13-Rad Suresi Tefsiri

DEN!Z

EMEKLİ ADMİN
Nisan Forum
Katılım
12 Tem 2014
Mesajlar
0
Tepkime puanı
4,893
Puanları
0
Yaş
106
13-Rad Suresi Tefsiri

rad1_5flj92.gif
rad6_13mukx1.gif
rad14_18tujed.gif
rad19_2862jp5.gif
rad29_34k5jof.gif
rad35_42n6jjj.gif
rad43rzksy.gif





Rad Suresi Tefsiri


Elmalı Tefsiri

Bu âyetlerin tefsirine bkz).

Ve sana gelen bu bilgiden sonra onların keyiflerine uyacak olursan, yani, Kur'ân'ın bazı hükümlerini inkâr eden hiziplerin inkârları heva ve hevestir, bir keyfiliktir. Onlar Hakk'ın hükmünden hoşlanmazlar da hevalarına, gönüllerinin arzularına uyarlar, kendi keyfi arzuları hakim olsun isterler. Sana gelen ise heva ve heves değil, gerçek ilimdir. Binaenaleyh bu ilim sana geldikten, bu kitabın âyetleri ile Hakk'ın hükmü sence bilindikten sonra da bilfarz onların heveslerine uyacak olursan, Allah bilir ya Allah'dan sana ne bir velî, bir dost bulunur, ne de bir vikaye edici, yani koruyucu. Ki o takdirde Allah'dan sana gelebilecek musibetlere ve belalara karşı seni koruyacak bir dostun, bir vikaye edicin, yani koruyucun olabilsin.

Kur'ân'ın bazı kısımlarını inkâr ile Hz. Muhammed'in hak peygamberliğine itiraz etmek isteyen çeşitli hiziplerin inkâr ve iddiaları ne kadar havaî ve ne kadar boş, ne kadar sarkak ve çarpıktır:

38- Andolsun ki, biz gerçekten senden önce de peygamberler gönderdik onlara da zevce (eş)ler ve zürriyetler verdik. Buna göre senin de birtakım meşru zevcelerinin, nikahlı eşlerinin ve evlatlarının bulunması ne diye senin peygamberliğine engel teşkil etsin? Ehli kitaptan çeşitli hizipler, kendi heva ve heveslerince Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr için bazı şüpheler ileri sürmek istemişlerdir ki, başlıcaları şunlardır:

1. Müşriklerle ağız birliği içinde olan bazıları "Allah resulü, insanüstü özelliklere sahip olmalı, melek cinsinden olmalı" diye tutturuyorlardı. Böylece beşer olarak yaratılmayı peygamberliğe aykırı farzederek, "Biz nasıl olur da kendimiz gibi bir beşerin ardından gideriz?", "Bu ne biçim peygamber yemek yiyor, sokaklarda gezip dolaşıyor?" diyerek akılları sıra Hz. Peygamber'i ayıplamaya ve inkâra kalkışmışlardı ki, bu noktalara diğer sûrelerde gerekli cevaplar verilmiştir. Yine bu kuruntuyu değişik açılardan dillerine dolayan birtakım hıristiyanlar da Hz. Peygamber'i özellikle birden fazla kadınla evlenmiş olmasından dolayı ayıplamaya çalışıyorlar. Ve "Eğer Muhammed peygamber olsaydı böyle kadınlarla meşgul olup, evlad ve iyalle uğraşır mıydı? Yahya ve İsa gibi,onun da tek başına münzevî bir hayat yaşaması gerekmez miydi?" diyorlardı ki, bu gün de hıristiyanlar bu gibi propagandalara hız vermek istiyorlar. Halbuki böyle bir iddia Yahya ve İsa peygamberlerden önce gelmiş ve onlar tarafından tasdik ve teyid edilmiş olan birçok peygambere, yani Davud ve Süleyman'dan Musa, Yakup ve İbrahim'e hatta Nuh ve Âdem'e varıncaya kadar Eski Ahid'de ve İncil'de haber verilen birçok peygamberin hepsini inkâr etmek gibi bir çelişkidir ki, bu da iddia edilen hıristiyanlığı kökünden inkâr etmektir. Zira bu peygamberlerin çoğu bir tane değil, müteaddit ve hatta Davud aleyhisselâm gibi bazıları yüz kadar kadınla evlenmiştir. Peygamberler güzide zürriyetler yetiştirmişler ve böylece beşer soyunun manen olduğu gibi maddeten de tertemiz babaları, ataları olmuşlardır. Ve işte bu âyette, her şeyden önce bu tarihî hakikat açıklanarak, o bir kısım ehli kitap hiziplerinin Hz. Peygamber'e arşı zevceler ve evlatlar gerekçesiyle inkâr ve itirazlar, yalnızca Hz. Muhammed'in peygamberliğini değil, geçmiş peygamberlerin hemen hepsini, hatta İsa ve Yahya da onları peygamber olarak tanımış ve tanıtmış olduğu için, bu ikisinin peygamberliğini inkâr sonucuna götürür. Nereden bakılırsa bakılsın bu gerekçe bir çelişkiden başka bir şey değildir. Böylece bir peygamberin insanüstü özellikler taşıması, yani melek cinsinden olması iddiası da batıl bir iddia durumuna düşmüş olur.

2. Bir kısmı da peygamberi, haşa bir ilâh gibi farzederek ve mucizeleri sanki peygamberler kendileri yapıyormuş gibi sanarak: "Muhammed eğer peygamber olsaydı, diğer peygamberler gibi kendisinden her ne âyet istenirse, her ne mucize talep edilirse derhal yapıvermesi gerekmez miydi?" demişler. Buna cevap olmak üzere buyuruluyor ki: Ve hiçbir peygamber için Allah'ın izniyle olandan başka bir mucize getirmek söz konusu değildir.

3. Hz. Peygamber, gaybden haber olmak üzere kâfirleri azab ile uyarıp müminleri nusret ve rahmet ile müjdeledikçe yukarıda da geçtiği üzere, kâfirler "hani nerde o azap?" diyerek acele ediyorlardı. Başlarına gelecek belanın gecikmesini şüpheye vesile edinerek "Hani ya o vaad ve vaîtler nerde kaldı? Demek ki yalanmış, aslı yokmuş" diyorlardı. Buna cevap olmak üzere de buyuruluyor ki: Her ecelin bir kitabı vardır. Yani haber verilen o vaad ve vaîdlerden her birinin yazılmış, kararlaştırılmış bir vakti, bir saati vardır. Belli bir vakitle müecceldir. Her vaktin, tanınmış olan her sürenin Allah katında ayrı bir yazısı, özel bir hükmü vardır ki, ahvalin ihtilafı ile ilgili olarak, hikmet gereğince yazılmıştır. Ve bu müddet içinde kendini düzeltmek, kurtuluş yollarını araştırmak veya heva ve hevesine kapılıp azabı gerektiren işler işlemek için insanlara bir mühlet tanınmış, birtakım imkanlar sunulmuştur. Binaenaleyh Allah, her birinin yazılı vaktini gözetir. Ve bundan dolayı çeşitli zamanlar için başka başka kitaplar nazil olmuştur. Mesela, Musa zamanının kitabı başka, İsa devrinin kitabı başkadır. Velhasıl her zaman için bir kitap vardır. Ve son zamanın kitabı da Kur'ân'dır. Onun için Arapça bir hüküm olan bu kitap önceki kitapların esasını, temel ilkelerini yeniden hükme bağlayıp tahkim eder, onlardaki bazı hükümleri de neshedip değiştirir.

4. Ehli kitaptan yahudi hizbi gibi, bir kısmı, neshi inkâr ediyor ve öyle zannediyorlardı ki, "nesih bir bir bedayı, yani, önce bilinmeyen bir ilmin, sonradan elde edilmesiyle önceki hükümden caymayı gerektirir. Allah Teâlâ bilgisizlikten münezzeh olduğu için ilâhî hükümlerde nesih olmaz" diyorlardı ve "madem ki, Kur'ân'da daha önceki kitapların hükümlerini nesheden âyetler vardır, o halde bu kitap Allah kelâmı olamaz, bunu getiren kimsenin de peygamber olmaması gerekir" diye iddia ediyorlardı. Ve böylece yahudiler, Kur'ân'ın, Musa'yı peygamber, Tevrat'ı da vahiy mahsulü bir kitap olarak tasdik etmesinden yararlanarak, Tevrat'ı hiçbir şekilde nesih kabul etmez hakim bir ana kitap ve Musa şeriatını da değişmez bir din farzederek İncil'i de, Kur'ân'ı da inkâr ediyorlar. Hz. İsa'nın nübüvvetini olduğu gibi Hz. Muhammed'in risaletini de tanımak istemiyorlardı. Sanki Musa şeriatında, Yakup, İshak ve İbrahim'den Nuh ve Âdem'e kadar gelmiş geçmiş olan peygamberlerin şeriatlarından hiçbir hüküm değiştirilmemiş gibi batıl bir iddia peşinde koşuyorlardı. Fakat Hıristiyanlıkta Yahudiliğe ait belli bazı hükümler değiştirilmiş olduğu ve ezcümle Cumartesi'nin Pazar'a dönüştürüldüğü inkâr olunamıyacak bir vakıa bulunduğu cihetle yakın zamanlara kadar hıristiyanlar neshi inkâr etmiyorlardı. Çünkü neshi inkâr ettikleri takdirde Musevilere karşı İseviliğin hiçbir anlamı kalmazdı. Fakat son zamanlarda Protestanlar bunu düşünmeyerek müslümanlara karşı yahudiler gibi neshi inkâra kalkıştılar. (Bu konuda Hindli Rahmetullah Efendi'nin "İzharulhak" adlı eserine bkz.).

39- İşte herhangi hizipten olursa olsun nesih meselesini inkâr edenlere karşı buyuruluyor ki; Allah dilediğini mahveder, dilediğini yerinde sabit tutar. Gerek yaratmada, gerek hüküm koymada dilediğini mahveder. Varlık âleminden siler, hükümden düşürür, yürürlükten kaldırır, izini yok eder, dilediğini de onun yerine geçirir veya doğrudan doğruya yenisini yaratır. Evvela yaratılışta görülüyor ki, Allah Teâlâ, âlemde birtakım şeyleri yok edip, ortadan kaldırırken, diğer birtakım şeyleri durduruyor ve yeniden vücuda getiriyor. Mesela bir milleti mahvediyor, diğer bir milleti yaşatıyor. Aynı şekilde bir kavim içinde Zeyd ölürken bir Amir doğuyor veya Ahmed yaşamaya devam ediyor. Aynı şahısta ve aynı varlıkta hastalık, yaşlanma vs. gibi sebeplerle durmadan durum değişikliği oluyor. Bedende hücreler bir yandan ölürken, bir yandan da yenileri onların yerine geçiyor. Mesela ticaret hayatında aynı kişi bazı işlerinde kâr ediyor, bazılarında zarar ediyorlar. Allah, bazan onun rızkını arttırır, bazan azaltır, ecelini ve ömrünü uzatır, kısaltır seadetini şekavete, şekavetini seadete dönüştürür. Tevbe edenin günahlarını, amel defterinden siler, yok eder, onun yerine, sevap yazar, ilh... Öyle ki, bütünüyle kâinat, bir taraftan harfleri ve satırları silinip, diğer taraftan yazılan bir kitap gibidir. Böyle iken kâinatın sayfa düzeninde, hikmetli akışında ne bir silinti, ne de bir kazıntıdan eser bulunmaz, kusursuz olarak işler. İşte ilâhî yaratılışta böyle olduğu gibi, teşri hususunda da durum böyledir: Allah Teâlâ, bir süre için yürürlükte tuttuğu bir şer'î hükmü, diğer bir zaman için yürürlükten kaldırır, yerine başka bir hüküm getirir: Hükümlerin bir kısmını başka hükümlerle nesheder. "Eğer biz bir âyetin hükmünün kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya dengini getiririz" (Bakara 2/106) âyetinin gereğince o hükmün yerine ondan daha hayırlısını ya da en azından onun gibisini ikâme eder. Çeşitli devirlerin ve farklı toplumların durumlarına uygun düşen çeşitli şeriatler bulunur. Böylece "her ecelin bir kitabı var" olmuş olur. Çünkü kitaplar, şeriatlar dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için, insanların uyması gereken kurallardır. İlahî irade ve meşiyyetin gereğince devirden devire insanların ve toplumların ihtiyaçları değişik olduğundan, ona göre, hükümlerin değişmesi de ilâhî hikmetin gereğidir. Bununla beraber Allah Teâlâ, dilediği bazı hükümleri de neshi mümkün olmayacak şekilde muhkem ve sabit kılar ki, bu gibi hükümler, her devir için şeriatin temel ilkeleri "usûlu-i şeriat", diğerleri de ayrıntı sayılan dallar "furu-i şeriat"dır. (Maide Sûresi'nde 48. âyete bkz). Bundan dolayı Kur'ân, Tevrat ve İncil'in ve diğer ilâhî kitapların önemle üzerinde durdukları temel ilkelerden bir kısmını destekliyerek, ehli kitabın hepsini sevindirip ferahlandırırken, o kitaplarda ahir zamanın şartlarına uygun olmayan birtakım hükümleri de neshedip ortadan kaldırır. Ve hatta, Kur'ân'ın kendi bünyesi içinde de nasih ve mensuh vardır. Ve bundan dolayıdır ki, Kur'ân bütün kitaplar üzerinde, müheymin (gözetici) ve bütün zamanların değişikliğine hakim Arapça bir hüküm kitabıdır.

Allah, böyle "dilediğini imha ve dilediğini ibka ve isbat eyler", ve ana kitap ancak O'nun katındadır. Bütün kitapların ilk kaynağı, aslı, esası olan, hiçbir şekilde değişmeyecek, mahvi mümkün olmayan ana kitap, daha doğrusu kitabın anası, "düstur-i âlâ" denilen kütük ancak O'nun katındadır ki, o "Levh-i Mahfuz" veya "ilm-i ezelî-i ilâhî"dir. Değişecek ve değişmeyecek olan, giden ve kalan işte her şey o kitapta yazılıdır. Hepsi bilinmektedir. Onun için dinin temel ilkelerinden olmayan konularda şeriatler arasında veya aynı kitapta meydana gelen nesihlerden dolayı, Allah Teâlâ'ya hiçbir şekilde beda lazım gelmez. Ve yine onun içindir ki, tekvin ve teşride mahiv ve isbat cereyan ettiği halde Ana kitaba (Ümmü'l-kitaba) göre , her şey "yazılmış, bitmiştir, kalem kurumuştur." Kâinatta yeniden yazılacak, yeniden programlanacak hiçbir şey yoktur. Her şey yerli yerinde ve yazılıp programlandığı şekilde akıp gitmektedir. Binaenaleyh Tevrat veya İncil'i "Ümmü'l-kitap" olarak farzedip de nesih kabul etmez diye iddia eden o inkârcı ehli kitap hiziplerinin inatları ve inkârları ne kadar boş, ne kadar batıl hevestir. Halbuki Kur'ân'dan önceki kitaplar, yalnızca nesihten değil, tahriften de uzak kalamamışlardır.

40- Onlara yaptığımız vaidlerin bir kısmını sana göstersek de veya seni vefat ettirsek de, yani, o inkârcılara vaad ettiğimiz ceza ve azabın hepsi gerçekleşecek ve sen bazısını dünyada gözlerinle görecek olsan da, hiçbirini sana göstermeden seni bu dünyadan alacak olsak da, sen bununla bağlı değilsin. Sen onların başlarına geleceği görüp görmeyeceğini düşünmeden vazifeni yapmaya devam et. Hiç birini görmeden vefat edecek olsan bile yine de görevini sürdür. İster gör, ister görmeden ölmüş ol, her iki durumda da sana düşen, boynuna borç olan şey tebliğdir. Yani sen bir peygamber olarak, üzerine vacip olan görev, peygamberliğin gereği olan hükümleri tebliğden ibaretttir. O tebliğin gereğini ifa ve icra etmek ve sonuçta onun hesabını görmek ve yine bu arada onlara haber verdiğin azapların gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek senin görevlerin arasında değildir. Senin işin yalnızca tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. O kâfirlerin hesabını görmek, amellerinin cezasını vermek bize aittir. O işi yapacak olan biziz. Binaenaleyh sen, emek ve gayretlerinin semeresini görüp görmeyeceğini hesaba katmadan çalış, bu uğurda can vermek gerekse bile vazifen olan tebliği yap, gerisini bize bırak.

41-O inkârcılar görmüyorlar mı ki, biz kudretimizle yere geliyor onu etrafından eksiltip duruyoruz. Yani, bizim mahvimizi ve isbatımızı kabul etmek istemiyen o inkârcılar, baksalar ya, yukarıda açıklandığı üzere, önce rahmet ve kudretimizle meddetmiş ve ayaklarının altına sermiş olduğumuz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? O serili yeri, üzerinde yaşadıkları o geniş toprakları, etrafından kudretimizle sarıp sıkıştırmıyor, onu eksiltmiyor muyuz? Daraltmıyor muyuz? O ilk medde karşılık onda cezirler yapmıyor muyuz? Veya çeşitli yeryüzü olayları ile onu aşındırıp parçalamıyor muyuz? Veya o kâfirlerin vatanlarını peyderpey çevresinden eksiltip durmuyor muyuz? Nüfuslarını, topluluklarını kırarak, dağıtarak, feyiz ve bereketlerini azaltarak, arazilerini, yurtlarını daraltarak, güçlerini ezikliğe, kemallerini noksana dönüştürmüyor muyuz? Yerdeki bu değişikliği veya vatanlarındaki bu daralmayı, bu sıkışmayı görmüyorlar mı? Allah, öyle bir hüküm ve hükumet yapar ki, O'nun hükmüne muakkıp yoktur. Onun verdiği hükmü, arkasından takip edecek, ona yetişip de onu değiştirecek, nakzedecek ve engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve merci yoktur. Ve O, hızlı hesap görendir. Şu halde o hesap ve azap demleri çok uzaktır, belki bize hiç sıra gelmez şeklinde boş hayallere hiç kimse kapılmasın. O'nun hesabı da, azabı da bir anlık meseledir. Allah murad edince göz açıp yummadan geliverir.

42- Onlardan öncekiler de mekirler yaptılar. Allah'a, peygamberlere, kitaplara ve müminlere karşı birtakım hilelere baş vurdular, tuzaklar, oyunlar düzenlediler, entrikalar çevirdiler fakat sonuç itibariyle mekir, bütünüyle mekir ancak Allah'ındır.

Allah'ın mekrine göre, diğerlerinin yaptığı mekirler hiçtir; mekir bile sayılmaz. Çünkü mekrin hakikatı, başkasına gizli, sezilmesi, anlaşılması mümkün olmayan bir kötülüğü ona iletmektir. Onu bilmeden oyuna getirmek, kötü duruma düşürmektir. Oysa Allah'dan gizli olan bir şey yoktur: Kulların bütün yaptıkları ve yapacakları Allah tarafından bilinmektedir. Her şey O'nun bilgisi ve kudreti altında cereyan etmektedir. Bundan dolayı, mekir yapanların yaptıkları mekir de bir amelden, bir kesipten başka bir şey değildir. Yaratma ve etki Allah'dandır. Bu suretle onlar oyun yapmaya çalışırken, sadece kendi kendilerini aldatmış ve kendi düşecekleri kuyuyu kazmış olurlar. Allah'ı oyuna getirmek mümkün olmadığına göre, yaptıkları işle başlarına gelecek oyuna kendileri sebep olmuş olurlar. Allah bir yere kadar kesiplerini yaratır, onlar da başardık, başarıyoruz zannederlerken, o oyunlarının cezası olarak Allah tarafından öyle gizli bir belaya uğratılırlar ki, bütün zan ve tahminlerinin aksine mahvolur giderler.

O halde hilekarlık yapmaya çalışanlar, bilmelidirler ki, yaptıkları hileler, sonuçta Allah'ın kendilerine bir oyunudur. Allah, hiç haberleri olmadığı, hiç ummadıkları bir şekilde mekirlerini başlarına geçiriverir. Aldatıyoruz, oyuna getiriyoruz zannettikleri doğruları da mükafatlandırır. Çünkü Allah aldanmaz ve aldatanları sevmez. Her nefis ne kazanırsa bilir. O kâfirler de ilerde bileceklerdir ki, bu yurdun akıbeti kimindir

43- O kâfirler bir de derler ki, sen mürsel değilsin, yani Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber değilsin. Böylece senin hak peygamber olduğunu inkâr ederler. Ey Muhammed! De ki, benim aramla sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Yani Allah Teâlâ, bana indirdiği, bende açığa çıkardığı kesin deliller, açık âyetler ve beyyinelerle benim peygamberliğime şahitlik etmektedir. Her şahitlikten yüksek olan bu Allah şahitliği, diğer şahitlerin şahitliğine artık ihtiyaç bırakmaz. Benim doğruluğumu isbat için başka hiçbir şahitliğe ihtiyaç kalmadan benim için kâfi gelir. Ve o âlim ki, yanında kitap bilgisi vardır. Kur'ân ilmine veya genel olarak kitap bilgisine sahiptir. Yani Arapça bir hüküm olan bu kitap, bu Kur'ân, benim peygamberliğime başlı başına bir şahittir, yeterli bir belgedir. Ancak bunun böyle olduğunu bilmek, bunu anlayabilmek için kitap ilmine sahip olmak, bu kitabın anlatımındaki fesahat ve belağati, bildirdiği gayb haberlerini anlamak, dile getirdiği bunca ilimleri bilmek, hasılı dilinden ve içeriğinden anlamak gerekir ki, bunun hak kitap olduğunu takdir edebilsin. Bunu bilen "ilim sahipleri sırf doğruyu ayakta tutma" aşkıyla onun hak olduğunu itiraf eder ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitlik eyler. Ve hatta bundan önceki kitaplarda, bu arada Tevrat ve İncil de dahil Hz. Muhammed'in peygamberliğini haber veren ve müjdeleyen âyetler, belge niteliğinde ifadeler vardır. Bunları hakkıyla bilen ve bu gibi kitapların bilgisine sahip olup da taassup göstermeyen, heva ve hevesine uymayan insaflı ehli kitap âlimleri de buna şahitlik ettiler.

 
  
 
Emeklerin için çok teşekkür ederim...
 
    
Konu Güncellendi..
 
    
 
 
Üst Alt