatıcı gönülden çağrısı, âdetâ bu asîl milletin rûh yapısını yansıtır mahiyettedir.

Bizim boz yeleli atının üzerinde beyaz sakallı, nûrânî çehreli, ırakları yakın eden, her darda kalışımızda imdadımıza ”hızır gibi yetişen” baş kahramanımız bir “Hızırımız” vardır… O’nun nûr, rahmet ve bereket dağıtan, huzûr ve mutluluk veren muştusu, her zaman aziz milletimizin tâlihini güldürmüştür. Bu “Hızır” motifi de ötekiler gibi Türk millî varlığının tükenmez hazînelerinden birisidir. Hızır ile bütünleşen Türk millî muhayyilesi, Misâfir ile Hızır’ı aynîleştirmiştir. Böylece Hızır sayesinde misâfirlik müessesesi de yüceltilmiştir. O kadar ki: “Her geceyi Kadir(Kadir Gecesi), her geleni Hızır bil!” Sözü, bütün Türk Dünyası’nın ortak “Atasözü” hâlinde asırlardan beri söylenir olmuştur.

Daha başka nice söz ve yazı üstâdımız vardır ki, kılıçtan keskin kalemleri ve kelâmlarıyla her birisi milletimizin irfânını yoğuran unutulmazlarımız arasında yaşatılmaktadır. Bunlardan birisi de bütün Türk Dünyası’nın ortak çarpan kalbi Nasreddin Hocamız’dır. Hocamız, yüzyıllardan beri hem güldüren, hem de düşündüren “bilge” kahramanlarımızdandır. Hocamız, esâsında tek başına bir millet gibidir. O’nun o koca kavuğunun altında muhteşem bir târihî mâzî, hâl ve âtî gizlidir. Müstesnâ târihî Türk muhayyilesi, Hızır Aleyhisselâm ile Nasreddin Hoca’nın şahsında “Derviş Gâzi, Alp-Eren ve Velî” tipini mükemmel bir şekilde bütünleştirmiştir. Hocamız fıtrî zekâsı ile dünyada bu bakımdan tektir ve başka bir misâli de zaten mevcut değildir.(4)

Şâirin, “Ezelî Rûh Orduları” olarak vasıflandırdığı mânâ orduları, geçmişte dîn-ü devlet, mülk-ü millet telâkkisini üç kıt’a ve yedi iklim’e tevârüs ettirmişlerdir. Başta Hazreti Peygamber Efendimiz’in Sancaktarı Hz. Eyyüp El-Ensârî Hazretleri olmak üzre; Hz.Ahmed-Er Rifâi ve Hz.Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed-î Yesevî’den Mevlânâ ve Yunus Emre’ye; Dede Korkut’dan Nasreddin Hoca ve Şahı Nakşî Bendî Hazretleri’ne; Şeyh Edebâlî’den Hacı Bayramı Veli ve Emîr Sultan’a; Akşemseddin’den Molla Gürânî ve Aziz Mahmud Hüdâî’ye; Abdülhâkim Arvasî’den Mehmed Zahid Kotku ve Hüseyin Hilmi Işık’a; Ken’an Rifâî’den Süleyman Hilmi Tunahan, Muhammed Raşit Erol ve Esat Coşan Hazretlerine kadar uzanan nice Allah Dostu, Peygamber aşığı, Gönül Sultânı; Türk Ordusu’nun mânevî hassa’sını meydana getirmişlerdir. Gazâ ordusu mânâ ordusu ile birleşince “dünya atlarımızın nalları altında” ezilmiştir. Böylece nice zâlimin tahtı devrilmiş, insanlığa adâlet, huzûr ve sükûn gelmiştir.

Destan Şâirimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun:

“Bir tufan koptu Asya’dan,
Urum sele gark olacak!
Yeni bir imân çağının,
Mücdecisi Şark olacak!

Alplar, Erenler, Başbuğlar,
Ardınca yürüsün tuğlar…
Yedi iklim yüce dağlar,
Karış karış Türk olacak!”(5)

derken duyduğu “Alp-erence” coşkuda, mâzîde olanın şimdi de olabileceğine milletçe inanmışlığın âdetâ “Dâvûdî” bir sesle ötelerden gelen yankılanışı vardır:

“Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu,
Ardında Oğuz’un elli bin tuğu…
Andırır Altay’dan kopan bir çığı,

Budur Peygamberin övdüğü Türkler…
Ya Allah…Bismillah…Allahuekber…” (6)

Bütün bunlar; Türk Milleti’nin niçin Hazreti Peygamber Efendimiz tarafından övüldüğünün; bu millete niçin “Cund Allah”(7) (Allah’ın Ordusu), “Ordu-Millet” denildiğinin ve Peygamber sevgisi ve muhabbetinin niçin bu ölçüde başka milletlerde bulunmadığının en güzel ifâdesidir. İşte yine deryâ içre bir âlemi daha temâşâdayız…

Bayrak Şâirimiz Arif Nihat Asya’nın:

“O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış,
Gidişleri akına,
Gelişleri akındanmış,

Yolları eline dolayan;
Beldeler, ülkeler avlayan
Süvarileri varmış ki,
Oğuz, Bilge, Süleyman’mış.

Zembereğini kuran
Onlarmış dünyanın…
Onlar ki kurt doğuran
Obaların kanındanmış.

Ve zaferler getiren atların
Nalları altındanmış.”(10)

mısrâlarında hakîkî ifâdesini bulan ve bir zamânlar âleme nizâm veren Ordu;

“Ne harâbî ne harâbâtîyim,
Kökü mâzîde olan atîyim.”(9)

diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın, mâzî’nin yakıcı hasretinin heyecâniyle işaret ettiği: “Tâ Malazgirt ovasından yürüyen Türk oğlu”nun şanlı Ordusu; “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırtmasın!” Canhıraş haykırışıyla; milletimizin târihî sînesinden kopup gelen engin hissiyâta tercüman olan Millî Şâirimiz Mehmmed Âkif Ersoy’un, kıyâmete kadar okunacak İstiklâl Marşımızı ithâf ettiği Kahraman Ordu; Türk Edebiyatı’nın Sultânü’ş-Şuarâ’sı (Şâirler Sultânı) Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in:

“Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedâyı: Allah bir!.. ”(10)

diyerek, esrârını: “Atlas sedirinde mâverâ dede”den sorduğu Ordu işte bu târihî Türk Ordu’sudur…

Bizim, başka milletlere hiç benzemeyen bir târih hercü-merci içerisinde geçirmiş olduğumuz çok uzun bir kader mâcerâmız vardır. Târihin akışındaki o muazzam hareketlilik, bir nizâm ve intizâm dâhilinde devam edip gitmiştir. Türk Millî Seciyye’si, işte böylesi bir ahlâk, edep, savlet ve “Devlet-i Ebed-Müddet” anlayışının beşer üzerinde bıraktığı tesirin tezahürüdür. Türk Edebiyatı’nın büyük şâiri Yahya Kemal Beyatlı:

“Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum;
Bende bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cûmhura bakarken şimdi,
Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!..”(11)

derken çok mes’ûddur.

Zîra o, bu târihî akıştaki hayat tarzıyla aynîyet arz eden husûsiyetleri keşfeden önemli şâirlerimizden birisidir.

DİP NOTLAR:
Rıza Akdemir, Dinî ve Millî Şiirler Antolojisi; Orhan Şaik Gökyay, Bu Vatan Kimin? s.141; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ,Ank-1991
Atsız; Yolların Sonu, Kahramanlık, s.46; Ötüken yayınları, 5’nci Basım, İstanbul 1977
İsa Yar, Gel Şiiri; 02 Kasım 2003 Tarihli Türkiye Gazetesi-İstanbul
Düşüşümüzde, Hocamızın bir tek engin dehâsının binde-biri kabilinden “bindiği dalı kesen” mizâhî ihtarını her devir idarecileri ciddiye almış olsaydı, acaba bunca felâkete duçar olur mu idik? Veyahut; milletçe yeniden silkiniş, titreyiş ve kendimize gelişimizde, Hocamızın asırlar öncesinden tuttuğu ışıktan nasıl istifade edebiliriz?..
Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri; Cilt 2, N.Y. Gençosmanoğlu, Malazgirt Destanı s.603-604; Dergâh Yay. 4’ncü Bask.İstan.-1984
Rıza Akdemir, a.g.e; Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu. Malazgirt Marşı s. 129; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları -Ankara 1991
Prof.Dr.Osman Turan, Türkler Anadolu’da; s.23; Hareket Yayınları, 1’nci Baskı, İstanbul-1973
Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor; Destan s.7; Ötüken Yayınevi 1977-İstanbul
İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati-Misalli Büyük Türkçe Sözlük; “Harâbâtî” Maddesi 2’nci Cilt s.1178; Birinci Baskı İstanbul-2005
Necip Fazıl Kısakürek, Çile; Sakarya Türküsü s.399; Büyük Doğu yayınları 13. Basım 1987-İstanbul
Yahya Kemal, Kendi Gökkubbemiz; Süleymâniye’de Bayram Sabahı, s.11; Yahya Kemal Enstitüsü Yayımları, 5’nci Basılış 1974-İst.
__________________________________________

İSLÂMİYET TÜRKLER FÂTİH VE İNSAN HAK VE HÜRRİYETLERİ

İnsanlık bugüne gelinceye kadar pek çok bâdirelerden geçmiştir. Yaratılış hikmetine ve sırrına zıt olarak en ağır işkencelere, en katmerli zulümlere mâruz kalmıştır. Dokunulamaz ve devredilemez maddî ve mânevî varlığı incitilmiştir. Beşerî zaafları o’na ateş, barut ve gözyaşını miras olarak bırakmış, fezâ’yı kaplayan “çığlığı” ise A‘raf’ta hep yankılanıp durmuştur.

“İnsan Hakları” kavramı; fert, cemiyyet ve toplum hayatında baş gösteren insan hak ve hürriyetleri ile ilgili ihlâllerden ve ödenen ağır bedellerden sonra 1215 yılında İngiliz Magna Cartta Liberattum ile Batı’da ilk defa insanî mes’ele olarak ele alınmış, 1776 Virjinya Bildirisi ile hukukî metin halini almış daha sonra 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ve nihayet 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyânnâmesi ile yazılı hale getirilerek anayasalara dahil edilmiştir(1).

Ne yazık ki, insanlığın bunca yıllık elde ettiği haklara(!) ve yaşadığı acı tecrübelere rağmen, insan hak ve hürriyetleri alanında yazılanlar ve söylenenler tatbik sahasına konulamamış ve bu metinler inandırıcılıklarını önemli ölçüde yitirmişlerdir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında, “Soğuk Savaş Dönemi” ve sonrasında toplu katliamlar devam etmiş ve hâlen de etmektedir. Meselâ, içinde bulunduğumuz 2000’li yıllarda da; Çeçenistan, Saraybosna, Azerbaycan, Karabağ, Keşmir, Filistin, Afganistan, Irak, Sudan, Doğu Türkistan, Cezayir, Kosova, Tacikistan ve Lübnan… gibi Türk-İslâm Coğrafyaları’nda halen Müslüman kanı akmaya devam etmektedir.

Günümüzde âdil olan güçlü, güçlü olan âdil olmadığı için “hak” ve “ adalet” tecelli edememekte ve aslî sahibine verilememektedir. Nice zamandan beridir bu alanda yapılan tatbîkatlarda hep “hak” kuvvetlinin kudretiyle mütenasip hâle getirilmiştir. Başka bir ifâde ile, mazlûm, kudretlinin insafına terk edilmiş ve ancak onun izin verdiği ölçüde hakkını arayabilmiştir. Bu durum ise, insanlığın fikir plânında ulaşmış bulunduğu cihânşümûl seviyeye tamamen zıt bir hâldir.

Şâir ve yazar kardeşimiz Zeki Ordu, son olarak Lübnan’da yaşanan zulüm, vahşet, dehşet ve sonu gelmez gaddarlık münasebetiyle “Ağlayan Ortadoğu” başlıklı bir şiir yazmıştır. Zeki Ordu’nun hançeresinden kalemine damlayan bu şiir, âdeta kimsesizlerin sükût’a bürünmüş çığlığı gibidir. Şâirimiz bu şiirinde, “yeni dünya düzeni” adı verilen “düzensizliğin” maskelenemez çirkin yüzünü büyük bir maharetle gözler önüne sermektedir. Bu şiir; zalimin zulmüne ve ona rıza gösteren bilcümle suç ortakları ile; insânî melekeleri tamamen dondurulmuş bulunan günümüz insanlığının; insafsız, vicdansız ve idrâksiz kara-koyu taassubuna karşı asîl bir haykırışın ifâdesidir:

“Ne ses kaldı, ne sedâ, kimsesiz vatan ağlar;
Sahipsiz topraklarda, kefensiz yatan ağlar.

Çocuklar paramparça, her tarafta sis duman;
Babalar savaşırken analar her an ağlar.

Yapılan katliâma, kayıtsız kaldı dünya;
Sadece derunundan, sahib-i iman ağlar.

Ne cephe var ne mevzi, kurşun yağar her yandan;
Böyle bir hale ancak, vicdânı olan ağlar.

Timsahın gözyaşları, inandık sanmasınlar;
İnsâfı olan hariç, gerisi yalan ağlar

Eli kolu bağlanmış, çaresiz bunca insan;
Aşikâre zulm görür, aslında nihân ağlar.

Nice ocaklar söndü, baharı göremeden;
Harâp olan yerlere, mevsim-i hazân ağlar.

Hûn-hârca cinâyete savaş diye ad kondu;
Bu vahşet karşısında, içleri yanan ağlar.

Kalpler kaskatı olmuş, duymuyorlar feryâdı;
Herkes kendi keyfinde, sahipsiz Lübnan ağlar.

Mazlumun gözyaşları, ah’ının fevkindedir;
Bir gün boğar zalimi, onlar da o an ağlar.

Yâr ağlar, yârân ağlar; cân ağlar, cânân ağlar,
Söz bürünmüş sükûta, sessizce lisân ağlar.”(2)

“Yunan aklı, Roma nîzâmı, Hıristiyanlık ahlâk ve hassasiyeti(=Greko-Lâtin Medeniyeti)(3)” üzerine kurulan Batı Medeniyeti’nin insan hak ve hürriyetleri mevzû’ndaki tavrı daima çifte standartlı, sahte ve ikiyüzlü olmuştur. Sadece “Endülüs Engizisyon vahşetleri” dahi, Batı Medeniyeti’nin insana bakış açısını göstermeye kâfidir. Batı’nın bu iki yüzlü ve maskeli sahtekâr tavrını en iyi teşhis, tespit ve teşhir eden ise; hiç şüphesiz ki, Millî Şâirimiz Mehmed Âkif Ersoy olmuştur:

“Tükürün Ehlî Salîb’in o hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahluku görün!
Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün!(4)
.......................................................................
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz....
Medeniyyet denilen kahbe hakîkat yüzsüz!”(5)

İnsan nedir? Neye memurdur? Mahiyyeti ve yaratılmışlığının sırrı, maddede ve mânâda işgal ettiği yer neresidir? Kendisini akıl ve mantık dairesi içerisinde hesaba çekebilen her insan, bu gibi suallerin doğru cevaplarını bulabilir. Fakat son Din-î İslâm, son Kitab-ı Kur’ân ve son Peygamber-î Zişân Efendimiz Hazretleri (Sellallahü Aleyhi Vesellem), Ebedî Risâlet’ini bütün insanlığa en mükemmel bir şekilde “tebliğ” ettiklerinden dolayıdır ki; artık insan beyninde olması muhtemel en küçük bir “şüphe” de kalmamıştır. Bilinmektedir ki; kâinat, bir lâhza’da insanın (Âdem’oğlu’nun), yüzü-suyu hürmetine yaratılmıştır. İslâmî akîde’ye göre, yaratılmışların en üstünü ve şereflisi de yine insandır. Yüce Allah’ın bol rahmeti, bereketi, gazabından çok mağfireti, keremi hep insan içindir.(6) Sadece ve sadece “hakîkat”e ve o’nu “tebliğ”e memur olan insanı; “Biz gerçekten Âdem Oğulları’nı mükerrem ve şerefli kıldık(7)”(İsra Suresi,70) meâlindeki ayet ile iltifâta mazhar bulan Allahü Teâlâ (Celle-Celalühü), O’nu kâinatın merkezine yerleştirerek “Ekmel Varlık(8)” sezgisiyle donatmıştır. Böylece Yüce Allah, kendi sırrını insana bahşetmiş, insanın sırrı ile de tekrar kendisinin bilinmesini istemiştir. Bunu: “Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım(9)” Kutsî Hadisi’nden anlıyoruz(10). “Ahseni Takvim” üzre yaratılmış bulunan insanda esasen mevcut olan, fakat bir türlü idrak edemediği kendi (z’âtı’yla) varlık sebebiyle alâkalı hikmetli derin sırrın mükemmel tarifini, yine Âkif’in aşağıdaki mısrâlarında buluyoruz:

“Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
“Muhakkâr bir vücûdum” dersin ey insan, fakat bilsen.
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir,
Avâlim sende pinhandır, cihânlar sende matvîdir.
.............................................................................
Musaggar cirmin amma gâye-i sun’i İlâhîsin;
Bu haysiyetle pâyânın bulunmaz bîtenâhîsin!
Edîb-i kudretin beytü’l-kasîd-i şi’ri olmuşsun;
Hakîm-i fıtratın bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun!”(11)


[Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
“Aşağılık bir varlığım” dersin ey insan, fakat bilsen.
Senin mahiyetin hattâ meleklerden de yüksektir;
Âlemler sende saklıdır, cihânlar sende toplanmıştır.
..............................................................................
Cismin küçücüktür ama Allah’ın sanatının zirvesisin;
Bu itibarla sonu gelmez, bitmez tükenmez bir varlıksın!
Güzellikler yaratan Kudret’in şiirinin en güzel beyti olmuşsun;
Yarattığını en iyi bilen Allah’ın bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun!]

Malikü’l Mülk, Ahkâmü’l Hâkimin olan Allahü Teâlâ; “Ben bir kenz-î mahfî (gizli hazine) idim. Görünmek için bu âlemleri yarattım(12).” “Göklerin, yerin ve içindekilerin mülkiyeti Allah’a aittir(13).” (Maide 5/17) “İnsanlar da Allah’a aittir ve O’na dönüp varacaklardır(14).” (Bakara 156) “Rahmetim her şeyi kaplamıştır(15).” (A’raf 156) Buyurmak suretiyle ve mülkün asıl sahibi olarak “yaratmanın yaratılan üzerinde bahşettiği hakkı başka hiçbir unsur ve ilişkinin bahşedemeyeceğini(16).” bildirmiştir.

Haksızlık, zorbalık ve zulüm mevzu’nda da “beşerî zaaf”ları olan insanı: “Hiç kimseye zulmetmeyiniz, size zulmedilmesine de asla müsaade etmeyiniz.(17).”(Bakara Suresi, 274) kat’î emri ile ikaz eden Kur’ân-ı Kerim; kulun, kula kulluk etmesini yasaklamıştır.

Allah’ın Resûlü, insanlığın hidayeti için bir “Rahmet ve Merhamet Peygamberi” olarak gönderilmiş ve “On sekiz bin Âlem’in Serveri, Otuz üç bin Ashâb’ın Rehberi” olarak selâmlanmıştır. Bu bakımdan “Resûlüllah’ın tebliğ ettiği ve te’sisine muvaffak olduğu İslâm Medeniyeti’ndeki hürriyet mefhumu ile Batı’daki ve günümüzdeki hürriyet mefhumu çok farklıdır. Günümüz hak ve hürriyet beyânnâmelerinde hürriyet, “başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir.’ şeklinde tarif edilirken; İslâmiyet 14 asır evvel hürriyeti şu şekilde tarif ve kabul etmiştir. ‘Ne kendisine ve ne de başkasına zarar vermemek şartıyla meşru dairede istediğini yapmaktır’. Hazreti Muhammed devrinde hazırlanan “Medine Anayasası” diyebileceğimiz “sahife” adlı metin; ilk hak ve hürriyetler beyannâmesi olarak vasıflandırabileceğimiz “Veda Hutbesi” ve Kur’ân ile Hadîslerdeki insana ait hak ve hürriyetlerle alâkalı beyânlar, günümüzdeki anlamıyla bir çok hak ve hürriyetleri tayîn ve tespit etmiştir(18).”

Hazreti Peygamber Efendimiz’in Ebedî Risâlet’inden ilhâm alan ve kalbi daima “İ’lâ-yı Kelimetullah ”aşkı ile çarpan Türk Milleti; İslâm Dini’nin nûranî aydınlığında birbiri ardınca kurduğu cihân devletleriyle;“Cihân Hâkimiyyeti Mefkûresi”ni, üç kıt’a ve yedi iklim’de yaymış ve böylece Türk-İslâm Kültür ve Medeniyeti’nin göz kamaştırıcı bir parlaklığa erişmesine vesile olmuştur. Anadolu, Orta ve Batı Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu, Afrika, Kafkaslar, Hint Alt Kıtası ve Arap Yarımadası’nda Türk İslâm Kültür ve Medeniyyeti’nin silinmez izleri bugün dahi mevcuttur. “Bu husûsta sadece bir fikir vermek üzere şu dört san'at şaheserini; İstanbul’da Süleymâniye Camî’ni, Konya'da Sultân Hânı'nı, Hindistan'da Taç-Mahal'i(19)”, Edirne'de Selimiye Camî'ni dünyada eşi ve benzeri olmayan eşsiz âbideler arasında misâlen zikredebiliriz.
Adalet timsâli olarak ise; kendi Mahkemesi’nin Kadı’sının: “Suçlu Ayağa Kalk!” âvâzına muhâtap olan Türk Sultânı’ndan başka bir Hükümdâr’ı tarihler kaydetmemektedir. Yine târihi kayıtlarda; “Üç Kıt’a ve Yedi İklim”deki unutulmaz adı, “Sultanlar Sultânı-Hükümdârlar Hükümdârı (Muhteşem Süleyman)” diye anılan; “Dîn’in ve Devlet’in Direği Doğu’nun ve Batı’nın Âdil Sultân’ı” unvanlarına mazhar olmuş Türk Sultânları’ndan başka bir millete mensup hükümdâr göstermek keza mümkün değildir

Diğer taraftan; muhteşem bir mâzî’yi, yine muhteşem bir irfân ile [kültür,(hars)] yoğurup taçlandırarak âtî’ye bağlayan yegâne millet Türk Milleti’dir. Beşeriyete yön verdiği kabul edilen ve kültürler arasında âdeta köprü vazifesi görmek, muvâzene (denge) kurmak gibi son derece hayâtî ve târihî rolleri her devirde oynamış olan târihin en eski kadîm milleti yine Türk Milleti’dir. Bütün bunlar da bize; Türk-İslâm Kültür ve Medeniyeti'nin her bakımdan cihânşümûl bir mâhiyyet arz eden çok ileri ve yüksek bir seviyeye ulaştığını göstermektedir.

Türk hâkimiyeti altında bulunan topraklarda daima "dirlik içinde birlik", sulh ve sükûn hiç eksik olmamıştır. Anadolu topraklarına ebedî “Türk Mührü”nü vuran ve Bizans’ın mağrur İmparatoru’nu dize getirdikten sonra, o’na: “Artık hürsünüz İmparator, Ülkeniz’in başına dönebilirsiniz!”diyen Selçuklu Sultânı Alp Arslan ile; yaklaşık olarak dört asır (382 sene) sonra fethe dair ilmî ve fikrî dirayeti neticesinde dünya harp tarihine akıl almaz “taktik ve strateji dehâsı” olarak geçen ve dahî; kendi mukadder âkibetini derin bir sükût içerisinde bekleyen Bizans’ın Doğu Roma Merkezi İstanbul’a haşmetle girişinden paniğe kapılan halka: “Benim şâhâne-i gazâbımdan korkmayınız(20)!” fermânı ile; cihânın bütün insanlık ailesine en üst perdeden “insan hakları” dersi veren Fâtih Sultân Mehmed Han Hazretleri’nin; asla basit ve kuru birer cihângirlik dâvâsı peşinde koşmadıkları mevzû'nda hemen bütün tarihçiler hemfikirdir. Millî, dinî, ahlâkî, insanî ve İslâmî bakımlardan Cihân’a hükmetmek ve bu hükümrânlığı hakkaniyyet ve adâletle taçlandırarak kalıcı hale getirebilmek için Sultân Alp Arslan ve Fâtih çapında birer Sultân-ı Cihân olmak ve onların ulvî dâvâları’nın derin tecessüs sırrına mâlik olmak lâzımdır. İşte bu imân ve inançladır ki; “Cihân Hâkîmiyeti”ne giden yolun ilk müthiş ve muazzam Kanûnnâmesi’ni fermânlaştıran Fâtih Sultan Mehmed Hân Hazretleri; devletinin sarsılmaz temellerine “İ’lây’ı Kelimetullah” düstûrunu hâkîm kılmıştır. Hazreti Peygamber Efendimiz’in tebşîrâtına da mahzar olmuş bulunan bu Cennetmekân dâhî Sultân: “...Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar(21)!” Buyruğu ile o andan itibaren “Gökkubbe”nin emniyetini, sulh ve sükûn’unu asırlarca teminât altına alacak olan “Cihân Hâkimiyyeti Mefkûresi”ni de kuvveden fiile geçirmiş ve böylece İstanbul Fâtihi olarak târihteki emsalsiz, ebedî ve şerefli yerini almıştır.

Her ân gönlü Allah ve Resûl âşkı ve muhabbeti ile çarpan Fâtih’in; askerî, siyasî ve fikrî dehâsının çapını ve ulvî dâvâsı’nın dünyevîlik ve uhrevîlik arz eden mâhiyyetini aşağıdaki kendi Şiiri’nden öğreniyoruz:

“İmtisâl-î câhidü fillâh olubdur niyyetüm,
Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm,

Fazl-ı Hakku himmet-i cünd-i Ricâlullah ile,
Ehl-i küfri ser-te-ser- kahr eylemekdür niyyetüm,

Enbiyâ vü evliyâya istinadum var benüm,
Lütf-i Hakdan’dur hemân ümmid-i fethü nusretüm,

Nefs-ü mal ile n’ola kılsam cihânda içtihâd,
Hamdü li’llah var gazâya sad-hezârân rağbetüm,

Ey Muhammed mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,
Umarım gâlib ola a’dây-ı dine devletüm!”(22)


[Niyetim, Allah yolunda cihad etmektir. Bütün gayretim sadece İslâm’(ın muzafferiyeti )içindir.]
[Niyetim, Allah’ın inayeti, mânevîyat erlerinin (evliyânın) himmeti ile dinsizleri baştanbaşa kahr eylemektir.]
[Ben, Peygamberlere ve evliyâya dayanırım. Fetih ve başarı ümidim, sadece Allah’ın) lûtfuna bağlıdır.]
[Dünyada nefsim için çalışsam ve mal çokluğu ile kuvvet(güç) kazansam ne önemi var. Allah’a hamd olsun, benim rağbetim gazâyadır.]
[Ey Muhammed, umarım ki senin mucizelerinle, devletim din düşmanlarına galip gelecektir.]

Şevketlü ve devletlü Sultân, bu kadar güzel, zarif ve o kadar da heybetli, okuyanda ise her kelâmında ve satırında derinden derine fenâ fillâh râyihasının tarifsiz hazzını duyduran; cemiyyet nizâmının ancak böyle bir Fâtih ile te’sisinin mümkün olabileceğini va’zeden; târihin eskimez ve silinmez kanûnnâmesi hükmündeki bu şiir; O’nun hükümranlığına yakışır tarzda ve O’nun tarafından târihi kayıt altına alınmış olması da ayrıca dikkate değer muaazam hadiselerdendir.

Görüldüğü üzre, yüce hakikatlere kanatlı İstanbul Fâtihi büyük Türk Hakanı Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri her daim sırat-ı mustâkim üzre olmuş ve öyle yürümüştür. O’nun Rızâenlillah’dan (Allah’ın rızası) başka bir dâvâsı hiçbir zaman olmamıştır. O’nun yolu; “Türk Kızıl Elma” idealinin “Cihân Hâkimiyeti”ne açılan ve asla geri dönülemez, Allah Resûlü’nün, Sevgililer Sevgilisi Yüce Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Sellallahü Aleyhi Vesellem) Efendimiz’in müjdelediği “Saadet-i Ebedîye” yoludur.

Hak ve hakikatten uzaklaşmış bulunan günümüz insanlığının maddî ve mânevî buhranı ise artarak devam etmektedir. “İnsan haksızlıklara karşı isyan eden ulvî ülküsünden, Eşrefî Mahlûkat olan şerefli sıfatından arınmış, ahsen-i takvîm makamından ayrılarak kaybolmuş, âdeta iğdişleştirilmiş ve sadece Yaratıcı’ya kul olması gerekirken, başkalarına kul olmuştur(23).” Sözümüzün burasında da yine yalnız “Hakk’ın rızâsı’nın emrine” baş koyan Fâtih’i dinleyelim:

“Yok durur zulme rızâmuz adle biz mâillerüz,
Gözlerüz Hâkk’un rızâsın emrine kaillerüz.”

[Biz adalete meylederiz, zulme rızamız yoktur.
Allah’ın emirlerini tebliğ eder, rızasını gözetiriz.]

Netice itibari ile, insan hak ve hürriyetleri ile ilgili imzalanmış bulunan çeşitli milletler arası beyânnâmelere, (sözleşmelere, bildirgelere, kriterlere) rağmen; insanlığın topyekün içine düşmüş bulunduğu âcziyyet fevkalâde düşündürücüdür. Ve fezâ’yı kaplayan, A’raf’ta yankılanan o “çığlık”; kendisini duyacak, gözyaşını silecek, rûhâniyyetini saracak; şefkat, merhamet ve rahmet iklimine hep hasrettir…

“Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cemiyyeti, medyûn O’na ferdi.
Medyûndur O’masûma bütün beşeriyyet...
Ya Rab, bizi Mahşerde bu ikrar ile haşret!”(24)
Mehmed Âkif Ersoy


[Dünya neye sahip olmuşsa hep O’nun (Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed’in) vergisi sayesindedir.
Ferdi ve cemiyyeti O’na (Yüce Peygamberimiz Hz.Muhammed’e) borçludur.
O (Yüce Peygamberimiz Hz.Muhammed’e) günahsıza bütün bir insanlık borçludur.
Ya Rab ahirette haşir günü bizi bu söz ve kelâmları ifâde ederek dirilt!

DİP NOTLAR:
1. Doç.Dr.Ahmed Akgündüz, Resulullah’ın Tebligatında İnsan Hakları ve İnsana Saygı; Ebedî Risâlet
Cilt 1, s.217 Işık Yayınları 1993-İzmir.
2. Zeki Ordu, Ağlayan Ortadoğu, Türkiye Gazetesi 20/08/2006-İstanbul. (Eğitimci Şair ve Yazar Zeki Ordu, halen Ünye’de yayın hayatını sürdürmekte olan ve sahibi bulunduğu “Sükût” adlı bir kültür ve edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliğini yürütmektedir.)
3. Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu s. 18, Büyük Doğu Yayınları 1988-İstanbul.
4. Prof.Dr.Ömer Faruk Huyugüzel, Yrd.Doç.Dr.Rıza Bağcı, Arş.Gör.Fazıl Gökçek, Mehmet Âkif Safahat(Orijinal Metin-Sadeleştirilmiş Metin-Notlar.) Cilt 1, s.388 Zaman Gazetesi Feza Gazetecilik A.Ş. İstanbul.
5. Mehmed Âkif –Safahat Age. Cilt 2, s.842
6. Ahmet Şahin, Asrımızın Kâmil İnsanını Yetiştirmek; Boğaziçi Aylık Kültür ve Sanat Dergisi Ekim 1984; Sayı 28, s.37 Boğaziçi Yayınları İstanbul.
7. Doç.Dr.Ahmed Akgündüz, Cilt 1 Age. s.216
8. Mustafa Çağrıcı, İslâmda Eğitim-Ahlâk Meseleleri ve Toplum Kalkınması; İslâm üzerine Düşünceler s.10,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 1988-Ankara.
9. Necip Fazıl Kısakürek Age. s.108
10. Ahmet Şahin, Pîri Türkistan Hoca Ahmed-î Yesevî... ve Dîvan-ı Hikmet’ten Seçmeler; Tarih ve Medeniyet Dergisi; Eylül 1995, Sayı 19, s.41; İhlas Holding Yayınları-İstanbul.
11. Mehmed Âkif, Safahat Age. Cilt 1, s. 148
12. Necip Fazıl Kısakürek, Age, s.167
13. Dr.Ahmet Tabakoğlu, İslâm İktisat İlkeleri Işığında Birlik ve Kalkınma; İslâm Üzerine Düşünceler s.
101, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 1988-Ankara .
14. Prof.Dr.Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunun Gene Karakteri; Ebedî Risalet Cilt 1, s.205; Işık
Yayınları 1993-İzmir.
15. Yrd.Doç.Dr.Selçuk Eraydın, Muhammedî Hakîkat Ebedî Rîsalet Cilt 1; s.263; Işık Yayınları 1993-İzmir.
16. Prof Dr.Hayreddin Karaman, Age. Cilt 1; s.205
17. Prof Dr.İhsan Süreyya Sırma, Devlet Başkanı olarak Hz.Muhammed, Ebedî Risalet Cilt 1, s.139; Işık
Yayınları-1993 İzmir
18. Doç.Dr.Ahmed Akgündüz , Age. Cilt 1; s.216-219
19. Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliği’nin Meseleleri, s.69, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları:17; 1966-Ankara
20. Ahmet Şahin, Türk Milliyetçiliği’nin Dayandığı Temeller; Boğaziçi Aylık Kültür ve Sanat Dergisi ,
Aralık 1983, Sayı 18; s.20-21, İstanbul.
21. Prof.Dr.Ahmed Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı; s.80; Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yay. 1999-
İstanbul.
22. Prof Dr.Ahmed Akgündüz, Age. s.93.
23. Prof Dr.İhsan Süreyya Sırma, age, Cilt 1, s.133-134
24. Prof.Dr.Suat Yıldırım, Niçin Ebedî Risâlet; Ebedî Risalet Cilt 1, s.4; Işık Yayınları. 1993-İzmir.
___________________________________


ANADİLİMİZ TÜRKÇEMİZ VE NİHAD SÂMİ BANARLI
Biz onu Lise devirlerimizden tanıyoruz… O bizim minnet ve şükrân hisleriyle ta kıyamete kadar hatırlayacağımız bir büyüğümüz, dünkü ve bugünkü bütün memleket çocuklarının mânevî hocasıdır. Hemen her Türk Çocuğu’nda istisnasız onun mânevî ışığı parıldar. Çünkü O, bir ışık adamdır… İnanıyoruz ki bu çilekeş dâvâ adamının fânûslu feneri, güzel Türkçemiz’in bekası için daima yanacaktır…Işık adamlar, kendi milletinin bir ferd-i mücahidi olarak hep zirvelerden memleket semâlarını aydınlatırlar… Aynen Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacib, Ali Şir Nevai, Şemseddin Sâmi, M.Fuad Köprülü, Ahmet Caferoğlu, Reşit Rahmeti Arat, Ali Nihad Tarlan, Ömer Ferit Kam, Faruk Kadri Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu, Amil Çelebiolu, Mehmet Çavuşoğlu, Muharrem Ergin, Ahmet Bican Ercilasun, Kemal Eraslan, Mehmet Kaplan, Ömer Faruk Akün, Mehmed Âkif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Abdülkadir Karahan, Mahir İz, Fahir İz, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi…ilh. gibi Nihad Sâmi Banarlı da bir ışık adam olarak bu aziz vatanda “hocaların hocası” olmayı başarmış nadir şahsiyetlerimizdendir.

Nihad Sâmi Banarlı’nın Türk çocukları için yazmış olduğu o altın değerindeki Türk ve Batı Edebiyatı Ders Kitapları, bugün dahi pek çok evde hâlâ “başucu kitabı” olarak kütüphanelerimizin en nadide köşesindeki yerini muhafaza etmektedir. Hele uzun seneler zarfında büyük bir dikkat, itina ve titiz bir çalıma ile hazırlamış olduğu “Destanlar Devrinden Zamanımıza Kadar Resimli Türk Edebiyâtı Târihi” adlı eseri ise başlı başına büyük bir şaheserdir. Millî Eğitim Bakanlığı yayınları arasında önce fasiküller, sonra iki cilt hâlinde yayımlanmış bulunan bu kitabı okumaya başladığınızda, sadece edebiyât târihimiz içerisinde bir geçit resmi yapmış olmuyorsunuz, aynı zamanda “yüksek bir kültür ve medeniyet” varlığının derinliklerine dalarak, bitmez tükenmez bir hazinenin kapısından içeriye adımınızı da atmış oluyorsunuz. Bu tılsımlı edebiyât târihi ciltlerlini okumaya başlar başlamaz ne asîl bir milletin evlâdı, ne müstesna bir kültür ve medeniyetin mirasçısı olduğunuzu derhal anlıyor ve kavruyorsunuz…

Nihad Sâmi Banarlı bir Türkçe aşığı, onu gözünden kıskanacak kadar Türkçe’ye meftûn ve onun en koyu bir müdafiî’dir. O güzel Türkçemiz’in sırlarına hakkıyla ve kelimenin mutlak mânâsıyla vâkıf bir âlimimiz’dir. Gayet tabiî’dir ki, târihin en üstün ve en büyük kültür ve medeniyetini vücuda getirmiş olan Türk Milleti’ne ait her şey onun alâka alanındadır. Bir “Türkiyât” bilgini de olan Banarlı’yı sâdece bir “Edebiyât Târihçisi” olarak görmek ve değerlendirmek asla doğru değildir.

Nihad Sâmi Banarlı’nın Türk Milleti’ne bıraktığı eserlerinin adlarında bile büyük bir Türkçe sevdâsına şahit oluyoruz. Banarlı;“Türkçe’nin Sırları, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri, Târih ve Tasavvuf Sohbetleri” gibi eşsiz eserlerinde; mâzi’nin derinliklerinden süzülüp gelen ve âdeta coşkun bir nehir gibi çağıldayan, sâf, berrak, temiz, nefis ve o kendisine has Türkçesi’nin sihirli ifâde kudretiyle; milletimizin asırlara takaddüm eden din, dil, târih, kültür ve edebiyat zevkini ve şuûrunu bir ziyafet havası içinde işlemiş ve millet ve memleket çocuklarının gönüllerine nakşetmiştir. Denilebilir ki Banarlı, Türkçemiz’i en iyi kullanan bir “dil ve lisân şehsüvârlarımızdan”dır. İşte size, bu “dil ve lisân şehsüvârının” Türçesi’nde güller açan satırlarından birkaç misal:

ŞİİR VE EDEBİYAT SOHBETLERİ
“Şark-İslâm sofileri, Mevlânâlar ve Yunuslar, inanmıştılar ki insan ruhları Allah’tan kopmuş birer ışıktır. Bu ışık “görünen âlem”de renkten renge, şekilden şekile, cisimden cisime geçerek “ermiş”lerin ten kafesinde tam bir olgunluğa ulaştıktan sonra, yine Allah’a döner; o tek ve mutlak varlıkta yok olmanın zevkine dalar.

Mektepler, medreseler bir takım “dünya bilgileri”ni çok iyi öğretirler, fakat her insanın kolay gidemeyeceği “Allah’a varış” yollarını bilmeğe, bildirmeğe onların ilmi yetmez. Bunu öğrenmek için “ilim” değil “irfân” lâzımdır.

İrfân, “gerçeği bilme”dir, duygu ve sezgi ile ve “âşk” yoluyla öğrenilen “ilâhi bilgi”dir. İrfân, sözle, kitapla değil, şevkle ve hele “âşk”la ulaşılan bir kendini bilme ve kendi nefsinde Allah’ı bulma mertebesidir.

Bu dereceye aşk yoluyla ulaşan insandır ki, sevgilinin hicrânına tahammül edilemeyecek kadar güzel varlığında Allah’ı bulup Allah’ı sevenlerin şevkini duyar, vardıkları “siyah nûr” âlemine dalıp, bunun zevkini tadar.

Bu, Yunus Emre’nin türlü al renklerle yanan vatan güllerinde Allah’ı koklamasıdır. Fuzûlî, işte bu bilginin ve bu duygunun yanında, bir ömür boyu öğrendiği öteki ilimlerin birer “dedi-kodu”dan ileri geçmediğini anlayınca, aynı mısrâları bir defâ da bunun için söylemiştir:

Aşk imiş her ne vâr âlemde
İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak”(1)

TÂLİHSİZ EDEBİYAT
“Bir millet, ancak büyük bir edebiyatı olabildiği ölçüde büyük millettir. Çünkü milletlerin bütün millî ve medenî zaferleri; bütün fikir ve kültür şahlanışları, meydana getirdikleri güzel sanatlarda ve edebiyatlarında âbideleşir.

Diller ve edebiyatlar, önce mektepler vâsıtasıyle, sonra bütün hayat boyunca, bir milletin yeni nesillerinde, sâdece bir dil ve sanat kültürü uyandırmakla kalmaz. Aynı zamanda büyük bir millî terbiye, bir millî gurur, hattâ bir millî güven ve karakter meydana getirir.Bu yüzdendir ki dillere ve edebiyatlara vurulacak her hâin baltanın hedefi, dili ve edebiyâtı değil, milleti yıkmaktır.”(2)

FÂTİHİN ZAFER SIRLARI
“Tek başına ve bir ömür boyu, devrinin en kudretli hükümdârı olduğu için, Avrupalıların “Muhteşem Süleyman dedikleri Kanûnî Sultân Süleyman ise âlim ve şâirlere karşı gösterdiği hürmet ve anlayışta, hemen büyük ceddi Fâtih kadar muhteşemdi.

Sultân Süleyman Zigetvar’a giderken, Niş’den, devrin büyük âlimi, Şeyhülislâm Ebüssu’ûd Efendiye kendü hattı ile gönderdigüdür:

[“Hâlde haldaşım* Sinde Sindaşım* Ahiret karındaşım* Tarîk-ı Hak’da yoldaşım* Molla Ebüssu’ûd Hazretlerine du’â-i bî-had iblâğından nedür hâlinüz* Ve nicedür mizâc-ı lâzim-ül-imtizâcınuz* Sıhhat ve âfiyetde misiz* Hak-Taâlâ hızâne-i hafiyyesinden kemâl-i sıhhat ü nihâyet-i selâmet müyesser eyliye* Bimennehû lûtuflarından niyâz olunur ki evkaat-ı müteberrikede bu muhlislerin kalb-i şerîflerinden ihrâc ü iz’âc etmiyeler* Ola kim küffâr-ı hâksâr mün hezim ü mükedder* Ve asâkir-i İslâm mansûr ü muzaffer olub rızâullâha muvâfık amel nasîb oluna*Edddu’â sümmel-ledâ* Bende-i Hudâ Süleymân-ı bî-riyâ”]

Bu mühim mektubun gerek dil, gerek rûh güzelliği meydandadır. Dünyâ hükümdârı, devrinin şeyhülislâmına mukaddes bir insan, bir velî rütbesi vererek hitâb ediyor. Onunla hâldaş olduğunu, aynı yaşlarda bulunduğunu, ona âhiret kardeşi gözüyle baktığını belirtiyor. Allah yolunda yoldaşı olan Şeyhülislâmına sonsuz duâlar gönderiyor. Sıhhatini, hatırını soruyor. Ulu Allah’ın , kendi gizli hazînesinden bu büyük âlime sıhhat ve âfiyet ihsân etmesi duâsında bulunuyor. Hükümdâr, âlim Şeyhülislâmından, mübârek vakitlerde kendisi ve ordusu için duâda bulunmasını ricâ ediyor.

Hükümdâr, inanıyor ki onun duâsı ve onun, kendisini “mübârek gönlünden “ çıkarmaması , gerek kendisi gerek ordularının zaferi için büyük kuvvet olacaktır.”(3)

BİR DİL KONFERANSI
“Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle duymuş, onlarla düşünmüş; birbirlerini ve evlâtlarını o kelimelerle sevmiş; bu kelimeleri tamâmıyle millî bir sanatla işleyip güzelleştirmiş, ve kendi millî mûsıkîsiyle seslendirmişse… evlâtlar artık o kelimelere düşman kesilemezler!...

Buna büyük milletler değil, yaratılıştan küçük milletler bile cesâret etmemiştir.

Böyle, bir târih boyunca işlene yontula güzelleşmiş, halk şiirine, âile hârimine, millî vicdâna yerleşmiş kelimeleri sevmemiz, anlamamız ve korumamız tabîîdir. Böyle kelimeler, dillerde, efsâne’nin Nîsan yağmurundan düşen damlaları sadef içinde saklayıp işledikten sonra, iri ve parlak i n c i’ler hâline koyması gibi, zamanla ve sabırla işlenmişlerdir.

Bu hâlis incileri, birtakım encik boncukla değiştirmek, en azından incideki kıymeti anlamamaktır.

Biz Türkçenin başına gelen felâketi, bu dilin dünyâ dilleri arasındaki yerini ve karakterini dikkate almamak gibi vahîm bir hatâda bulunuyoruz. Çünkü Türkçe, herhangi küçük ve başkalarına mahkûm bir millet dili değil, bir imparatorluk dili’dir.

İmparatorluk dili ne demektir? Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz!..

Bunun için büyük millet olmak, hattâ büyük millet olarak yaratılmak lâzımdır.

Türkçe, daha Asya topraklarında iken, Çin, Kore, Hind, İran, Moğol, İslâv ve Yunan’a dilleriyle kelime alış-verişi yapmıştı. Bugün yanlışlıkla öztürkçe sanılan bir çok kelimenin, araştırılınca, Çince, Moğolca, Soğdca ve Yunanca çıkması bundandır. İslâm Medeniyeti asırlarında ise, Türkler, dünyânın üç kıt’asına hâkim millet olarak bayrakları altında tuttukları engin ülkelerden vergi alır, baç alır, mahsûl toplar gibi, kelime de toplamışlardır. Böylelikle bütün o ülkelere yalnız kılıç kuvvetiyle değil kültür kuvvetiyle de söz geçirmişlerdir.

Bu yerlerden derlenen ve asırlarca Türk zevkiyle işlenip Türkçeleştirilen kelimeler, bizim zafer ve şeref asırlarımızın canlı mîraslarıdır. Bu kelimeler atalarımız tarafından fethedilmiş ve vatan yapılmış topraklar gibi, fethedilmiş ve Türk yapılmış kelimelerdir.

Şimdi sen, mâdemki bir târîhin çocuğusun; eski zafer ve şeref asırlarının bugünkü evlâdısın!.. Atalarının sana mîras bıraktığı her güzel şeyi seveceksin!..

Ataların bize mîras olarak bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise, ikincisi Türkçe’dir.

Onu olur olmaz kaprislerle yıkamazsın!

Seni yıkmak için önce onu yıkmanın lüzûmuna inanan düşmanlarının yardımcısı olamazsın!..

Bu dili seveceksin!.. Hem de her hâliyle sevecek ve koruyacaksın!..

Türkçe, nasıl sevilir?..

Vaktiyle, Birinci Türk Dili Kurultayı’nda, büyük edib, Halit Ziyâ Uşaklıgil, bir tebliğ okumuştu. O tebliğde, aydınlarımıza Türkçeyi sevme dersi vermişti. Demişti ki:

[“Ben Türkçe’nin ezelî bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Ben, Türkçeyi, muhtelif devirlerde, muhtelif elbiselerle, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o libaslar altında , kendi cevherinde sevdim.

Ben eski Bâbıâlî (kâtiplerinden işittiğim süslü dili) sevdiğim gibi, Aksaray’da, karpuz segisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zerâfetlerle dolu Türkçesini de sevdim.

Ben, Dîvan Edebiyâtı’nın gazelleriyle mest oldum.

Fakat sevgili İzmir’imin, iki çeşmelik kızının incir işlerken söylediği türkü ile de mest oldum.

Ben o sevgiliyi, atlas şalvarıyle, başının üzerinde altun işlenmiş takkesiyle gördüm.

Ben onu perişan gönüllü şâirin:

O gül-endâm bir âl şâle bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardıca sürünsün yürüsün

beytinde olduğu gibi, bir al şala sarınıp yürüdüğünü görerek de sevdim.

Başında hotozu, belinde kuşağı, sadef kakılı serîri üzerine uzanmış yâhud Sa’dâbâd’da, Göksu’da seyrâna çıkmış hâliyle de gördüm yine de sevdim.

Fakat tabîatte her şey tekâmülden, inkılâptan ibâret olduğu için her devrin zevki de aynı olmuyor.

Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarîf, dört metrelik kumaşıyle giyinmiş, başında küçücük bresiyle, bir rüzgâr gibi, kaldırımlar üzerinde seke seke yürüyen rüzgâr mı onu götürüyor; o mu rüzgârı sürüklüyor, diye, insanı şüpheye düşüren hâliyle de T ü r k ç e’yi gördüm ve sevdim.”]

Türkçeyi sevmek budur. Bir dil kendi öz evlâtları tarafından, ancak böyle sevilir.”(4)


Banarlı gibi bütün ömrünü Türkçe’nin güzelliklerine adamış, edebiyâtımızın müstesna şâir ve yazarlarından Yavuz Bülent Bâkiler Ağabeyimiz’in Sâmiha Ayverdi Hanımefendi için “Sanat Âlemi Kürsüsü’nden”: [“bizim kültür ordumuzun kahramanı”](5) şeklindeki beyânları Nihad Sâmi Banarlı için de aynen geçerlidir. Nihad Sâmi Banarlı da Sâmiha Ayverdi Hanımefendi gibi bizim irfânımızı yoğuran kültür ordumuzun baş kahramanlarındandır.

Netice itibariyle, Güzel Türkçemiz’i şâirene ifâdeleriyle yağız atlı suvari gibi ufuktan ufuğa doğru koşturan ve Türk çocuklarına daima ötelerin ötesini işaret eden Nihad Sâmi Banarlı; ilim, fikir ve tefekkür adamlığının yanında, “Türk Edebiyatı”nın saygıyla selâmlanan “Şeyhûl Mûâllimîn”i ve “Şeyhül Müderrisîn”i olarak her zaman hatırlanacaktır.

DİP NOTLAR:

1. Nihad Sâmi Banarlı, Şiir ve edebiyat sohbetleri, Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde s.108- 109, Kubbealtı Neşriyatı 1976- İstanbul
2. Nihad Sami Banarlı, a.g.e, Tâlihsiz Edebiyat s.193 Kubbealtı Neşriyatı 1976- İstanbul
3. Nihad Sami Banarlı,Târih ve Tasavvuf Sohbetleri, fâtihin zafer sırları s.38-39 Kubbealtı Neşriyatı 1984- İstanbul
4. Nihad Sami Banarlı,Türkçe’nin Sırları, Bir Dil Konferansı s.14-15-16-17 Kubbealtı Neşriyatı 1978-İstanbul
5. Yavuz Bülent Bâkiler, Sanat Alemi Kürsüsü, Sâmiha Ayverdi, 2007-İstanbul
______________________________


HZ. MEVLÂNA VE YUNUS EMRE'DE "VARLIK-YOKLUK" KAVRAMI
GİRİŞ
“Hakka Yürüyen Âşıklar” denildi mi, hemen aklımıza Hz. Mevlânâ ve Yunus Emre gelir. Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın bu iki zirvesi, Allah(Cellecelalühü) ve Resûlü’nün (Sellallahü Aleyhivesellem) yolundan şaşmadan yürüyerek, “Mutlak Aşkı ve İnsan Sevgisini” asırların gergefine işlemeyi başardılar. İnsanlık âlemi, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, yalnız İslâm’ın merkezinden fışkıran ve bütün kâinatı kaplayan bu eşsiz “nûr” çağlayanından kana kana içmeye devam edecektir.
İSLÂM TASAVVUFU
Tasavvufu, insanın ve kâinatın sırlarını çözmek, Allah’ın(Cellecelalühü) yarattığı her şeyi sevmek ve bunu insan gönlünün derinliklerine ilâhî bir incelikle yerleştirmek “san’atı” diye kısaca hulâsa etmek mümkündür. Buna göre, bütün varlıklar Allah’ın(Cellecelalühü) zâhirî görüntüsünden ibarettir. “Varlık-yokluk” yalnız O’nun kudretinde “var”dır ve insan da bu dairenin tam merkezinde yer almıştır. Zîra insan, yüce Allah(Cellecelalühü) tarafından “Ekmel Varlık”(1) sezgisiyle donatılmıştır.
BÜYÜKLERİN TASAVVUF TARİFLERİ
Cüneydi Bağdadi Hazretleri: “-Tasavvuf, Allah’ın ((Cellecelalühü) seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi…Gayr ile alâkasız olarak Allah ile olmak…Toplanarak zikr, duyarak vecd, uyarak amel…İçtima ile zikr, istima ile vecd, ittiba ile amel…Şeraitin yasak ettiği şeyler ve kötü ahlâka karşı devamlı mücahade…”

Şibli Hazretleri: “-Tasavvuf, kesiksiz Allah (Cellecelalühü) ile olmak…Yakıcı şimşek…”

Abdülhhakim Arvasi Hazretleri: “-Tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp melekî sıfatlar ve ilâhî ahlâk ile vasıflanmaya mahsus bir hâl…”(2)

Mevlânâ Hazretleri: “-Tasavvuf, bir mânevî hakikatten, binlerce ledünnî hakikatlar çıkaran Rabbanî hakimlerin özel irfân meslekleri…”(3)

EŞREF-İ MAHLÛKAT
Hz.Mevlânâ, insanın yaratılış hakikatiyle alâkalı hikmetin sırrını cihânşümûl bir mesaj halinde bütün insanlığın idrâkine sunmuştur. Hz.Mevlânâ’ya göre; o insandır ki, o’nun bir adı da: “eşref-i mahlûkat” olarak meleklerden dahi üstün yaratılmıştır:

“İnsan bir cevherdir, gökyüzü ise ona arazdır.
Her şey parçadır, basamaktır, maksat ise insandır.”(4)

Birbirinin ayrılmaz iki kutbun birer mümessili olan Hz.Mevlânâ ve Yunus Emre; bütün insanlığı aynı “gökkuşağı” altında toplanmaya ve birbirleri ile kaynaşmaya “dâvet” etmişlerdir: Hz.Mevlânâ: “...İster kâfir, ister mecûsi, ister putperest ol; ister yüz kere tövbeni bozmuş ol, yine gel!..” derken; Yunus Emre’de: “Yaradılan’ı sev Yaradan’dan ötürü!..” diyordu. Biri doğru yoldan ayrılmış günahkârlara dergâhının kapısını sonuna kadar açarken; diğeri, onları sevginin hudutsuz ikliminde kucaklaştırıyordu:


“Ben yürürem yana yana ışk boyadı beni kana,
Ne âkılem ne dîvâne gel gör beni ışk n’eyledi!..”

Geh eserem yeller gibi geh tozaram yollar gibi
Geh akaram seller gibi gel gör beni ışk n’eyledi

Akar sulayın çağlaram derdlü cigerüm dağlaramŞeyhüm anuban ağlaram gel gör beni ışk n’eyledi

Ya elüm al kaldur beni ya vasluna irdür beni
Çok ağlatdun güldür beni gel gör beni ışk n’eyledi

Ben yürürem ilden ile şeyh soraram dilden dile,
Gurbetde hâlüm kim bile gel gör beni ışk n’eyledi!

Mecnûn oluban yürürem ol yârı düşde görürem
Uyanup melûl oluram gel gör beni ışk n’eyledi

Miskin Yûnus biçâreyem başdan ayağa yâreyem
Dost ilinden âvâreyem gel gör beni ışk n’eyledi”(5)

Mısralarının sahibi, Allah(Cellecelalühü) yolunun aşığı Yunus; O’nun yolunda yanıyor, içi kan ağlıyor, deli dîvâne oluyor. Lâkin bu da yetmiyor: “Beni bende deme, bende değilem, bir ben vardır bende benden içerü!...” demek suretiyle kendi benliğini aştığını ve “hâkiki benliğine” kavuştuğunu söylüyor. Zaten bütün mes’ele de bu noktada mihrâklaşıyor. Nefsini “iç benliği”nde eritmek ve kendini aşmak... Çilelerin çilesinden geçip, “nûr” deryasına ulaşmak...

“VARLIK-YOKLUK”
Hz.Mevlânâ: “Hamdım, piştim, yandım!” diye hulâsa ettiği ömrünü, Hakk’a(Cellecelalühü) yürüyüşün emsalsiz bedeli olarak gösterir. “Varlıkta–yokluk” ilk durak ise; “yoklukta-varlık” son durak olacaktır. Aklın bu anda donarak infial ettiği bilinen ve görünen son... Mantığın çatladığı, ilmin acizleşerek yerinde saymaya başladığı vakit... “Yoktan-var” etmek yalnızca “Hâkim” olan Allah’a (Cellecelalühü) mahsus bir vâkıa...(6)

Bilindiği üzre varlıklar zıtlarıyla kaimdirler. Bir Hâdisi Şerîfte: “Ez’zıd Lâ yeştemîan…”(7) (Yani, zıtlar bir araya gelmez, toplanamaz.) Buyrulmuştur. Bu toplanamazlığa rağmen o zıtlıklarda öylesine bir âheng, nizâm, intizâm ve cünbüş vardır ki, şi’rîyeti tarife sığmaz. Her “varlık” aynı zamanda bir “yokluk”a, her “yokluk” da bir “varlık”a muhtaçtır. Çünkü “varlık” da, “yokluk” da Yüce Allah’ın(Cellecelalühü) “künhü”ne bağlı birer mahlûkudur. Allah’dan (Cellecelalühü) ayrı olmak mümkün müdür? O halde varlıklardan birinin olması veya olmaması, ötekinin “varlığına” veya “yokluğuna” bir fayda veya zarar getirmez.

İmamı Rabbanî Hazretlerinin muazzam kıstasına göre: “Hiçbir şey O’na muttasıl (bitişik) değil ve hiçbir şey ondan münfasıl (kopuk) değil!.. “Lâ mevcude illallah”ın sırrı buradadır. Yani, yok ki ondan başkası”...(8)

Hz Mevlâna:

“Yokluktayız, yokluğun sarhoşu olmuşuz.
Yokluk sevgilisi, çok daha vefalıdır.” (9)

Buyururken, O, “yokluk sevgilisi” olarak vasıflandırdığı Allah’ı (Cellecelalühü) bilen bir ruhun, zevken idrâk ile büyüklerin “Kendini bil, tâkî Cenâb-ı Hakk’ı da bilesin!”(10) buyurdukları veçhile, bütün insanlığa “Nefsini bilen Rabbini bilir!” hikmetinin de saadet şifresini veriyordu:

“Âlim nice binlerce ilim bilir de o zalim kendi nefsini bilmez,
Sen gerçi caiz olanı olmayanı bildin ama nefsin acaba bunlardan hangisi üzere!
Her metaın kıymetini bilirsin de kendi kıymetini bilmeyen ahmaksın.
Uğurlu uğursuz yıldızları biliyorsun da kendin uğurlu musun uğursuz mu haberin yok .”(11)

Üstad Necip Fazıl Kısakürek, “O’nun Sanatı” adlı şiirinde bu mevzû’yu kendisine has ifâdelerle şöyle dillendirmiştir:

“(Yok) bir (var)dır;
Geçit vermez;
Dar mı, dardır!

(Yok) bir (yok)tur;
Akıl ermez,
Ne de çoktur!

(Var) bir (yok)tur;
Yusyuvarlak
Dönen oktur.

(Var) bir (var)dır.
O’na varmak...
Bu kadardır!”(12)

Üstad “Geçilmez” adlı Şiirinde de bu büyük “oluş”un âdetâ destânını yazmıştır:

“Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda, yeri samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fâni lezzetlere darılmadan geçilmez.
Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.
Kayalıklı boğazlarda yön arayan gemi;
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhavâ;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.
Geçitlerin, kilitlerin yalnız O’nda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!”(13)

Daha evvel de temas ettiğimiz gibi Tasavvuf’un bu en ince ve en can alıcı mahrem mevzû’u olan “varlık-yokluk” mevzû’nu Cüneydî Bağdadî Hazretleri: “Allah’ın (Cellecelalühü) seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi”(14) şeklinde tarif etmiştir. “Varlık” ile “yokluğun” mutlak sahibinin Hâkim olan Allahü Tealâ’dan (Cellecelalühü) başkasının olmadığının en güzel ifâdesi…Bu azîm tarife göre; her türlü dünyevî his iptal edilecek ve büyük “oluş” hakikatinin tecellîsiyle sırlar âleminin perdeleri açılacak ve ilâhî nûrla mühürlenecektir.
EN BÜYÜK SIR
Malikü’l Mülk, Ahkâmü’l Hâkimin olan Allah(Cellecelalühü) “Ben bir kenz-î mahfî (gizli hazine) idim. Görünmek için bu âlemleri yarattım.”(15) Buyurmuştur. Her şey o’na nispetle, bir tecellî içerisindedir. Yüce Allah’ın (Cellecelalühü) “Lizatihi, bizatihi”(16) tecellîsi mevzû-i bahistir. Evvelâ her şey O’nun Mutlak Zat varlığının bir tecellîsi, kendisi ile yine kendisine tecellîsinin birer tezâhüründen ibarettir. Yine bir Kutsî Hadis’de: “Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım.”(17) Buyrulmuştur.

ONLAR “HÂL” DİLİYLE KONUŞURLARDI
İslâm Mutasavvıfları “hâl” ehli idiler ve birbirleriyle konuşmaları “kaal” diliyle değil, “hâl” diliyle olurdu.

“Birgün Bağdat’dan Mutasavvıf Şeyh Şihabeddin Ömer Suhreverdi Hazretleri’nin Kayseri’ye Hz.Mevlânâ’nın Hocalarından Seyyid Burhaneddin Hazretleri’ni ziyarete geleceğini haber verirler. Bir-iki gün sonra Suhreverdi Hazretleri Kayseri’ye gelir, Seyyid Burhaneddin Hazretleri’ni Zâviyesi’nin önündeki bir toprak yığınının üstünde bularak yanı başına çömeliverir. Saatler geçtiği halde tek kelime konuşmazlar. Sonunda Suhreverdi Hazretleri, Seyyid Hazretleri’nin yanından ayrılır, bu garip ziyareti şaşkın şaşkın seyreden müritleri Seyyid Hazretleri’ne:
-Bu nasıl görüşme böyle? Aranızda hiçbir sual ve cevap vaki olmadı. Tek kelime konuşmadınız. Buna sebep nedir?
Diye sorarlar. Seyyid Burhaneddin Hazretleri şu cevabı verir:
-Hâl ehli yanında “kaal” dili değil, “hâl” dili lâzım. Kur’ân-ı Kerîm’de “susunuz” hitabı varid oldu. Hakikati görenin huzurunda susmak gerekir. Zira, “hâl” olmaksızın “kaal” ile gönül müşkülleri çözülemez.”(18)
ŞERÎAT MERKEZLİ HAKİKAT YÜRÜYÜŞÜ
Hz. Mevlânâ’nın babası Sultan’ül Ulema (Bilginlerin Sultânı) Bahaeddin Veled Hazretleri “Maârif” adlı eserinin dördüncü cildinde, filozoflara ve felsefeden ve hikmetten bir şey umanlara şiddetli bir dille şöyle sesleniyordu:

“-Siz dengeli ve huzur içindeki gönülleri bırakıyor, şüphe ve vesveselere düşüyorsunuz. Hakikat sizlere şahdamarınızdan daha yakın olduğu halde, göremiyor, boşuna çırpınıp duruyorsunuz. Acırım sizlere…

Ve ilâve ediyordu:

-Hazreti Peygamberin yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş, yolundan daha doğru bir yol görmedim. O yokken “varlık” da yoktu. Ne fikir, ne his, ne madde, ne yıldız, ne felsefeyle hikmet… O geldi, Kur’ân-ı Kerîm indi ve her şey onda cem oldu.”(19)

Aynı yolun yolcusu oğlu Gönüller Sultânı Hz.Mevlânâ da Allah(Cellecelalühü), Kur’ân ve Resûl aşığı büyük bir velîdir. O,bu husûsu çok açık bir şekilde şöyle dile getirmiştir:

“Men bende-i Kur’anem, eğer cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem
Eğer nakl kuned cüz in kes ez güftarem
Bizârem, ezü vez an suhen bizârem”(20)

[ Ben yaşadıkça, Kur’ân’ın kulu, kölesiyim.
Ben, o temiz, pâk Muhammed’in yolunun toprağıyım.
Bir kimse benim bu sözlerimden başka bir şey naklederse.
Onu söyleyenden de, o sözden de, bîzârım...]

“Ben bir ayağı Şerîat’de, bir ayağı bütün kâinâtı dolaşan bir pergelim!” diyen Hz..Mevlânâ’daki engin tecessüs; Yunus Emre’de: “Yunus diye göründüm, ete kemiğe büründüm!...” şeklinde karşılık bulur.

YUNUS EMRE HZ.MEVLÂNÂ HALKASINDA
Hz.Mevlânâ’ya büyük bir edep ve tevâzu içerisinde olan bağlılığını aşağıdaki şiirinde açıkça ifâde eden Yunus Emre’nin, Hz Mevlânâ’nın sohbet halkasında bulunmuş olduğunun da bir göstergesidir:

“Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı,
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.

Fâkîh Ahmed Kutbuddin Seyyid Ahmed Necmüddin,
Mevlânâ Celâlüddin o kutb-i cihân kani.”(21)

YUNUS’UN BEN’İ
Allah(Cellecelalühü) “Mâlik-ül Mülk”tür. Her şeyin sahibi ve hükümdarı O’dur. Yunus Emre bu vaziyeti çeşitli beyitlerinde dile getirir:

“Senündür padişahlık kudretün var,
Yaratdun yiri gögi heybetün var.”

Bütün mevcûdât Allahü Teala’nın(Cellecelalühü) nûru ile kaplıdır. Allah(Cellecelalühü), “Zat-Nûrunu” kendi sıfatlarıyla gizlediğinden zât’ıyla değil nişanlarıyla bilinir:

“Dünya âhiret, ol Hak yir gök toludur mutlak,
Hiç gözlere görinmez kim bilür ne nişânde.”

Allah “Kün” emriyle bütün mevcûdâtı yaratmıştır. Çünkü Allah(Cellecelalühü), evvel, ahir, ezelî, ebedî…ilh. her şeyi “var” ve “yok” edendir:

“Hem evvelsin, hem âhir kâmu yerlerde zâhir
Hiç makam yoktur sensüz ben niçün göremezem”(22)

Yunus Emre’nin: “Beni bende demen, bende değilem; bir ben vardır, bende benden içerü!” dediği “ben” artık kendi “ben”i olmaktan çıkmış, Mutlak Zat’ın “ben”i ile karışmıştır. Artık görünen vücutlar Allah’(Cellecelalühü)ındır ve Yunus Emre’nin dilinde hakikî seyrini bulmuştur:

“Mânâ bahrine daldık, vücut seyrini bulduk;
İki cihân ser-te-ser cümle vücutta bulduk.”(23)
HZ. MEVLÂNÂ’NIN İLÂHÎ ÂŞK MUHABBETİ
Hz.Mevlânây’ya göre, aşktan nasibini alamayanların, insanlık vasıfları eksiktir. Yaratılışın yüce hikmetine vasıl olmak aşkla mümkündür:

“Âşk, üstünlükte, hünerde bilgide, defterde, kitap yapraklarında değildir.
Halkın, dedi-kodusu da âşıkların yolu değildir.

Âşkın dalı ezeldedir, kökü ebedde. Bu ağaç ne arşa dayanır, ne yere,
Gövdesi yoktur, gövdeye dayanmaz bu âşk ağacı...

Âşka boşverdik, hevayı, hevesi çoktan attık,
Çünkü bu ululuk, şu anlayışa göre değil,

Sen âşka iştiyak diyorsun, bil ki iştiyak ondadır.
O sana müştaktır. Çünkü onun şevki olmadıkça, hiç kimse iştiyak çekemez.”(24)

Âşk geldi damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz’ülerini sevgili kapladı.
Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o…

Bizim Peygamberimiz’in yolu âşk yoludur.
Biz âşk çocuklarıyız; âşk bizim anamızdır.
Âşksız olma ki ölü olmayasın, âşk da öl ki diri kalasın.”(25)

“İnsan çok büyük bir âlemdir (Fihi Mafih).”(26) Buyuran Hz.Mevlânâ, üstün idrâk ve yakıcı aşkın mutlaka devam ettirilmesinden yanadır:

“İster bu cihânın âşkı olsun, ister o cihânın âşkı..
Gerçek mâşukta suret yoktur.

Hakikaten surete âşıksan sevgili ölünce onu ne diye terk ediyorsun?
Sureti yine yerinde, bu terk ediş neden?

Âşık iyice ara mâşukun kim senin?
Sevgili duyuyla idrâk edilseydi her duyu ile idrâk edene âşık olurdun.
Vefa âşkı arttırıyorsa, suret nasıl olur da vefayı değiştirir?”(27)

“Her nefis ölümü tadacaktır” ilâhî kaidesince, ölüm de muhakkaktır. Kur’ân-ı Kerîm’ de ölüm: “Allah’a(Cellecelalühü) dönüş” olarak vasıflandırılmıştır. Hz. Mevlânâ için ise ölüm yâre, (sevgiliye) kavuşma “visâl”e erme (şeb-i ârus-gerdek gecesi)dir. Hz. Mevlânâ ölümü, bir yeniden doğuş, vuslat, günü kabul etmiştir:

“Bizim mezarımız ârif kişilerin gönülleridir.
Öldüğüm gün, tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman, bende bu cihânın derdi var sanma…

Bana ağlama, yazık yazık, vah vah deme.
Şeytanın tuzağına düşersen, vah vah’ın sırası o zamandır, yazık yazık o zaman denir..

Cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme, benim buluşmam, görüşmem o zamandır.
Beni mezara koydukları zaman, elvedâ elvedâ deme…
Mezar Cennet Kapısı’nın perdesidir.

Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneş ve aya batmadan ne ziyan gelir?..

Sana batma görünür ama, o aslında doğmaya hazırlıktır, yeniden doğmadır.
Mezar ise hapishane gibi görünür ama, aslında cân’ın hapisten kurtuluşudur…

Yere hangi tohum atıldı da bitmedi?
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun?..

Hangi kova kuyuya salındı da dolu olarak çıkmadı?
Can, Yusuf’u kuyuya düşünce niye ağlasın?..

Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç..
Çünkü artık hay-huydan uzak, mekânsızlık âlemindesin”(28)

NETİCE-İ KELÂM
Yaratan ile yaratılan arasındaki mükemmel bağın halkalarını meydana getiren bu iki “Hakk Âşığı”, bize “ilimlerin-ilminin” anahtarını bırakıp Hakk’a yürüdüler. Sadece başımız sıkıştığında değil, dosdoğru yolda yürürken dahi, çilenin bu “nûrlu” aynasından kendimizi daima kontrol etmeliyiz. Hem öyle kontrol etmeliyiz ki, “Ölmeden evvel ölünüz!” ihtarınca ve gah Yunus Emre gibi:

“Ten fanîdür, cân ölmez, gidenler girü gelmez,
Ölür ise ten ölür, cânlar ölesi degül”(29)

gah Gönüller Sultânı Hz.Mevlânâ gibi:

Biz, göklere doğru uçup ağmadayız;
Çünkü bizim yaradılışımızın aslı, mayası arştır.(30)

“Dünyâda da ahrette de mevcut tek odur
Her yerdeki, her yöndeki mâbud tek odur
Bağ, bahçe, çiçek, güneş ve gök hepsi yalan
Her sözde ve mânâdaki maksud tek odur” (31)
Diyerek!...

DİP NOTLAR
1.Mustafa Çağrıcı, İslâmda-Eğitim Ahlâk Meseleleri ve Toplum Kalkınması; İslâm Üzerine Düşünceler, s. 10, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 1988-Ankara
2. Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu s. 101,102,103; Büyük Doğu Yayınları 3.Basım 1989-İstanbul
3.Prof.Dr.Ömer Ferit Kam, Vahdet-i Vücûd, s. 64; (Sadeleştiren, Prof Dr.Ethem Cebecioğlu) Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 2.Baskı 2003-Ankara
4.Dr.İhsan Kara, Mevlânân’ın Bakış Açısıyla Hayat ve İnsan Diyanet Aylık Dergi Sayı: 197, s. 19. Mayıs 2007-
Ankara.
5.Prof. Dr.Faruk Kadri Timurtaş, Yunus Emre Dîvânı s.245; Babıali Kültür Yayıncılığı 1.Baskı 2006-İstanbul
6.Ahmet Şahin, Hakka Yürüyen Aşıklar; Davet Dergisi; Sayı 18, s.43, Kasım 1983-Ankara
7.Necip Fazıl Kısakürek, Age.171
8.Necip Fazıl Kısakürek, Age. s.177
9.Süleyman Nahîfî (Mütercim)-Âmil Çelebioğlu(Sadeleştiren) Mevlânâ Mesnevî-i Şerîf (Tam metin); 1. Basılış
(Münacat: 310) s.535, Timaş Yayınları, 2007-İstanbul
10.Prof.Dr.Ömer Ferit Kam age s.67
11.Prof.Dr.Cihan Okuyucu, Mesnevî’den Hikmet ve Hikâyelerle Mevlânâ Konuşuyor, s.84-85; Bilge Yayınları
2006-İstanbul
12.Necip Fazıl Kısakürek, Çile s. 30, Büyük Doğu Yayınları 13.Basım1989-İstanbul
13.Necip Fazıl Kısakürek, Age s.132
14.Necip Fazıl Kısakürek, Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu s. 101; Büyük Doğu Yayınları 3.Basım 1989-İstanbul
15. Necip Fazıl Kısakürek, Age, s. 167
16.Necip Fazıl Kısakürek, Age s.177
17.Necip Fazıl Kısakürek, Age s.108,
18.Mehmet Önder,Mevlânâ (Hayatı-Eserleri) s. 48; Tercüman 1001 Temel Eser Yayınları -İstanbul
19.Mehmet Önder, Age. s. 32
20.Mustafa Şıvgın,Sükût Kültür Edebiyat Dergisi; yıl 2, Sayı:6 s.26, 2007-Ünye
21.Doç.Dr.Musa K.Yılmaz, Büyük İslâm Şairi Yunus Emre, Diyanet Üç Aylık, Dinî, İlmî, Edebî Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı, s.16; (Ocak-Şubat-Mart Cilt 27-Sayı 1); 1991-Ankara
22.Prof.Dr.Abdurrahman Güzel,Yunus Emre’nin Eserlerinde Din, Diyanet Üç Aylık, Dinî, İlmî, Edebî Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı, s.51; (Ocak-Şubat-Mart Cilt 27-Sayı 1); 1991-Ankara
23.Doç.Dr.Musa K.Yılmaz, Age s. 45
24.Mehmet Önder, Age. s. 85
25.Memet Önder, Age, s.155
26.Doç.Dr.Halil Altuntaş, Mevlânâ’yı Tanımlamak, Diyanet Aylık dergisi s.15,Sayı 197, Mayıs 2007-Ankara
27.Memet Önder, Age, s.226
28.Mehmet Önder, Age, s.203
29.Yrd.Doç.Dr.Namık Açıkgöz, Yunus Emre’de Ölüm:Genç Ölümleri veya “Gök Ekini Biçmek; Diyanet Üç Aylık, Dinî, İlmî, Edebî Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı, s.116; (Ocak-Şubat-Mart Cilt 27-Sayı 1); 1991-Ankara
30.Mehmet Önder, Age. s. 250
31.Mehmed Önder, Age, s.238
____________________________________

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN DAYANDIĞI TEMELLER

En kısa tarifi ile milliyetçilik; millet olmanın hareket şuûrudur. Milletleri yükselten ve onları “millî ülkü”ler etrafında toparlayarak yüce hedeflere götüren itici güç, milliyet duygusudur. Bu itibarla milliyetçilik, millet hakikatinin temel direği ve onun fikir cephesini meydana getiren bir “dünya görüşü”nden ibarettir. Hakikî (gerçekçi) bir dünya görüşü olan milletler, tarihte her zaman şerefli birer yer işgal etmişlerdir. Dolayısıyla, her milletin kendisine göre bir milliyetçilik telâkkisi vardır ve o milletin ismi ile anılır. Meselâ: Türk Milliyetçiliği, Slav Milliyetçiliği, Fin Milliyetçiliği…ilh.

Türk Milliyetçiliği’ne gelince; Türk Adı’nın ve Türk Irkı’nın târih sahnesinde görülmesiyle beraber başlar. Hun Türk İmparatoluğu’ndan bugünkü Türkiye Devleti’ne kadar binlerce yıllık şerefli bir mâzî’si vardır. Demek ki, Türk Milliyetçiliği fikri, bazılarının zannettikleri gibi yeni ortaya çıkmış bir kavram değil, aksine; Türk Milleti ile bir ve beraber aynı yaştadır. Târihlerden öğrendiğimize göre Türk Milliyetçiliği fikri, kaynağını hiçbir millette görülmeyen üstün bir düşünceden almaktadır. Bu düşünce, millî, dinî, insânî ve ahlâkî vasıflarıyla her devirde cihanşümul bir dünya görüşünün temelini meydana getirmiş olan yüksek “Türk Düşüncesi”dir. “Türk Örf Hukuku”ndan devlet teşkilâtçılığına, bediî zevklerinden cihangirlik ve fütûhatçılık hasletlerine varıncaya kadar hemen her kültür kalıbında Türk’ün rûh kökünü yansıtan, maya çanağını meydana getiren derin izlere rastlamak mümkündür. Bu izler, Türk Milleti’nin var olduğu ve at koşturduğu vatanlarda ve bıraktığı eserlerde her zaman varlığını idâme ettirmiştir. “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne; Batı Avrupa, Balkanlar, Anadolu, Kafkaslar, Karadeniz, Ortadoğu, Akdeniz Havzası, Orta Asya, Sibirya Stepleri, Hint Alt Kıt’ası ve Kuzey Afrika Türk’e beşiklik etmiş başlıca vatanlardır.

Türk Milliyetçiliği’nin dikkate değer bir başka vasfı da; târihte irili ufaklı pek çok devletler kurmuş ve bu devletlerin fikrî zeminini “hikmet” telâkkisi üzerine bina etmiş olmasıdır. Türk hâkmiyet telâkkisi, “cihân hâkimiyeti mefkûresi”ne dayanır ve bu mefkûreye göre; devlet, “ebed-müddet”tir. Türk devlet geleneği; mâzî, hâl ve âtî üçgeninde milletle bütünleşmiş çok sağlam bir karaktere sahiptir. Türk Milleti’ndeki: “kökü mâzî’de olan âtî” inancı, bu ana karakteri yoğuran başlıca târihî amildir. Mâzî ile âtî’yi bu kadar muazzam bir bütünlük halinde kucaklaştırabilen bir milliyetçilik anlayışı âdeta Allah’ın Türklere bir armağanıdır: “Gök’te bir tek Allah, Yer’de de bir tek Hâkan hakimiyyeti olmalıdır” şeklindeki inanç, Hun ve Göktürk devirlerinden beri devam edip gelmiştir. Göktürk Kitâbelerinde: “Yukarıda gök-Tanrı, aşağıda yağız-Yer yaratıldığında, ikisi arasında kişi oğlu (insan oğlu) yaratılmış!” denilmektedir. Böyle fevkalâde düşüncenin sahibi Türkler, yer yüzünde ayağı sağlam olarak yere basabilen tek kavimdir. Türk Hükümdarları (hâkanları, sultanları, kağanları), daima “birlik içinde dirlik” kaidesini “Türk Devlet Geleneği”nin vazgeçilmez ilkesi kabul etmişlerdir. Hun Türk Hükümdarı Mete Bir şölen sırasında Çin Elçisi’ne: “Eli ok ve yay tutabilen kavimleri bir araya topladığından” bahseder. Buna benzer olarak Göktürk Hâkanı Bilge Kağan da: “Az milleti çok, çıplak milleti elbiseli; fakir milleti zengin kıldığını!” söyler. Türk illerinde ve Türk himayesinde bulunan herkes “töre” gereğince eşit muamele görürdü. Türk hükümdarları, alacakları her karardan ve yapacakları her tasarruftan dolayı önce yaratıcıya, sonra da idaresi altındaki insanlara karşı vicdanî bir mes’uliyet hissiyle bağlıydılar. Millet’in bölünmez bütünlüğünü temsil eden hâkanlar asla hata yapamaz ve şayet yaparlarsa da cezasız bırakılamazlardı. Bu sebeple Türklerde, hiçbir şekilde sınıf ve zümre hâkimiyeti veya sınıf mücadelesi olmamıştır.

“Hükümran” olmak ve “hükmetmek”, Türk’ün yaratılışından getirdiği güzel bir meziyettir. Sevgiyle taçlandırılmış bir adalet, kadife eldiven içerisine giydirilmiş bir disiplin anlayışı sadece Türk’e has husûsiyetlerdendir. Târihî kayıtlara göre; Türk insanının devlet kurmada, teşkilâtçılıkta ve sevk ve idaredeki üstün vasıfları hemen her zaman takdirle ve hayranlıkla ifâde edilmiştir. Zalimin amansız düşmanı, mazlûmun ise hakikî dostu ve koruyucusu olmak yalnızca Türk’e yaraşan bir husûsiyettir. Anadolu topraklarına ebedî Türk mührünü vuran ve Bizans’ın mağrur İmparatoru’nu dize getirdikten sonra o’na: “artık hürsünüz İmparator, ülkenizin başına dönebilirsiniz!” diyen Selçuklu Sultanı Alp Arslan ile; 382 sene sonra dünya harp tarihine akıl almaz taktik ve strateji dehası olarak geçen ve yine Bizans’ın Doğu-Roma Merkezi İstanbul’a haşmetle girişinden paniğe kapılan halka: “ Benim şâhâne-i gazabımdan korkmayınız!” buyruğunu veren Osmanlı Padişahı Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretlerinde aynı bağışlayıcı ve affedici inceliği görmekteyiz. Bu iki Türk büyüğünü ayrı asırlarda yaşamış olmalarına rağmen aynı çizgide buluşturan düşünce Türk Milliyetçiliği’nden başka bir şey değildir.

Türklerde din, devlet, millet ve kâinat kavramları her devirde mukaddes sayılmıştır. Devletin ve milletin gücü ve kudreti, Allah’ın izni ile tahta oturtulmuş olan hükümdarın elinde olmalı ve o’na herkes kayıtsız şartsız itaat etmelidir. Devlet bir “baba”, milletin her ferdi de bu babanın “evlâtları” hüviyetindedir. Bu sebepledir ki, Türklerde “devlet-baba” deyimi çok kullanılır olmuştur. Burada “baba” gücün ve kuvvetin, şefkat ve merhametin “remzi”dir. Türk insanı: “Allah devlete ve millete zeval vermesin!” diye dua ederken on’da ilâhî temellere dayalı ayniyetliliği görmektedir. O’nun muhayyilesinde yaşattığı devletinin adaleti’ne, şefkat ve merhametine güveni ve itimadı tamam olmalıdır. Hun Türk Hâkanı Attilla’ya: “Allah’ın kılıcı” yahut “kırbacı”; Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e ise: “Din’in ve Devlet’in direği, Doğu’nun ve Batı’nın Adil Sultanı” pâyesi bu yüzden verilmiştir. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Han, Türk düşüncesinin hudutsuzluğunu: “Cihân iki hükümdara dar gelir!” sözleri ile özetlemiştir.

Bir târih hercü-mercinde her hânedan târihi yapmış ve yazmıştır. Hun, Göktürk, Uygur, Karahan, Gazneli, Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti hep Türk Milliyetçiliği’nin tezahüründen doğmuşlardır. Türk Edebiyatı’nın büyük Şâir’i Yahya Kemal Beyatlı bir Şiiri’nde bu durumu şöyle anlatır:

“Mûsıkîsinde bir taraftan din,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyin,
Mâvi Tuca’yla, gür Fırat akmış,
Nice seslerle gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkımiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o, kâinât akmış.”

Bu altın mısrâların sahibi Yahya Kemal Beyatlı, söylediklerinde yerden göğe kadar haklıdır ve Türk Milliyetçiliği dayandığı temeller itibarıyla budur.
 
  
 
 
 

Similar threads


Üst Alt